31 Temmuz 2012 Salı

ışık ve çekim

           Fotoğraf: "çekim"-2007-"Benim için bak" sergisinden...

Evrende çekim yasası gerçekten de işler!...bunun "farkında" olduğumuz durumlarda, bilinçli bir şekilde düşüncelerimizle istediğimizi çağırabiliriz...ama "istemediğimiz şeyler"i istediklerimizden daha çok düşünürüz!
Isaac Newton, bence elma ağacının altında otururken "çekim yasasını" düşünerek; düşünceleriyle "yer çekimi Kanunu"nu ispatlayacak bir olayın gerçekleşmesini sağladı...(elmanın her zaman bu şekilde düştüğünü; onun bu işle ilgisi olmadığını düşünenler olabilir)...ben ihtiyacımız olan durumlarda istediğimizin gerçekleşeceğine, bir şeylerin bize ışık tutacağına inananlardanım! 
Başka türlü çekimler de var...ışığın gece kelebekleri çekmesi,ayın çekim gücü ve etkileri, hoş bir parfümün kokusunun bir anda yer çekimimizi altüst etmesi gibi...çekimine kapılmak: bir şeyin ya da birinin "güçlü"  etkisinde kalmaktır...
"İlahi ışık" da böyle...sonuçta evrensel enerjiyi farklı formlarda, yaşamın her safhasında görebiliriz...Işık birçok tradisyonda yaratılışı ya da Dünya'nın meydana getirilişini açıklayabilmek üzere kullanılmıştır...Hepimiz hayatın içindeki "ışığın" peşinde değil miyiz!..hatta "ışık"(aydınlık)için kendimizi feda edecek kadar:"sen yanmazsan, ben yanmazsam nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa!"..Yine bilgiyi ve görüntüyü getiren ışıktır...karanlıkta yaşanan körlük gibi ışığın fazlası da körlük yaratır!..sersemletir, büyüler, hipnotize eder ve çeker! Işığa koşmadan önce gecelerimizi aydınlatan ayın "karanlık yüzü"nün de varlığını unutmayın!Bu biteviye tekrarlar içinde bizi yaşamaya iten ne varsa,karar verme ve seçim yapma korkularını aşın...istediğiniz bir şeyi "içten arzulayın" ve düşüncenizden eksik etmeyin!..


Dark Side of The Moon-Pink Floyd(1973)
Dark Side Of The Moon, modern yaşamın normal insanlar üzerindeki etkilerini anlatmaktadır. Örneğin, bir uçağın yere çakılma sesiyle başlayan "On The Run" uçuş korkusunu işlemektedir. "Time", zamanın biz farkına varmadan ne kadar hızlı geçtiğini anlatmaktadır. "The Great Gig In The Sky", ölümün doğası hakkındadır. "Money", zenginliğin insana etkilerini ironik bir şekilde anlatmaktadır. "Any Colour You Like" diğer şarkılar kadar açık bir mesaj bulundurmasada, insandaki karar verme ve seçim korkusunu anlatır. "Brain Damage", toplumun yanlışlarının belki de sadece "deliler" tarafından fark edilebileceğini söyler. Bu şarkıda grubun eski üyesi Syd Barrett'la ilgili temalar da bulunmaktadır. Aynı zamanda albümün içinde "dark side of the moon" sözü geçen tek şarkısıdır. Son olarak "Eclipse", insan hayatındaki herşeyin aslında uyum içinde olması gerekirken bu uyumun asla yakalanamamasını anlatmaktadır. Albüm, "There is no dark side of the moon really... Matter of fact it's all dark." sözleriyle biter.(vikipedi)

Breathe – Solukla
Solukla, solukla havayı korkma
umursamaktan 

git,
ama terk etme beni
Bak etrafına ve seç kendi toprağını
Yaşamın boyunca ve uçabildiğin tüm yükseklikler
Ve dağıtacağın gülücükler ve akıtacağın göz yaşları
Ve tüm dokundukların ve tüm güldüklerin
Budur işte tüm yaşayıp yaşayacağın
Koş tavşan koş
Kaz o çukuru, unut güneşi
Ve sonunda işin bitince
Oturma sakın, zamanıdır bir tane daha kazmanın
Yaşamın boyunca ve uçabildiğin yükseklikler
Fakat ancak gelgitle sürüklenirsen eğer
Ve korursan dengeni en büyük dalganın üstünde
Koşarsın erken bir ölüme doğru...

30 Temmuz 2012 Pazartesi

biri hariç!


















uzaklaşan kıyı
nasılda
silikleşiyor... 
çizgiler
bakışlarımız
seninkiler
benimkiler
ne varsa 
nasılda silikleşiyor!?..

yüzlerimiz
eski yüzlerden
medet umuyor; 
eski hikayelerdeki
ölümsüz kahramanlardan
boşuna...
oysa
üç bin yıldır
toprağın altından üstüne
hala aynı gözlerle bakıyor
Kral Şuppiluliuma...
iki yorgun çukurda
sönmeden önce bir mumun
son alevi parlaklığında...


Not: Hatay-Tell Tayinat Höyüğü'nde, gözleri kireçtaşı ve sabuntaşından yapılmış, 1,5 metre yüksekliğinde ve 1,5 ton ağırlığında Hitit Kralı II. Şuppiluliuma’ya ait 3 bin yıllık bir heykel bulundu...

Empresyonizm- "Le Havre"- Emperyalizm- "Zonguldak"

Hastahanenin bekleme salonu kısmında, duvarda bir tablo bana bakıyordu bu sabah...sıcaktan aptallaşmış bir şekilde yavaşça kafamı kaldırıp bu "röprodüksiyon"a baktım..."İmpressionismo, "levar del solei" yazıyordu...Fransızcaya benzemesine rağmen emin olamadım bu İspanyolca isimden...Claude Monet'nin bu tablosunda bariz biçimde bir "gün doğumu" vardı...daha önceden de gördüğümü hatırlıyorum, Sanat Tarihi dersinden ..."levar" kelimesine takıldım...nedeni bu tabloda gördüğüm manzaranın  bana Zonguldak şehrini çağrıştırmasıdı...Zonguldak'ta yaşayıp Kömür işletmelerinde çalışmış kayınpederim de "lavar" dan bahsederdi..."levar"-"lavar"! "hımmm"dedim!..yine başladık...bakalım ne çıkacak!




Claude Monet, bu tabloyu 1872 yılında yapmış...bilgilerimi tazelemeye devam ettim...çocukluğunun geçtiği "Le Havre" limanından bir gün doğumu manzarasıydı...adı " İmpression, Soleil levant"-"İzlenim, Gün Doğumu"...böylece "levar" kelimesinin fransızca"lever" yani yükselmek ; güneş için ise doğmak olduğunu anladım! Ama yine de "levar", "lavar" ve "le Havre"ın  ses olarak uyumu ilgimi çekmişti! Devam!.. Sanat eleştirmeni Louis Leroy, resmin adından yola çıkarak "izlenimcilik" (empresyonizm) terimini, aşağılamak amacıyla ortaya atmışmış!..İzlenimcilik teriminin kullanılması bu tablo ile söz konusu olmuş ve bu akıma adını vermiş...İzlenimcilik, modern resim sanatında ilk büyük devrimci hareket olarak görülür...
Monet, fırça darbeleriyle, değişik renkteki noktalarla ışık etkisi oluşturur...önceleri  Paris salonlarının bu resmi ve akımı yadsıması normaldi çünkü  tamamen geleneksel ve akademik sanat dogmalarına zıttı...ama sonra Pierre-Auguste Renoir, Frédéric Bazille, Alfred Sisley, Camille Pisarro, Paul Cézanne ve Armand Guillaumin gibi sanatçılar da bu akımın içinde izlenimci eserler üretirler...

                                                         Fishing Boats Leaving the Port of Le Havre-1874


Gelelim Zonguldak şehrimize ve "lavar"a...
ilk gördüğüm yıllarda liman gerçekten de "Le Havre" limanına benziyordu! Lavar ise tam olarak kömürün, taş ve benzeri maddelerden yıkanarak ayrıştırılıp, demir çelik fabrikalarına gönderildiği yere verilen admış...yani yıkama tesisi, yıkama yeri kısaca... yine fransızca "laver" yıkamak fiilinden geliyor...lavabo gibi...
Zonguldak maden ocaklarında bir döneme damgasını vurmuş Fransız ağırlığını etkisiyle , madencilik terimleri de diğer Fransızca kelimeler ile dilimize  girivermiş!..



Batılı devletler, Zonguldak kömür ocakları işletmeye açıldığı, 1848 tarihinden itibaren yöreyle ilgilenmeye başlamışlar...önce  İngilizler, sonra Fransızlar... Almanlar, Ruslar, İtalya ve Yunanistan...Zonguldak kömür havzasının tarihi, emperyalist devletlerin Osmanlı topraklarında nasıl menfaat sağladıklarını çok açık yansıtan bir ayna olmuş..

1849 yılında yıllığı 30.000 kuruş gibi az bir miktarla Havza'yı kiralayan İngiliz Kömür Şirketinin, çok ilkel yöntemlerle ürettiği kömür yılda 50 bin tonu geçmeyince ve üretim Donanımın ihtiyacını bile karşılamayınca; şirketin işletme ruhsatı geri alınmış...1851 yılında İngilizler Havza'yı yeniden ellerine almışlar.1861 yılında İngiliz şirketinin sözleşmesi iptal edilmiş...Havza'da üretilen kömürlerin %40'ının ülke dışına ihraç edilmesine 1882 yılında izin verilince, Havza yabancı sermaye akımına uğramış...1892 yılında Ereğli Şirket-i Osmaniyesi "Societe d'Heraclee" adında bir Fransız şirketi kurulmuş...havzada istediği yerden taş çıkarması serbestmiş onlar da"taş çıkarıyorum" diye istediği yerde kazı yapabilmekte ve tesadüf ettiği maden damarlarının işletme hakkına sahip bulunmaktaymış...Ereğli Şirketi, 4.5 milyon Frank harcayarak Zonguldak mendireğini de  inşaa etmiş...Liman inşaatı bitince, bu kez de kömür havzasındaki demiryollarıyla ilgilenmişler. 























Sözkonusu  yörenin "Karaelması" ile birlikte can damarı olan liman ve demiryolları Ereğli Şirketi'nin eline geçmiş...Şirket kömür yıkama fabrikasını-"lavar"ı ise 1903 yılında inşaa ettirmiş...



1940 yılında çıkarılan bir dizi kanun ile havzadaki tüm ocaklar devletleştirilmiş... EKİTAŞ'a devredilmiş ve yeni yatırımlar yapılmış...bu gün müze yapılabilecekken, çirkin bir görüntü arzettiği ve miladını doldurduğu düşüncesiyle yıkımına girişilen lavardan ancak bir kaç bina kurtarılmış... Zonguldak Belediyesi tarafından düzenlenen "Zonguldak Lavar Koruma Alanı ve Çevresi Koruma, Planlama, Kentsel Tasarım ve Peyzaj Düzenleme Proje Yarışması" düzenleniş...2 yıldır gitmediğim için son durumu bilmiyorum!..

27 Temmuz 2012 Cuma

köpek dostlarım









Ne zaman evin kapısını çekip dışarı çıksam; şehrin göbeğinde bile mutlaka bir köpekle karşılaşır, kısa sürede dost olurum...uzaktan beni şöyle bir süzüp ("aura"ma bakıyorlar herhalde...) hemen kuyruk sallayarak gelirler ve yolun bir kısmını birlikte yürürüz...onlarla birlikte öyle çok hikayem var ki!..
Böylesine kolay ve olumlu iletişim kurabildiğim sadece hayvanlar ve çocuklar!
Sevgili köpek dostlarım, çocukluğumdan beri, yaşadığım tüm maceralarda beni yalnız bırakmadınız...beni korudunuz, yol arkadaşı oldunuz...kuru kuruya sevgiye, dostluğa tav oldunuz, hiç bir zaman diş gösterip ısırmadınız...iyi ki varsınız!

"içinden manzara geçen duvar"


içinden
bir tramvay geçer de bir şarkının
bir manzara geçmez mi duvarın?!
...
manzara ki ne manzara!
bulutsa "bulut"
ağaçsa "ağaç";  al işte!...
yağma yok!
yüksek gerilim seni germesin
yer ile gök arasında!..

Fotoğraf: "Ayazağa" köyü-2006

26 Temmuz 2012 Perşembe

"Human"... yani insan!



"İNSAN NEDİR?" sorusunun cevabını tam olarak verebilecek var mı? Homo Saphiens..."düşünen" varlık?!


Gerçekten bu gün işim zor...nasıl ve nereden başlasam?..
Tanrının ya da enerjinin yarattığı bu varlık- ben dahil-bazen sevecen, bazen zalim olabiliyor...bazen düşünerek, bazen ezbere iş yapabiliyor...üreten-tüketen, doğuran, çoğalan, hem güçlü hem aciz bir varlık!..tüm canlılar "doğa kanunları" içinde, belli bir düzene uyarlar...oysa insan dikilip ayağa kalktığı  günden beri her şeyin üzerinde  egemenlik ve düzen kurma hırsı olan bir varlıktır...insan ile hayvanı ayıran en önemli fark "imgesel" ve "kavramsal" düşünebilme özellikleridir! İnsan kavramlar arasında yaşar ve bunun bir üst seviyesi olan analitik düşünceye ancak kavramsal düşünceyle ulaşır...


Humanizm, insani konularda doğaüstü inanışların hocalığını  reddederken doğrunun ve yanlışın bilgisine, kişisel ve ortak bilincin en doğru biçimde algılanmasıyla ulaşılabileceğini savunur...tüm insanları ayrım gözetmeksizin sevmeyi öngörür..."hümanist", güzel şeyler yaparak şimdiyi yaşarken geleceğe de daha iyi bir dünya bırakmaya yoğunlaşır...
insan "Bilgi Çağı"na ulaşıncaya kadar neredeyse her şeyi deneyerek, yaşayarak öğrenmiştir...zihinsel ve kültürel evrimini tamamlayamamış insanlar ile tamamlayabilmişler arasında oluşan fark bu dünyayı daha da yaşanmaz hale getiriyor...toplumlar, kültürler imgesel düşüncenin ötesine geçemediyse ilkel kalabiliyor...doğa ile iç içe geleneksel yaşayanlar; farklı tanrı ve tanrılara,"batıl"a da inanıp, ritüellerine de devam ederken, kendilerini geliştirecek kavramsal düşünce düzeyini yakalayamıyorlar...Buradan net bir şekilde ulaşılan "bilgi"nin insanı farklı kıldığını anlayabiliyoruz.
Değer yargılarımız ve davranışlarımız ortak bir payda da buluşmaz ise anlaşıp paylaşamayız!..bir de içinde bulunduğumuz yaşam biçimimizden daralıp şartları değiştirmek isteyebiliyoruz, sık sık birbirimizin yerinde olmayı düşünüp, birbirlerimizin hayatlarına özeniyoruz...birbirine benzediği kadar birbirinden ayrılan  farklı yaşamlar da var...kimi hiç değişmeden, aynı yerde, aynı biçimde yaşamayı sürdürürken kimi de sıçraya sıçraya sonunda nereye varacağını bilemiyor! Sonuçta kavramsal düşünce biçiminin de sağlıklı biçimde işleyebilmesi kültürel çevreye ve eğitime bağlı!
Son zamanlarda "bilim adam"ları yerine "bilim insanları" terimi kullanılmaya başladı...eskiden bilimsel çalışmalar yapan sadece Madam Curie vardı da çoğunluk erkek olduğu için "bilim adamı" mı kullanılıyordu?! Adam dendi mi "erkek" mi gelir akla...."adam gibi adam ol!" dendiğinde erkek kişi için erkek, kadın kişi için kadın olmak mı ?!..davranışların insana yakışır olsun, işini doğru düzgün yap diyoruz sadece...yine bir çok iş bu İngilizce "man"- adam ekinden kaynaklanıyor...HUMAN, postman, anchorman, fireman... 

"Anchorman"- Reha Muhtar!


...ve kahraman erkekler çıkıyor  meydane!..Superman, Batman, He-man, Spiderman, İronman...kadınlara da "eksik etek", "saçı uzun aklı kısa" gibi yakıştırmalar kalıyor!..biri çıkıyor"kadının sırtından köteği, karnından bebeği eksik etmeyeceksin "diyor, adam önde kadın arkada yürüyor?!. Korkarım insandaki bu kadın-erkek ayrımcılığı daha büyük "insanlık" sorunlarına yol açacak! Tam anlamıyla haklar ve hukuklar dengelenemeyecek! Eskiden erkek aldatırdı, şimdi kadınlar erkeklerden daha çok...Bu günkü bir haber;  mahkeme bir bayan için aldatmayı bir kerelik ve süreklilik arzetmediği için boşanma nedeni olarak görmemiş...yorum yok!.. bilemiyorum! Bu gün "ünlem" günü!. 16 yy. Fransız deneme yazarı Montaigne, " en çok inandığımız şeyler en az bildiklerimizdir" demiş...yanlış, doğru, eksik...bilmeden körü körüne inanmak ve kabul etmek ne yazık ki bir çok insanın doğasında var ve inanç sistemi bunun üzerinden işliyor!





Hayvanlara dönecek olursak; onlar için de çok yakıştırma var! Daha doğrusu; insanları hayvanlara benzetiyoruz...en basitinden kızdığımız ve sevmediğimiz ya da yaptığı şeye hayret ettiğimiz kişiye "vay hayvan vay!" genellemesi,  kaba ve anlamayan insana; bir şeye böm böm bakana "öküz", "köpek herif","it soyu" yine nefret edilen kişi için..."domuz" pis ve yine nefret edilen insanlara...sinsi olduğunu düşündüklerine "yılan", iri yarı ve kaba olana "ayı"...uzar gider bu liste...görüldüğü gibi insanları hayvanlara benzeterek aşağılamak gibi bir alışkanlık var...onları küçümseme ve önemsememe...insanları hayvanlara benzetmek hayvanlar için bir hakaret...insanın kendini bu kadar üstün görmesi daha neler yaptırıyor! Deneyler önce onların üzerinde  yapılıyor..."insanlık" için "hayırlı" sonuçlar alma adına...klonlama, genler ile  oynayıp ortaya "ucubik" yaratıklar çıkartma...biz insanlar, kendi egolarımızı tatmin etmek için sahiplenir,  komutlar veririz, "kanatlı bir hayvan" 30 cm karenin içine-kafese hapseder bir diğerinin tasmasını çeker sürükleriz...biz düşündüğümüz için üstünmüş gibi görünüyoruz! ama onlar da daha imgesel bir dünyada düşünüyor...unutmayın  her insanın bastırılmış "ilkel yanı" ve hayvansal ruhu ortaya çıkacağı uygun zamanı ve durumu bekliyor içten içe..."içindeki hayvan" bir gün ortaya çıkacak!

24 Temmuz 2012 Salı

içler dışlar çarpımı

şimdi zengin de fakir de değilim!
ama fakir olduğum bir dönemdi...cep delik...cepken delikti......içim dışım bir...sonra bir gün trene "biletli" bindim!
























Fotoğraf: Cüneyt Gök-Kumkapı (Nikon F3'lü günler-Ilford-Pan-400 Film...)

meteliğe kurşun atıyorum...açlık delip geçiyor sessizliği!
bakışlar üzerimde
huzur treninde
tek kaçak yolcu sanki benmişim gibi!..
bilmediğim bir kasabanın önünde
pazar yerinde bir meyve çalıyorum
bir tane daha tutuşturuyorlar elime
utanıyorum!
kasabanın dışında
bir mısır tarlasında
korkuluğun yerine
avucumda mısırlar
kargaları besliyorum...
biri geçiyor
ceketini veriyor
biri geçiyor pantalon, gömlek
biri geçiyor postallar...
traş oluyorum
kör çakımla
üstümdekilerden yeni esvaplar
büyük geliyor
sıska bedenime...
kıvırıp kolları, paçaları
ne iş olsa yaparım diye
geri dönüp "Şehir"e
bir iş buluyorum
kendime...
paramı alınca 
yarım somun ekmek
huzur trenine bir de bilet...

23 Temmuz 2012 Pazartesi

bir kapak...bir umut...


Hayatımızın içine bu kadar girmiş plastikten nasıl kurtulacağız?
Plastik doğada parçalanma süresi en uzun olan maddedir. Bir insanın görebileceği yaştan fazla!..Yaklaşık 100 YIL! Bu  maddeler mümkün olduğunca ayrı biriktirilmeli ve geri kazanılmaları sağlanmalı!.. 
Temizlenen, granül haline dönüştürülen plastik, sera örtüsü, otomotiv sektöründe plastik torba, marley, pis su borusu, elyaf ve dolgu malzemesi, araba yedek parçası yapımında hammadde olarak kullanılmaktadır...Bir kapak bir kapak daha derken tonlarca kapak...binlerce tekerlekli sandalye!..
Bu tekerlekli sandalyeler; ihtiyacı olup alamayan, olmadığı için  dışarı bile çıkamayan bir çok fiziksel engelli için bir "umut" olmuştu ...hala da olmaya devam ediyor! Sosyal sorumluluk projelerinden; geri dönüşüm ile "çevre" için de ses getiren  başarılı bir proje...projenin adı "mavi kapak" olsa da; sokak aralarında asılı  pet şişelerin içi "rengarenk kapaklarla" doluyor...1 ton kapağa 4 tekerlekli sandalye...tek tek...Bir kapak, bir kapak daha derken tonlarca kapak...umarım bu kampanyalar hiç bitmez!

gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım!


                   "Maymun mizaru"-2012-Cüneyt Gök

Haldun Taner, 1964 yılında "Gözlerimi Kaparım, Vazifemi Yaparım" adlı , iki perdelik oyunu yazdığında dünyanın çivisi çoktan çıkmıştı...oyunda iki çocukluk arkadaşı Vicdani( saf, iyi niyetli, dürüst ve uysal bir kişilik) ile Efruz( köşe dönücü, iş bitirici, fırsatçı) karakterleri üzerinden devleti sömürenler ve devlete itaat edenler arasındaki dengesizliği başarıyla anlatmıştı...II. Meşrutiyet'ten 60' ların sonuna uzanan bir zaman diliminde geçen oyundaki karakter ve olaylar günümüzde de geçerliliğini korumakta...(Haldun Taner, daha sonra oyuna 12 Mart dönemini de kapsayacak eklentiler yapmış)...yaşıyor olsa her gün yeniden güncellemek zorunda kalırdı...Gözlerimiz açık ya da kapalı...hepimiz çalışıp "vazifemizi" yapmak zorundayız... zaman zaman "Açık göz", "Uyanık" gibi yakıştırmalara maruz ve bazen "üç maymun"u oynamak zorunda kalsak ta...  Kiminin üzerine "cuk"diye oturur bu elbise.., kimi de asla "uyanık" olmayı başaramaz...yüzüne gözüne bulaştırır...
"Üç maymun"...Japonya-Nikko'da ki ünlü "Toshogu" tapınağında bulunan bir heykel; kötüyü dinleme,(harama)kötüye bakma, pişman olacağın kötü sözler söyleme felsefesini ve  "duyduğunu,gördüğünü ve söylediğini inkar etme" anlamını günümüze taşımış...bu üç maymunun isimleri: Mizaru, Kikazaru ve Iwazaru...Kaynağı  Hindistan olan bu felsefenin, Budist rahipler ile Çin'e ve Japonya'ya yayıldığı zannediliyor...hikayede; Krallığın diğer yamacında  yaşayan "şeytan"la karşılaşanın, onu gören ve duyanın   lanetleneceğine inanılırmış...bu Krallık için de felaket olurmuş...işte Kralın üç danışman maymunu karşılaştıkları; gördükleri ve duydukları halde "görmez, işitmez ve  konuşmazsak, şeytan da bize dokunmaz"ı uygulamışlar... 
Günümüz gençliği kendi aralarında mesajlaşıyor:"şeytana uymak istemiyorum ama düşünce tarzı hoşuma gidiyor"!
Her geçen gün sosyal yaşantımız ve iş hayatımızda artan
yabancılaşma ile hepimiz "üç maymun"u oynuyoruz...bir yandan 
herkes "nalıncı keseri gibi" kendine yontarken diğer yandan
çevresinde olup bitenlere kayıtsız kalıyor...böylesi daha iyi  ve 
uygun bulunuyor!.."görmedim,duymadım; bilmiyorum!"...kimse 
kimsenin işine karışmadan "yuvarlanır gideriz", "bana dokunmayan
yılan bin yıl yaşasın" diyenler;ne kadar az şey, görür, duyar, ve
konuşursa o kadar iyi...başkasından başkasına ne! profesyonel
iş hayatı bunu gerektirir diye düşünenler olacaktır?!!!...Aslında 
tüm hayatımız artık bir deney tahtası haline geldi...sistemli
olarak uyutuluyoruz...hem de "ayakta" ve gözlerimiz "açık"!.. 
Var olmayan, sanal bir dünya içine bizi çekerek hipnotize
ediyorlar bizi...böylelikle daha az ya da hiç sorgulamayan,
düşünmeyen ve itaat eden klonlar haline getiriliyoruz...
kapitalist sistemin içinde satın alıp , tüketmekten başka bir şeyi düşünmeyen insanlar yaratmak ;akılcı düşüncenin, gerçeği araştıran ve gerçeği sorgulayan düşünme biçiminin, "us"un ortadan kaldırılması için ne gerekiyorsa yapıyorlar...gündem aptal salak şeylerle meşgul edilirken düşüncelerimiz daha  kopuk, daha şizofrenik, arkaik, tutarsız hale geliyor, insanlar, ırklar birbirine düşürülüp birbirlerine kırdırılıyor, dünyanın göbeğinde açlık, sefalet, savaşlar yaşanırken gazeteler, tv haberleri "magazin"e boğuluyor...gözleri kapatmalı mı, kapatmamalı mı?!iki ucuda da benzer galiba bu  deyneğin!
Deve kuşu bir tehlike durumunda kafayı kuma gömer mi?!... kendi gözlerimle görmedim ama işittim! Devekuşu böylece etraftaki tehlikenin kendisine zarar veremeyeceğini düşünürmüş o küçük kafasıyla! Başkalarını kandırdığını düşünürken aslında kendini kandırıyor!! Ama belkide bu yöntem işe yarıyordur! Onların alemi içinde tam olarak hayvanlar gibi düşünüp, davranabilseydik  bu davranışı ve sonuçlarını daha iyi kavrardık! Aslında güçlü bacakları ile hızlı koşup oradan uzaklaşabilir ya da tekme de atabilirmiş...sadece kafayı gömüp arazide kendini kamufle etme olayına takılıp kalmamış!..
Kendimizi dünyadan yalıttığımız zamanlar vardır...eve kapanırız...kendimizle baş başa kalmak istediğimiz anlar... çevremizde olup bitenden haberimiz olmadan  başka şeylere kafa yormadan bir işe daha iyi konsantre olabiliriz...AMA BUNU KENDİ İSTEĞİMİZLE YAPARIZ...İSTEDİĞİMİZ ZAMAN!..Başkası benim neyi ne zaman yapıp yapmayacağımı, neyi düşünüp neyi düşünmeyeceğimi söyleyemez...duyularıma müdahele ettirtmem! şükürler olsun "otonom sinir sistemi"m henüz sağlıklı bir biçimde çalışıyor!

20 Temmuz 2012 Cuma

"uzun bir gölge"

çok uzun zaman önce
tüm çizgiler
eğrilmeden 
"henüz vakit var"dı...
"yüreğim dalında" 
çiçeğim burnumda iken
henüz...
her şeyin başında
insanlık 
umutlar vardı
kardeşlik...
fikirler özgür
bilekler Nazım
yürekler Orhan
"cep de cepken de delikti  be kardeşlik!"
"olsun varsın" dedik!
bir gün bir işim oldu sonunda
"yuvarlağın köşeleri"ni düzeltme işini
Özdemir abi vermişti! 
"aşka düşmezsen kalabalığa karışırsın, ezilirsin 
Sersem sersem bakınıp durma bir yol seç" demişti ya! 
ona uydum aşık oldum
gizlemeyeceğim adı  "Lavinya"...


sırf o istedi diye yalanlar bile söyledim!
"elimizden kimse tutmadı
başka bir yalnızlıkta boğulduk"
"ölüm gibi birşeydi 
ama kimse ölmedi"
haklıymışsın
Atilla abi...
"yorgun değilim
ne geçmişten, ne şimdiden, ne de gelecekten;
bir yanlızlığım vardı, gittikçe aştım" 
şiirlerinle Özdemir abi
"bir devrimciyi haklı kılan
biraz da acılarmış unutma" dedin unutmadım
inandım ama devrim yapamadım
öğrendiklerim
hayattan çok sizden...
"her şey şiirmiş, çağrısı aşkın
bahar toprağından yükselen tütsü
umut ve acı, başlayan ve biten,
yağmurun ve akıp giden hayatın türküsüymüş"
sağol artık öğrendim
Ataol abi!
Eskiden gölge iken
şimdi  
"uzun bir gölge"yim!..

Not:Şiirleri, düşünceleri arasına girip her defasında aydınlanarak çıktığım,benim için her zaman aynı değeri taşıyacak ustalarıma:Nazım Hikmet,Orhan Veli, Özdemir Asaf, Atilla İlhan, Özdemir İnce,Ataol Behramoğlu'na saygılar! 



Pantalon

"sıkışmış" bir şekilde wc ye; "pisuvara" koştuğum günler olmuştur...fakat fermuar da sıkıştı mı insan çileden çıkıyor! düğmeli pantalonlar da problem yaşanıyor...3-4 düğmenin birini iliklemeyi unutabilirsin ya da  kendi kendine açılabilir! o yüzden millet eşoftman giyiyor galiba!Ütü derdi de yok!..ütü deyince; ütü yapmak bir "sanat"tır...1900 lerde icat edilen bu cihaz kömürle  falan çalışıyordu...günümüzde ise elektirik tasarrufu için ben şöyle yapıyorum: yatağın şiltesini kaldırıp bir güzel sırt üstü seriyor sonra şilteyi tekrar eski haline getirip yatağa bir güzel yatıyorum...yaklaşık on dakika sonra pantalon "jilet" gibi...
Özellikle erkek cinsiyetinin sarmalanmasında önemli bir yeri olan pantalonu, kadın-erkek hepimizin günlük yaşamında  vazgeçilmez bir unsur olarak üzerimizde; daha doğrusu "altımızda" taşıyoruz. Pantolon ismi bir 3.yy. sonunda yaşamış Hıristiyan Azizi olan Pantaleone'den gelmekte(pan:tamamıyla, leon:aslan).

1550 lerde "pantalon" isminin yaygınlaşmasını sağlayan diğer bir husus ise gezgin komedi tiyatrosu "Commedia dell`Arte", de canlandırılan ihtiyar,hırçın ve cimri karakterdir...bu basmakalıp karakter,kendine özgü kıyafeti ile "Pantalone"dir...Ama daha öncesine gidersek Taş devri kaya resimleri, pantolonun "10 bin yıl önce bilindiğini gösteriyor. Pantolon ismini almadan tarih öncesi zamanlarda Asyalı toplumlar arasında epey yay­gınmış... Toplumsal ilişkiler sonucunda Yunanlılar ve Romalılar , pantolon giyen Germenler, Galyalılar ve Keltler'den etkilenerek pantolonu benimsemeye başladılar...Ortaçağ’da Avrupalı erkekler, aşırı mini eteklerle birlikte bacakları sıkıca saran dar ve konçlu rengarenk çoraplar giyerken  Hindistan’da ise erkekler pantolonla dolaşıyorlarmış...Rönesansın başlangıcında bu uzun konçlar zaman içinde şekil değiştirerek çoraplı pantalona dönüşmüş...fakat bu çoraplı pantolonda bir sorun söz konusuydu; erkek cinsel organına yer yoktu!..bu rahatsız durum pantalonun ön tarafına bir tür kılıf eklenerek("braguette":edep yeri kapağı) çözüldü...hatta "orası" da farklı aksesuvarlarla süslendi! Dar pantalon ile rahat edemeyenler sonunda çareyi pantalon bacaklarını ikiye kesip genişletmekte buldu(bir nevi yırtmaç) buradan ise dönemin zengin ve gösterişli ipek kumaşları dışarıya doğru çıkarıldı(15.yy.)Özellikle İspanya'da bu " şalvar" modası yayıldı ve "edep yeri kapağı" ortadan kalktı...16.yy.de bu kez "trampet" benzeri kısa pantalon  moda oldu...17.yy.da artık Avrupalı erkekler, dizlere kadar uzayan dar kısa panto­lonlar giymeye başladılar. 1660 yılında Pariste Hollanda elçisinin başlattığı etek-pantalon modası önce saraya ve tüm avrupaya "Rheingraf” pantolonları olarak, uzun kı­vırcık peruklar ve kurdeleyle süslü yüksek ökçeli ayakkabılar ile bilikte yayıldı... Normal vatandaş­lar ise geniş ve kısa pantolonlarını giymeye devam ettiler...Soyluların giydiği bu pantalonlar zamanla yerini "Culotte"( "popo örtüsü"-"dize kadar inen kısa pantolon")aldı. Sansculotte adı verilen  "baldırı çıplak" halk ise Fransız ihtilalini gerçekleştirdi...

"Culotte"  pantolonları, kı­sa sürede daralarak vücuda yapışan çoraplı pantolonlara dönüştü...Pantolon 18. yüzyılda, o zamana kadar giyilen, diz boyuna uzanan giysilerin stilize edilmiş bir biçimi olarak Amerika kıyılarına ulaştı ve günümüzün düz ve sade erkek bacak giysisi-pantalonu şekillendi...
1850′lerde  Kaliforniya eyaletine akın eden maceraperest altın arayıcılarıyla bölgeye gelen Bavyeralı 24 yaşındaki Levi Strauss'un tüccarlıktan elinde kalan  bir top çadır bezi(kanvas)onu  altın arayıcılarının ihtiyaç duyduğu sert dayanıklı pantolonları(Jean)üretmesini sağladı... bir ara açık renk ve eski görünümlü kot için denizde ıslattığımız kotları kayalara vuruyorduk!..şimdi her tarafı jiletli, yırtık pırtık kotlar moda...  

Kadın hakları savunucuları­nın ve kadın sanatçıların gösteri unsuru olarak kullandıkları pantolon, artık  kadınlar için de günlük hayatın bir parçası durumuna geldi...
Herkesin tarzına uygun bir pantalon vardır...bizde kumaş pantalon kot kadar tercih ediliyor...orta yaşın tercihi kadife pantalon da gitgide azalıyor...


Yandan cepli pantalonlar rahat ve kullanışlı, kot ve deri pantalonlar ise her zaman pişik yapıyor...kovboyların(sığır çobanlarının)ata binmekten mi yoksa pişikten mi?!bacakları ayrık ayrık yürürler; özellikle John Wayne'nin yürüyüşüne dikkat edin!
o yüzden yazın keten ve ince kumaşlardan pantalonlar daha sağlıklı...şu streç pantalonları nasıl giyer bayanlar anlamıyorum!..ama  vücudu uygun olanlara tabi ki yakışıyor! Bahçevan pantalonlar ve iş tulumları çalışma hayatındakilerin dışında hamile bayanların da tercihi...leopar desenlisi, deri, dar paçalısı, İspanyol paçalısı, pililisi, düz renklisi, ekose...çeşit çeşit pantalon...

O gün beğenir alırsınız bir kaç gün sonra  kilo aldığınızdan mı yoksa pantalon kumaşının çekmesinden mi bilinmez; içine sığmazsınız...burada mahalle terzisi devreye giriyor! pantalonun dikişleri bel kısmından açılıyor...
"paça" da mutlak sorun...boydan kısaltmak gerekiyor hep! "Düşük bel" olayından sonra pantalon bulmakta zorlanırken,ilerleyen yaş ve göbekle de kemer yerine pantalon askısı devreye girecek galiba!




18 Temmuz 2012 Çarşamba

"kitsch" objeler

Arkadaşlarım bende "Obsesif-kompulsif" bozukluğu olduğunu düşünüyordu ama içim biraz rahatladı!..bu bozukluktaki biriktirme işlemi sevilen ve manevi değeri olan nesneleri içermiyormuş ve kişi, biriktirdiği şeyin kendisi için bir anlamı olmadığını bilerek topluyor, atamıyormuş...şimdi düşününce "o kadar çok üretim nesnesi varken kişi aslında farkında olmadan evini dolduruyor" dedim...gördüğüm bir çok ev çok yoğun...mobilyalar metrekare olarak eve sığmadığından değil; dekoratif aksesuvarlar fazla olduğundan insan içerde boğulur gibi oluyor...bazı evler de "showroom" gibi...orada, mağaza showroomunda ne gördüyse aynen alıp yine aynı biçimde yerleştiriyorlar!herkesin kendi düzeni ve düzensizliği var...evlerde bir o kadar da ıvır zıvır!...şimdi beni tanıyanlar "şunun söylediğine bak...kendi evini görmüyor mu?" diyecekler..
Kitsch (Kiç) Almanca bir terimdir...Kitsch olan ifade güçünden ve  artistlik değerlerden uzaktır... yüzeysel, ucuz, kötü zevk ve değerleri yansıtır...ama bunlar da bir değer değil mi?...küçümsemeyi sevmem!..





Ticari kaygılarla, tekrar edilerek üretilen (var olan bir tarzın aşağı bir kopyası)  sanat ürünleri için “değersiz” anlamında kullanılır...banal, rüküş ve sıkıcı tüm ürünlere gönderme yaparken kullanırız aslında!... kitsch olanın görünen görüntüsünün dışında bir anlam veya bir içeriği yoktur!.."Böyle bir bibloyu  alır mıydın?" diye soranlara cevabım: "evet!ilerde çok değerlenecek" olur..."yatırım mı yapıyorsun?""yaşın kaçtı?!"..."daha ilerisi kaç sene sonra?"..."bütün topladıkların değerlenecek mi"?gibi sorular gelebilir hazırlıklıyım..."buyurun sorun!"



Hala bir çok evde büfenin , sehpanın ve tv nin üzerinde bildiğimiz ve görmeye alıştığımız biçimde sergilenir biblolar... ingiliz soylularının bibloları, kontlar kontesler mesela, duvarlarda orman ya da göl kenarında bir ev tablosu, ağlayan çocuk, Kız kulesi, Eiffel kulesi fotoğrafı, "takım" halinde korsan ya da çingene kafaları, geyikli, kedili ve köpekli halılar;bilardo, poker falan oynayan köpekler!..


"Onlar" belli dönemlerin simgesi olmuşlar ve o evin sahipleri için bir "değer", evin bir parçası olarak kalmışlardır...ama değişen arz talep eğrisi ne yazık ki , üretim ve tüketimi arttırarak bir çoğunun yeniden ve fabrikasyon bir biçimde karşımıza çıkarmaya başladığında o eşyanın "ruhu" artık ölmüştür...o ruhun peşine düşenler eski objelerin de peşine düşerler...az sayıda ve el yapımı üretimlere bazen çok ciddi paralar verip koleksiyonlarına katarlar...Toplumun genelinin beğeni ve istekleri ucuz yollu nasıl  karşılanacak?!..tabi ki günün trendlerine uyacak şekilde... bu alanda"retro" üretimler devreye giriyor! Çinliler yine götürdü paraları!





peki nereden çıktı bütün bunlar ve nasıl oldu da bütün evlere girdi bu objeler... Geçmişe dönecek olursak; sanayi devrimi, makinelerin gelişimi fotoğrafın keşfi ile birlikte 19. yy. boyunca teknik yoldan yeniden-üretim, geçmişin bütün sanat yapıtlarını kapsamına aldı...Çoğaltılabilirlik-yeniden üretim, sanat eserini kolay ulaşır hale getirdi ama orjinali-kopyası ile bunların temsilleri arasında ilişkiler sorgulandı..."sanat eseri aurasını kaybediyordu"!belki sanat eseri aurasını kaybettiğinde kült olma değerini de kaybediyordu...bunu önemsemeyecek çok insan var!Kült (culte) fransızca bir kelimedir.... Latincesi cultus...Sözlük anlamı din, ibadet, yerel özellikler taşıyan dini törenler olarak geçer...
Kült : tanrıya, ilahi ya da öyle kabul edilen varlıklara, tanrının özel sevgisine mahzar olmuş varlıklara gösterilen saygıdır. İnanç ve bağlılığı göstermek amacıyla belirli bir takım hareketleri yapmak, ibadet etmek... bu işi yaparken kült ürünü olan bir takım objelere; puta tapmak, toteme tapmak gibi şeyler de kültün içine girer. Yani bu ve benzer objelerin yaşamımıza, bu yolla evlerimize girmesi çok eskilere dayanıyor. Aslına ulaşamayan kopyasını alır, bu hep böyle olmuş...imitasyon mücevherler, kopya tablolar, çantalar, blucin, ayakkabılar...vs.vb.plastik çiçekler ne su, ne toprak ister!

Pop Art akımının en önemli temsilcilerinden kabul edilen Andy Warhol da Seri üretimin, seri üretim nesnelerinin sıkça kullanıldığı bir sanat türünü kullandı...popüler sanat akımının  sanatçıları, endüstri ürünü artıklarından tutunda eşyalar, hazır doğa nesnelerine kadar her tür malzemeyi kullanılarak" bir sanat yapıtı" olarak sunmuşlardır.... Aslında Pop-art gerçek ile görüntünün farkını çarpıcı bir biçimde ortaya koyar ve makineleşmiş hazırcı insanı eleştirir... 






Her dönem, 70'ler, 80'ler, 90'lar...mutlaka etkisinde kalınan, başkasında görüp alınan, olmazsa olmaz dediğimiz objeler evlerde baş köşede yerini bulmuştur...büyükten küçüğe sırçadan fil bibloları, müzik kutulu sigaralıklar, döner resimli,  yanar dönerli , renkli lava-psychodelic lambalar...Dekorasyonun yeni trendi ikonik  retro biblolar olunca; inanılmaz çeşitlilikte ürün bu pazara girdi!...eskisilerini bulursanız daha makbul ama!





Kitsch  özellikle insanların duygularını  harekete geçiren bazı temel konulara yüklenir! Aşıklar, çocuklar, anneler, yoksullar, sevimli hayvanlar...caz müzisyenleri, kaptan ve denizciler bile aileden biri oluverir; biblo meraklılarının evinde, ofisinde yer bulur!  insanlar bunları alırken ve evlerinde baktıkları zaman eğlenir ve bazı duygularını canlı tutar...artık onların beğenisini yansıtan ve karakterlerinin göstergeleri halini alır...ucuz fiyat ve basit tasarımla neredeyse her eve girmeyi başaran "İkea": "evinizin her şeyi" yeni bir insan modeli yarattı; "çok ucuz! kaçırma al! kullanmazsan atarsın"!