2 Kasım 2017 Perşembe

Düşünce Kuşu



...eski bana bir kala
asılı kalıyor sözler
 havada
 yaprak döken ruhumun
 ağaçlarına tünemiş 
çıplak gerçekler
uçurumdan aşağı
fütursuz
gülüşler 
ütüsüz
sayfalar boş
yelkenler rüzgarsız
güvertede tayfalar aylak
küfürler ediyorum
denize değil 
ama
denize doğru
bu kez
benden önce
zemberek kuruyor beni
geriliyorum
sakınmadan kendimden
eski bana doğru
ilerliyorum
eski bir şarkının nakaratı
babamın "Seiko" kol saatinde
sapık tiktaklar
dedemin tıraş fırçasından 
dökülen kıllar
"düşünce kuşu"
uçuyor yine
benden uzağa
özgürlüğünü çalıp
bir suç işliyorum


geri almak için
kelimeleri
alınca
bir başka suç daha...

19 Eylül 2017 Salı

"eğer deniz derin gelirse..."




gel git
geliyor ve gidiyor
bir bakıyorum bileklerime kadar sudayım
bir bakıyorum çok uzağındayım
güven olmaz derler ya
hem denize
hem kadınlara
gelgitleri fazla!

ağır bedenler
şimdi
soluksuz
benzersiz
duru bir nehir düşünde
kaybolmak için
içinde
denizden daha iyidir
eğer deniz derin gelirse
diye
...
lacivertin göbeği
fırça değmemiş
ham hali
boğuyor beni
bir resmin
en derin yeri
en iyisi sığlıklar
bir yengeç için
olduğu kadar
...
çiğ bir ışık altında
güvertede
beyaz örtülü bir masada
boş tabaklar
avutur gibi
söyler
sanki sessizlik
ruhuma pembe yalanlar
avutur gibi
sankisizlik
sanki
içine daldığın kadar
sarmaşıklı bahçelerde
işler karışık
artık
ve
oysa
...
düşünüyorum
yine de dönüşüyorum
gibi ve benzeri
mesela
benden
mesela günlerden
hiçlik
yer çekiminde
evrenin
...
ve ağırlaşıyor bedenler
soluk
günlerde
benzersiz
duru bir nehir düşünde
geçirgen
hafif
soluksuz
....
içten bir şekilde
kaybolmak için
içinde
...
eğer deniz derin gelirse
diye...

16 Haziran 2017 Cuma

Parabolik Muvazene-y=ax2+bx+c, etki-tepki vb.vs ve bir sürü şey daha ...





Bir düzlemde alınan sabit bir "d" doğrusu ile sabit bir "f" noktasından eşit uzaklıktaki noktaların geometrik yeri diye başlarsak olay farklı bir noktaya gider... 
"Kat'ı mükâfevî" yani Parabolik diyelim orada kalsın şimdilik.

"Muvazene" kelimesi  ise çoğunlukla akıl dengesi ile ilgili "muvazenesini kaybetti" örneğinde olduğu gibi ve benzeri kullanılır ki "kimsenin zihinsel ve duygusal uyumu bozulmasın" dileklerimi de buradan ileteyim. Ne yazık ki bu konuda -sadece kendi açımdan değil çevremdeki insanlar açısından da- bu tür belirtilerin arttığı günlerdeyiz. Durup dururken ağlamaya başlamam yaşlılık belirtisi olabilir ama biriken mutsuzlukların, kaybedilen dengelerin bir sonucu da olabilir. Hepimiz kendimizce dengeler kurmaya çalışıyor ya da kurduğumuzu zannediyoruz. Yanılıyoruz!

İki cismin karşılıklı olarak birbirlerine uyguladıkları kuvvet her zaman eşit ve zıt yönde olursa denge oluşur....Dengeyi istemek güzel ama dengenin şartları içinde zıtlığın olması düşündürücü. Dengeler hassastır; biz insanlar gibi. Uzatmadan asıl konuya geçelim.


"Tarih tekerrürden ibarettir" ... farklı zamanlarda aynı olmasa da benzer olayların akışıdır tarih; dolayısıyla ben de zaman zaman eski yazdıklarıma dönüyorum.
Dün Esentepe- Gayrettepe arasında yolun kenarında yaşlı bir teyze gördüm. Beline bağlı çantasından dışarı uzanan Türk Bayrağı, üzerinde bir çok Atatürk rozeti ile yorgun , yaşlı bedenini koltuk değneklerine yaslamış,sırtını yola ve trafiğe dönmüş bir "yaşlı Cumhuriyet çocuğu"...Ona bakarak geçtim...göz göze gelemedik; zira karşıda bilemediğim bir noktaya odaklanmış öylece duruyordu gözlerini kırpmadan. Bu herhalde bir tepki, bir protesto dedim. 
Geçip geride bıraktığım yolu gerisi geri yürüyüp yanına gittim.

-Affedersiniz! İyi misiniz? Sizi öyle görünce...
-Gayet iyiyim
-Sırtınızı  caddeye dönmüşsünüz. Karşınızda da bir bina var ama ona da bakmıyorsunuz!
-Yüzümü nereye dönersem döneyim ben görürüm, nereye dönmek zorunda kalırsam kalayım ben istediğimi görürüm.
Yeter ki görmek iste!

O son cümleyle göz göze geldik ve bir süre sustuk. Başımı yukarı aşağı sallayıp gideceğim yöne doğru yürüdüm...
Görmek ve görebilmek işte böyle bir şey. Gözler ve bellek gördüklerimizin yükünü ve sorumluluğunu taşırken. 
Göremediklerimizi hayal ederiz. Bu da bir çeşit denge kurma amaçlı olabilir!
"Adalet" kısmına gelince dünyanın adaletli bir yer olabilmesi pek mümkün görünmüyor. Çünkü insanlığın çivisi çıkmış, nefret göbek adımız yapılmış, herkesin sadece kendini düşündüğü bir dünyada mümkün değil!
Sitem ettiğimizde, isyan ettiğimizde "adaletin bu mu dünya" deriz.
İnsanın kanunlar ve yargı sistemi  dışında adaleti arayacağı her mecra olayları kontrol dışı ve çözümsüz bırakabilir. Demokrasi varsa düşünce ve görüşlerini elbette söyleyebilir, paylaşabilir...Ama ya sistemin adil olmadığı bir oluşum söz konusuysa; işte o zaman insanlar yargının bağımsızlığı için mücadele etmeleri de söz konusu olur. Dengeler  hassastır; kurmak, korumak ve herkesi memnun etmek zordur.

"Adalet", kimilerine göre "Cesur ve Güzel" dizisinde baba Korludağ'ın eczacı karısının adından öte bir şey değil işte! 

"17 Aralık 2013 Salı" tarihli blog yazımda Paul Eluard'ın "Asıl Adalet" şiirini paylaşmıştım. Yine paylaşıyorum.

ASIL ADALET

İnsanlarda tek sıcak kanun,
üzümden şarap yapmaları,
kömürden ateş yapmaları,
öpücüklerden insan yapmalarıdır.

İnsanlarda tek zorlu kanun,
savaşlara, yoksulluğa karşı
kendilerini ayakta tutmaları,
ölüme karşı yaşamalarıdır.

İnsanlarda tek güzel kanun,
suyu ışık yapmaları,
düşü gerçek yapmaları,
düşmanı kardeş yapmalarıdır.

Hep var olan kanunlardır bunlar,
bir çocukcağzın tâ yüreğinden başlar,
yayılır, genişler, uzar gider
t"a akla kadar.

 Paul ELUARD(Eugène Grindel)
 Çeviren : A. KADİR


*Asıl Adalet" şiirini yazan Paul Eluard 
da bir adaletsizliğe kurban gitmiş...
Yazar, savaş sonrasında önce Dada hareketine, sonra da gerçeküstücü akıma aktif olarak katılmış,1929  yılında Dali'yle tanışan karısı Gala, Éluard'dan ayrılmış...Paul Eluard, hem aşk hem de devrim şairi olarak 20. yüzyılın en büyük Fransız edebiyatçıları arasında gösterilir. Zülfi Livaneli de "liberté" şiirini "Ey Özgürlük" olarak bestelemiş, dilimize bir marş gibi dolamıştı...Gala'dan ayrılınca "eyy özgürlükkkkk" dese de paçayı 1930'da, Nusch adını vereceği Maria Benz'e kaptırmış,1934 yılında da evlenmiş... 

4 Haziran 2017 Pazar

"Kaos"taki örüntü-1-

Hayatın bir illüzyon olduğunu söyler dururum...sonra bir gün bir baktım Einstein zaten bunu  çoktan söylemiş... Çok mutlu oldum onun gibi düşündüğüm, kafa yorduğum için... ama  bazı şeyleri bilmek ne fayda sağlıyor diye sorduğumda kendi kendime pek bir yere varamadım. Var olmayla ilgili çocukken her nesneyle ilgili sorduğum soruda dünyanın varoluşundaki gizeme takılır kalırdım. İnsan yapımı olanları anlamlandırırken doğal olanların varlığını çözemezdim. Sonra varlığını çözmeyi bir kenara bırakıp güzelliklerini seyre daldım. İşte hayat o zaman anlamlı hale geldi. 

Evrenin en anlaşılmaz özelliği, onun anlaşılabilir olması”dır.  Bir kum tanesinin sırrını çözmeyi başarsaydık, bütün dünyanın sırrını öğrenmiş olurduk.“Evreni daha da anlaşılmaz yapan, bir parçası ile bütünü anlatabilme özelliğidir”
Einstein

Mevcut bilgi birikimimizle öyle sorunlar yaratırız ki aynı birikimimiz bu sorunları çözmemize yetmez.Evet! Hayat organiktir...organik olan bir şeyin kesin kalıplarla, formüllerle açıklanması beklenemez. Fiziksel yasalar ne kadar basit olursa olsun sonuç o kadar rastlantısal ve karmaşa doludur ki bu da sürprizlere her zaman hazır olmanız anlamına gelir. Siz bir eylem başlattığınızda başka bir düzeni bozmuş olmanız bile mümkündür; doğada bir taşı yerinden kaldırdığınızda yerine tekrar koymadığınız zaman olduğu gibi... Tam aksine bir şey için çabalamadığınız zaman çabaladığınızdan daha fazla ve hızlı biçimde sonuca ulaşmanız da mümkün. 
İnsanoğlunun ömrü "hayatı anlamak ve anlamlandırmak"la geçer.  Her şeyi excel tablolarına uygulayamazsınız. Hayatı da... Hayatın belli bir düzeni ve sistemi olsa da  her zaman sistematik bir biçimde ve  istikrarla ilerlemez. Kesin sonuçlar, mutlak doğrular hayatın işleyişinde sürprizlerden, randomize sorun ve sonuçlardan çok daha azdır. Yani organik hayatın belirsizliğini yüz yıllardır belirli bir yapı içinde açıklamaya çalışanlar hep bir noktada tıkanır;  "Kaos".

Düzensizliğin de içinde bir düzen olduğunu düşünürüz...çünkü her şeyin kontrol edilebilir, öngörülebilir ve bilinir olmasını isteriz hayatımızda...Sürprizleri severiz ama nedense hazırlıksız yakalanma fikri de bizi rahatsız eder nihayetinde...
Kaos kuramı, kaos teorisi veya kargaşa kuramı; yapısal olarak bir fizik teorisi ya da matematiksel bir tümevarım değil, fiziksel gerçeklik parçalarının bir bütün olarak eğilimini açıklamaya yarayan bir yöntemdir. Düzen düzensizliği yaratır. Düzen düzensizlikten doğar. 

Düzenin anlayamadığımız hali midir kaos ya da düzensizliğin içinde de bir düzen var mıdır?
Oluşan, ulaşılan her yeni düzende bir ressamın araştırma çizgileri çizerken ki haline benzer bir arayış söz konusudur; bu her sabah rüzgarın tüm yönleri şöyle bir yoklayıp sonra tek bir yönden esmeye başlaması gibidir. İşte o arada eski düzen ile kurulan yeni düzen arasında değişim ve geçişte kesişme noktalarında kısa süreli bir uzlaşma, uyum süreci yaşanır; bir buz küpünü suya attığınızda hemen erimez...
Sonra her şey olmasa da bir çok şey kendiliğinden örgütlenen bir süreçle bizim mantıkla açıklamaya çalıştığımız bir biçimin dışında nereye gideceği ve varacağı kestirilemez bir yöne doğru gelişir.
Mürekkebin kağıtta yayılması  benzerlikler taşısa da her seferinde farklı olur. 

















Düzen bir aldanma mıdır?!İnsanın yapay yaşamı, yapay etkinliklerinde bu böyle olabilir ama doğada bir düzen söz konusudur. İnsan doğayı taklit eder, ondan aldıklarını kendi hayatına ve üretimlerine aktarır, tasarımlarına yansıtır. 

















Doğaya baktığımızda düzeni ve matematiği görürüz(tabi nasıl baktığınıza bağlı olarak). Doğal oluşumlar yapısal olarak belli tekrarlar ve örüntüler içerir. Bu da belli bir düzendedir. Doğal olgular "doğal olarak" ısı, basınç, ışık vb. gibi bir takım dış etkenlerden etkilenerek  farklı süreçlerde oluşur.


















"Örüntü"; "pattern" birbirini tekrar eden şekiller, biçimlerle karşımıza çıkar. Özünde bir yinelenme ve düzen olduğunu görürüz.Her birinde küçük farklılıklar vardır. Doğada mükemmel bir yuvarlak ya da kare yoktur, doğanın şekilleri yamuk,  karmaşık,  çatallı, kırıklı, girintili çıkıntılıdır. Örüntüleri kavradıkça doğadaki bütünselliği anlamak mümkün olur. En basitinden, denizdeki dalgalar ve çöl kumullarındaki dalgaların benzerliği ...Dünyanın bir parçasını anlamak bütününü algılayışımıza ışık tutar. .”

"Fraktal" ise parçalanmış ya da kırılmış, kırıklı anlamına gelen latince "fractus" kelimesinden gelir. Bir şeklin orantılı olarak küçültülmüş ya da büyütülmüşleri ile inşa edilen örüntüler fraktal olarak adlandırılır. Fraktalın önemli özelliklerinden biri, küçük bir parçasındaki örüntünün şeklin tamamındaki örüntüyle aynı olmasıdır.  Bir cismi oluşturan parçalar ya da bileşenlerin cismi tamamına benzemesi matematikte 'fraktal' olarak adlandırılır. 
Ağaçların köklerinden, yaprakların damarlarınadan  insanın damarlarına, nöronlarına, bronşlarına kadar,  mercan poliplerinden karnıbahar ya da brokoliye kadar... salyangozun spirallerine, kristallerden kartanesine, bir sineğin kanadına, eğrelti otuna kadar pek çok oluşumda bu yapıyı görürüz.  
Yerküreyi 6-7 kez dolaşabilecek kan damarlarını ve bir kaç tenis kortu kadar alan kaplayan akciğer hava keseciklerini bu küçücük vücudumuza; 100 trilyon hücremizin her birindeki bir kaç mikrometrelik çekirdeğin içine paketlenmesinin ardında, işte bu fraktal kurallar yatmaktadır…


Bir örüntünün fraktal olabilmesi için: 1- Öncelikle örüntü olabilmesi için bir kurala göre ilerlemesi gerekir. 2- Örüntünün büyümesi veya küçülmesi gerekir. 3- Bir önceki şekli içinde barındırması gerekir. 

Resim sanatı oran-orantıyı(aritmatiği), perspektifi( geometriyi) içinde barındırır.  Sanatın Matematikçisi olarak görülen Escher'in eserlerinin birçoğunda optik illüzyonla karşılaşırız. 2 ve 3. boyuta aktardığı illüzyonları, sonsuzluk hissi uyandıran, simetrik, metamorfoz çizimleri ve oluşturduğu fraktallarla hala bizi etkilemeye devam ediyor. Escher, çalışmanın ardındaki asıl itici gücün "çevremizdeki doğada bulunan geometrik yasalara olan derin bir merak" olduğunu ifade etmiş...




                                -devam edecek-

4 Mayıs 2017 Perşembe

sigara parmak aralarını biraz daha sararttı

Sokağın sonundaki börekçinin önünde durdular. Baba kızının elini yavaşça serbest bıraktı. Sonra elini cebine götürdü...bozukluklar birbirine buz tutmuş gölün  kırılan plakaları gibi çarptıkça çarptı... üç tane birliği kavradı aralarından, avucunun içinde tuttu bir süre...soğuktular... paralar ne kağıttılar ne de birbirlerini ısıtacak kadar çoktular. Avucundakileri kızına uzattı. Adam dibine ulaşan sigarasının koruyla yeni bir sigara yaktı. 
Küçük kız börekçiye girdi, üç liralık kürt böreğini üzerine pudra şekeri serptirip kağıda sardırdı, plastik çatalı aldığı börekle poşete attırdı. Adamın sigarası bitmek üzereydi. Son bir nefes çekip yere attı. 6 yıllık  "Mekap" ayakkabısının burnunu tabanı köseleden ve pençeli bir rugan ayakkabı gibi yumuşak bir bilek hareketiyle sağa sola iki kez çevirerek sigarayı ezip söndürdü. Kızına tütünden sararmış elini yeniden uzattı. Kızın da ellerine yanık tütünün isli kokusu siniyordu her babasının elini tuttuğunda ... Ama küçük kız bunu seviyordu. Bu koku babasını yokken bile yanında hissettiriyordu.

Yola devam ettiler. Yarım asırlık tuhafiye dükkanının önünden geçerlerken kızı vitrinde toz içinde kalmış oyuncak bir bebeğe her sabah olduğu gibi göz ucuyla baktı. Bebek her zamanki yerinde kıpırtısız durup onun geçmesini bekliyordu. Karşı kaldırımdaki yeni açılan marketin manav bölümüne önünden geçerken bakışlarını özellikle meyve tezgahından kaçırmaya çalışırken; gözü ister istemez can eriklere takıldı. Adam bu kez kızının elini bırakamadı kendi elini cebine atabilmek için... daha da sıkı tuttu kızının elini. Erikler üzeri streçli paketin içinden birer mücevher gibi parlarken adeta 22 lira olan fiyatın her kuruşunu hak ediyordu...hak ediyordu ama onun cebinde sadece iki lira kalmıştı. Problemi çözmeye çalıştı kafasından...sağlamasını yaptı...20 lira eksikti eriği alabilmesi için...hiç bir şey görmemişler gibi bozuntuya vermeden yürümeye devam ettiler. Okul caddenin sonunda duruyordu her zamanki yerinde. Adam kapıya yaklaştıklarında durdu. Kızına omuzundan çıkartıp okula kadar taşıdığı sırt çantasını verdi, sarıldı, öptü, okulun bahçesinden içeri binaya girinceye kadar ona el salladı. Cebindeki iki lirayı tuttu gerisin geri yürürken avucunda. Tezgahtan iki liralık doldurulmuş sigara alıp meydanda kaldırım kenarına iş bekleyen dört adamın yanına çömeldi. İki üç sigara daha içti peş peşe. Sonra bir pikap araba durdu sağda eliyle dört kişi diye işaret etti. Dört adam yerlerinden fırlayıp aracın arkasına atladılar. Öğlen oldu. Başka gelen giden yoktu. Adam kızını almak için tekrar okulun yolunu tuttu. Eli cebinde...eli boş...cebi boştu...son sigarasını yaktı... sigara parmak aralarını biraz daha sararttı...

23 Mart 2017 Perşembe

"Pasajlardan AVM'lere...Walter Amcamın Anısına



Walter Benjamin'in "Pasajlar"ından bahsedildiğini ilk duyduğum yıllarda en iyi bildiğim, sık sık uğradığım yer çiçek pasajıydı. O yıllarda tam bir flanördüm(avare ve gezgindim yani). Oradan oraya dolaşır, defterleri yazı, şiir ve fikirlerimle doldurur. Bolca kitap, alkol ve kahve tüketir, insanları gözler, sohbet ederdim. Sonra geriye dönüp bir baktım ki ne Beyoğlu eski Beyoğlu ne de İstanbul eski görünümü ve tadında. Değişimin değirmen taşı altında öğüttüğü yüreklerden biriydi artık yüreğim. Hoş zaten gezip tozacak, avarelik edecek ne zaman ne de ruh kalmıştı!Benjamin'i biraz incelemeye başladığımda tıpkı onun gibi ıvır zıvır nesneler, hikayeler topladığımı ve bu devrin adamı olmadığımı bir kez daha anladım. 

Şimdi gelelim şu pasaj meselesine;
Pasaj,yazınsal bir yapıttan ya da herhangi bir yazıdan alınan parça o ve aynı zamanda  "içinde dükkânlar bulunan, genellikle üzeri kapalı ve her iki yanı sokağa, caddeye açılan çarşı" anlamını da taşıyor; yani Benjamin amca için bir taşla iki kuş! 
Kelime fransızca "passages": "geçişler" her iki yanı sokağa, caddeye açılan, geçiş sağlayan anlamıyla zaten açılımı yapıyor da Benjamin amca için neler ifade etmiş onu anlamaya çalışalım.( Bu arada çeşitli zamanlarda kitabın içinde yer alan yazılarla karşılaştım ve parça parça da olsa okudum.  Yıllar sonra Susan Buck Morss'in "Görmenin Diyalektiği- Walter Benjamin ve Pasajlar Projesi kitabıyla yeniden bu konuyla karşı karşıyaydım ve artık yüzleşmem gerekiyordu).
En başında çok kısa ve öz cevaplarsak:
Benjamin'in içinde bulunduğu zaman dilimi değişimin, yaşamın hızlandığı ve her şeyin karışık bir durumda olduğu bir dönemdi ve o arada kalıyor; arada kaldığı şeylerin adına ise "pasajlar" diyordu...
"Arada kalan şeyler hayata geçişleri sağlar..."
“Benjamin’in ilk notları projenin temalarının büyük kısmının kısaltılmış tarzda ifade edildiği yorum parçalarıdır. Bu bir araya getirilmiş parçaların belli bir düzeni yoktur: pasajlar, moda, can sıkıntısı, kitsch, hatıralık eşyalar, mum figürler, gaz lambaları, panoramalar, demir konstrüksiyon, fotoğraflar, fahişelik, Jugendstil (yeni tarz), avareler (flâneur), koleksiyoncular, kumar, sokaklar, eşya kutu ve kılıfları, alışveriş merkezleri, metrolar, demiryolları, sokak levhaları, perspektif, aynalar, yer altı mezarları, iç mekânlar, hava durumu, dünya fuarları, anayollar, mimari, haşhaş, Marx, Haussmann, Saint-Simon, Grandville, Wiertz, Redon, Sue, Baudelaire, Proust, Merkezi yöntemsel kavramlar da mevcuttur notlarda: rüya imgesi, rüya evi, rüya kolektifi, kök-tarih, tanıma’nın şimdisi, diyalektik imge.” (s. 50-51)Susan Buck- Morss'in "Görmenin Diyalektiği- Walter Benjamin ve Pasajlar Projesi
...Bu bir çuval materyal listesi sürrealistlerin hem nesnel hem de hayal olarak gördükleri kent olgularına olan hayranlığını gösteriyordu. Benjamin, "Pasajlar"da kent kültürlerinin oluşumunu incelemek istiyordu ama onun dünyası pek sağlıklı bir ortamda değildi...İnsanlar sürekli değişim içinde olan metropolleri büyülü buluyorlardı; hala da bulanlar var!Burada yaşamak benim için ise tam bir işkenceye dönüştü. 


Stil devrimi:
Soldakiler-Kadife döşemeli koltuk, August Kitschelt,Viyana,1851
ve çalışma masası,C.F.Grubb,Banbury,İngiltere,1851
Sağdakiler-Çelik borulu sandalye, Marcel Breuer, Bauhaus, 1928 ve sökülüp takılabilir sandalye, Josef Albers, Bauhaus, 1929

“Pasajlar şunu savunur: Kapitalizm çağını biçimci “modernizm”ve tarihsel açıdan eklektik “postmodernizm” diye ikiye ayırmak  bir anlam ifade etmez,çünkü bu eğilimler zaten sınai kültürün  başından beri var olmuştur. Paradoksal dinamikler olan yenilikve tekrar, basit bir biçimde kendilerini yeniden tekrar ederler. Modernizm ve postmodernizm kronolojik çağlar değil, sanat ile teknoloji arasında yüzyıla yayılan mücadeledeki siyasal konumlardır. Nasıl ki modernizm toplumsal işlevle estetik biçimin uzlaşmasını öngörerek ütopyacı özlemi ifade ediyorsa, postmodernizm de bunların özdeş olmadığını kabullenir ve fanteziyi canlı tutar. Dolayısıyla her iki konum da ancak kısmi bir hakikati temsil eder; meta toplumunun çelişkileri aşılmadığı sürece bunların her biri “yeniden” ortaya çıkacaklardır.” diyor Walter Benjamin. (s. 387)Susan Buck- Morss'in "Görmenin Diyalektiği- Walter Benjamin ve Pasajlar Projesi
20 yüzyılın Marxist geleneği içinde en önemli kültür kuramcısı Pasajlar"ı 1927 yılında Paris'te sürgündeyken kaleme almaya başlamış ama bitirememiştir... 1940'ın 25 Eylül akşamı o morfin haplarını içip intihar edene kadar derin düşünen, kapsamlı araştıran özgün yazılar üreten bir üstad, tefekkür eden melankolik bir adamdı...Toplayıcılık yapardı...Anılar, el yazmaları, fotoğraf ve eşyalar tıpkı benim gibi... Toplayıcılık tutkusu da bir devrimcinin tutkusuna benzetilebilir. Daha iyi bir dünyada yaşama dileği ile nesneleri değişim ve kullanım değerlerinden kurtarmayı arzulamak...Bu arzuyu son günüme kadar hiç yitirmeden yaşamak istiyorum. Sadece bu arzu beni heyecanlandırıp hayata bağlıyor.

Bir pasajdan geçer gibi geçerek, bir kapıdan, bir çıkıştan diğerine geçişi sağlayarak "Pasajlar" ile tarih temellerini şimdiki zamanda-güncel zamanda bulacak, onun yaklaşımıyla tarih, geçmişin yıkıntılarından kurtulacak, geleceğe yöneltecekti...


Felaket kavramını tarih vizyonunun merkezine koyarak; gözlemlerinin sonucunu "ilerleme felakettir, felaket ilerlemedir. Felaket tarihin sürekliliğidir" notlarını düşmüş!
Walter Benjamin Pasajlar’da 19. yüzyıldan itibaren yükselen modernizmi ve kentin yeni çehresiyle kentlilerin ilişkilerini irdelerken bu ve benzeri sorulara yanıt aramıştır. Şu an artık yanıt aramaya gerek yok; zira bulduğunuz yanıtlar sizi artık ve asla mutlu etmeyecek. Yok olup giden yaşamın güzelliklerine her gün yenilerinin eklenmesini görmek kimi mutlu eder?

Şu an değerleri koruma, insanları"anlama" zamanı değil! Şu an yok etme, dayatma ve çirkinleştirme zamanı. Estetiği eklektik bir karmaşada silip yok etme zamanı...Zavallı İstanbul'um!
Aşağıda Taksim Gezi Parkı-Topçu Kışlası'nın(1780) eski hali ve yapılması düşünülen, tartışma yaratan, 28 mayıs 2013 tarihinde durdurulan AVM'li, rezidanslı proje... 

















İstanbul’da da dönemin ruhuna uygun olarak iki sokağı birbirine bağlayan bu pasajlar Türkiye’nin de ilk alışveriş merkezleriydi aslında. Ama bugün bildiğimiz AVM’lerden on kat daha sıcak ve samimiydiler.İnsanın kendini insan gibi hissettiği, vakit geçirmekten haz aldığı yerlerdi. Osmanlı’nın hüküm sürdüğü kıtalara ithafen Anadolu Pasajı, Rumeli Pasajı, Afrika Pasajı gibi isimler verilen yapılar ve Hazzopulo pasajı, Atlas Pasajı, Aznavur Pasajı, Halep ve Elhamra, Çiçek Pasajı...Hepsinin hikayesi farklı. İstanbul'da yaşayan bir çok kişinin bu mekanlarla ilgili mutlak bir anısı vardır. Örneğin tarihin tozlu sayfalarından birinde, Elhamra Sinemasında Charlie Chaplin’in ünlü Modern Zamanlar’ını izleme şerefine ulaşmış kişileri düşününce tüylerim diken diken oluyor! 
Ben de bir çok anı biriktirdim bu mekanlarda. Dükkanlar, sinemalar, tiyatrolar...hepsi değişime yenik düşüyor. Pasajlar bir bir ruhunu kaybediyor. AVM'lere devrediyor yerlerini. Zamanın yavaş aktığı geçmiş yerini koşuşturan, nereye doğru ve ne amaçla koşuşturduğunu bilmeyen yığınlara; çılgın bir akışa ve tüketime bırakıyor.
















Statik elektrikle yükleniyoruz AVM'lerde, insanlıktan uzak, tüketirken tükeniyoruz yığınlarla birlikte...tıkılıp kalıyoruz içeri, yönümüzü, yolumuzu seçemiyor, çıkışa, yürüyen merdivenlere ulaşıncaya kadar bütün katı dolaştırılıyoruz...
Mağazaların kasalarında uzun kuyruklarda beklemek zorunda kalıyoruz...çünkü artık çok kalabalığız ...çünkü artık çekirge sürüsü gibiyiz! Tüketerek mutlu olmaya çalışıyoruz...mutlu olamıyoruz ve ne yazık ki olamayacağız eskisi gibi...

... "ilerleme felakettir, felaket ilerlemedir. Felaket tarihin sürekliliğidir" 

3 Mart 2017 Cuma

iki hecelik ismin...



dönüşündeyim yolun
hatta
sonunda
kıpırtısız
dingin
günün
solunda...
haykıracakken
susuyorum
yapraklarından
sıyrılmış
çıplak dallar
umutsuzca
toprağa saplı
kayalar 
kuru cılız otlarla
...

üzerinden bir gün geçti
 henüz
allak bullak
kafam
nefesim de
buğulandırıyor
düşüncelerimi
zamanın
soğuk
aynasında
yazabilmem için
önce 
öğrenmeliyim
iki hecelik
ismini
...


9 Şubat 2017 Perşembe

Haliotis lamellosa (Deniz kulağı)


O-bir kez ağızdan çıktı mı
sır olmaktan çıkar...
yerin kulağı var 
yerin kulağı...
sen ne kadar gizlesen de
bildiklerini
fısıl fısıl konuşsan da
duyulur eninde sonunda 
yerin kulağı var
yerin kulağı...

BEN-denizin de kulağı var
denizin de kulağı...
iyi ki de var
duyar, dinler
 ama içine atar
koynunda saklar
bilirim
benim olanı...
bu yüzden
haykırır söylerim ya
 kıyısında
sakınmadan 
her lafımı!

8 Şubat 2017 Çarşamba

Gourmya yulgata-(şeytan minaresi)



sükunetinimi koruyorum
kendi gölgemde
yanı başıma
kıyıma
cesetler vururken...
yalın ayak bu hiçlikte
üst üste nefretten
kuleler yükseliyor
artık
boşluklara hapsolmuş
düşünceler var
fokun mağarasında…
sararan yüzümü alıp karşıma
mavi damarlı yaşlı ellerimden
sağıyor zaman
susuyorum
her suskunluk
kaybettiriyor
geleceği
biliyorum 
nafile...
ben kuruyorum
zembereği 
o boşaltıyor…