31 Aralık 2013 Salı

küçük beyaz bulutlar ve ince gümüş iplikler



Bedenimizi hayata bağlayan ya da mahkum eden prangaları; kimliklerimizi, statülerimizi, rollerimizi, mecburiyetlerimizi , mutsuzluklarımızı, hayal kırıklıklarımızı anlatmaya kalksam hiç bitmez! Ya ruhumuzu bedenimize bağlayan şu ince gümüş ipliklerden bahsetsem kaç kişi ciddiye alır!
5 gündür hastahanede öldük öldük dirildik...ağabeyim ödem dolu gövdesinin ağırlığından kurtulmak için ha bire ellerini göğe doğru kaldırıp o ince gümüş ipliklerini çekip bulutları aşağı ; yanına indirmek, üzerlerine binmek istiyordu...çekip çekip ipi sarıyordu.."ne diye sarıyorsun? sal!" dedim. Sal ki bedenini bir uçurtma gibi bulutlara, oradan da göğün diğer katlarına ulaş...hafifle! Ama bunu asla "ölümü kabullen" anlamında söylemedim...gevşemesi ve hastalığın bedeninin üzerindeki baskısından kurtulması için söyledim... astral bir seyahat mümkün... sadece insanlar bu seyahatten dönemeyecekleri korkusunu taşıyor. Benim de bir iki tecrübem olmuştu, dönebilmiştim...zira bu dünyada, bu zamanda olmak istiyordum bir çok olumsuz şeye rağmen...gittim başka bir boyuta, başka bir zamana...geleceğe, geçmişe..
Bir kaç haftadır halüsinasyonlarla mücadele ediyordu...olmayan bulutlar, gümüş iplikler, onu çağıran dedem, anneannem...benim görememem var olmadıkları anlamına gelmiyordu bu görüntüleri...biz halüsinasyon diyorduk...ama onun için gerçekti...sabahlara kadar günlerce uykusuz, ağaçlardan meyveler topladı ve gülümseyerek yedi, her birinin tadını gerçekten hisseder gibi! olmayan arkadaşlarıyla olmayan telefon ile görüşmeler yaptı, çikolata yedi, sigara içti dumansız, külsüz...bir mim sanatçısının yapamayacağı kadar gerçekçi...birazdan hastaneden çıkıyoruz; yeni yılı evde geçirmek için, ciğerinden suları alınmış, yüreğinden umutları alınmış...çok vakit yok belki onun için...ama o küçük beyaz bulutlardan şikayetçi değil üzerinde asılı duran...o ince gümüş ipliklerden ruhunu bedenine bağlayan...biliyorum her nereye giderse gitsin hep bizimle olacak! Yeni bir yıla girerken belki son zamanlarımızı, anılarımızı, kelimeler ve bakışlarla ya da bir şarkıda paylaşacağız...ama her nereye giderse gitsin o gümüş ipliklerini takip edip onu bulacağım! Herkese iyi yıllar, özellikle hastanede yatanlar ve onlara bakanlara mutlu, sabırlı  yıllar!

26 Aralık 2013 Perşembe

bakışlar -1-




          Sessizliğin dilidir bakışlar...

geçen hafta...


                                     
              Tuvalet "arıza"lanınca!..


                                     
                     Eski "çıkma"kapılardan  paravan...
                                               
           

                Kapıların ardındakileri merak edenlerin marifeti
                Surlarda açılan gedik misali...

                               
                                         
                          Gövde ve gölge gösterisi...


                                     
                      45 numara saltanat kayığı...ama artık içi boş!

     Hareketli bir haftanın sonunda, karabulutların arasından  ülkem için artık "ışık" sızmaya başladı... aydınlık günler yakın...lütfen fotoğraflara bir daha bakın!

24 Aralık 2013 Salı

dün ve bugün


















çocukken
bir arkadaşım vardı
dişleri arasından tüküren
çocukken
başka bir arkadaşım daha vardı
parmaklarıyla ıslık çalan
dişlerimin arasından hiç tüküremedim
ama ıslık çalmayı öğrendim
en kralından...
çocukken korkularım vardı
hala var
eskisinden daha da çok...
çocukken
aile bir aradaydı
bayram seyran hep kalabalık
hep cümbür cemaat curcuna
şimdi tek sayılarda
sessizlik
ama
rüyalarda
her bayram
kurulu o sofra
ama
yine aynı deniz kokusu
her lodosta
yine
aynı sokakta...

19 Aralık 2013 Perşembe

Belleğin Azmi-Deli Dolu Dali

6 yaşındayken aşçı, 7 yaşında Napoleon olmak isteyen Dali“Bir deliyle aramdaki tek fark, benim deli olmamamdır” diyordu...
1936’da Londra’daki Uluslararası Gerçeküstücülük Sergisi’nin açılışına dalgıç giysileri içinde ve tasmalı iki köpek ile gelebilecek kadar orijinal bir kişilikti...
Tulumun beline mücevher işlemeli bir kama takmıştı; bir elinde bir bilardo ıstakası tutuyordu...Sigmund Freud’un bilinçaltı imgelerin erotik çağrışımları üzerine yazdıklarından ve Paris gerçeküstücülerinin bilinçaltını ortaya çıkarma eğilimlerinden büyük ölçüde etkilenmişti.
"Gerçeküstücülük"te düşüncenin herhangi bir mantık çizgisi izlemeden akmasını temel alan Otomatizm kavramını benimsediyse de, öbür gerçeküstücülerden daha iyimser bir bakış açısıyla işledi ve bu eğilime “eleştirel paranoya” adını verdi. 
Yapıtlarında yarattığı düşsel gerçekçilik (büyülü gerçekçilik), betimlediği gerçek dışı düşsel mekan ve garip düşsel imgelem ile bir karşıtlık oluşturuyordu. Bu yapıtlarda düşle gerçeği ayırmak neredeyse olanaksızdı.





Salvador Dali’nin hayatı 1929 yılında  Paris’te Gala ile tanışmasıyla tamamen değişecek, yepyeni bir heyecanla bambaşka bir yola girecektir. Kazan doğumlu, gençlik yıllarını Moskova’da geçirmiş, kendisinden on yaş büyük bu mülteci Rus kadın, şair Paul Eluard ile evlidir. Birbirlerine tutkulu bir aşkla bağlanan Dali ve Gala önlerindeki tüm engellere, hatta Dali’nin babasının karşı çıkmasına rağmen birlikte yaşamaya başlarlar. Gala kısa bir süre sonra Eluard’dan boşanıp Dali’nin ilham perisi, sevgilisi, modeli ve menajeri olacaktır. Çılgın aşıklar 1934 yılında evlenirler. 
Belleğin Azmi (La persistencia de la memoria),1931 tarihli tablosudur. " Belleğin Azmi", zaman zaman "Yumuşak Saatler" veya "Eriyen Saatler" olarak da anıldı. Bunun nedeni, ünlü sürrealistik eserde yumuşak, eriyen cep saatlerinin resmedilmiş olmasıdır. Tablonun ortasında "canavar" biçiminde bir insan figürü gözlenebilmektedir. Dalí'nin birçok yapıtında kullandığı bu nesne, sanatçının kendini betimlemesi olarak da algılanmaktadır. Resmin sol alt köşesindeki turuncu saat karıncalarla kaplanmıştır. Dalí; karınca görüngesini, ölümü ve kadın üreme organlarını simgelemek amacıyla da kullanmıştır.
Yapıtın Mona Lisa'ya benzer biçimde, tamamlandıktan kısa süre sonra kırmızı şarapla ıslatıldığı söylenmektedirEser bugün,New York City Museum Of Modern Art'da  (MoMA) sergilenmektedir.

Dalí, 1954'te tamamladığı "Belleğin Azminin Dağılışı" adlı tablosuyla bu resme içerik bakımından yeniden yaklaşmıştır. Bundan önceki ünlü çalışmalarında kullandığı dikdörtgen dizileri ve bu nesneler arasındaki boşluklar, yapıtın perde arkasında gizli bir bakış açısının bulunması olarak yorumlanmıştır.





















“The Disintegration of the Persistence of Memory" – Belleğin Azminin Dağılışı” - 

1938 de Sigmund Freud ile tanıştı ve ünlü psikoloğun birkaç portresini yaptı. 1940'da Dalí ve Gala, tüm Avrupa'yı etkisi altına almaya başlayan II. Dünya Savaşı'ndan kaçarak ABD'ye yerleştiler. Burada dokuz yıl kalacaklardı. 1942 yılında Dalí, Salvador Dalí'nin Gizli Hayatı isimli otobiyografisini yayımladı. 1945-46 yıllarında, Walt Disney ile beraber Destino,Alfred Hitchcok ile beraber Spellbound filmlerinin yapımında çalıştı. 1947'de sürrealist bir Picasso portresi yaptı.
II. Dünya Savaşı sonrası eserlerinde, Katolik temalar ve DNA, Hiperküp (dört boyutlu küp) ve "Atomik çözünme" gibi modern bilim kavramları öne çıkacaktı. Hiroşima'da patlayan atom bombasının gücünden çok etkilenmiş olan Dalí, hayatının bu dönemine "nükleer mistisizm" adını veriyordu. Yine bu dönemde Dalí, tuvale boya sıçratma, hologramlar, optik yanılgılarve stereoskopi gibi pek çok değişik teknikle denemeler yaptı.

1982'de Dalí'nin çok sevdiği karısı, menajeri, modeli ve ilham perisi Gala hayatını kaybetti. karısının öldüğü ve gömüldüğü Púbol Kalesi'ne yerleşti. 1983'te Púbol Kalesi'nde yaptığı "Serçenin Kuyruğu" adlı tablo, Dalí'nin son eseri oldu...1989 yılında kalp yetmezliğinden öldü ve Figueres'te kendi adını taşıyan müzenin mahzenine gömüldü.




Dalí hayatı boyunca, 1500'den fazla resim ve onlarca heykelin yanı sıra, çeşitli taş baskı eserler, kitap illüstrasyonları, tiyatro dekorları ve kostümleri üretmiştir. Ayrıca, Man Ray, Brassaï, Cecil Beaton ve Philippe Halsman gibi fotoğraf sanatçılarıyla ve Elsa Schiaparelli, Christian Dior gibi moda tasarımcılarıyla beraber çalışmıştır.

18 Aralık 2013 Çarşamba

bütün ruhlar kımıldar





















çatal kaşık sesleri
yankılanır
öznesiz evlerde...
bütün ruhlar kımıldar
ve fısıldar
öteki beriki
sağcı-solcu
oyuncu ve dublör
ev sahibi- kiracı
parmakları bir elin
sözsüz bir bir şarkı
öyle ki
kimse bilmez
içinde kırılır
kol yenin
harmanlanır zaman
tutamadığım sözlerde
ilkin sana doğru
sonra tersi istikamette
dünyanın
dönen
sönen
aynası
onluk destelerde
iki eksik bir fazla
düzinelerle
bütün ruhlar kımıldar
ucu açık cümlelerde...


Yalı Çapkını, Kral Balıkçı ve Balıkçı Kral

İlk kez boğazda  önümden süzülüp gittiğinde rüya gördüğümü sanmıştım yıllar önce...o renklerde bir kuş ancak çizgi filmlerde olur sanırdım...sonra kafayı kuşlara takıp Doğal Hayatı Koruma Derneği "Kuş Bölümü"ne girince bir çok kuş için olduğu gibi"Alcedo Athis"in de peşine düştüm...90 farklı "King Fisher" Yalı Çapkını türü var; ülkemizde ise üç türü gözlemlenebiliyor...Yalı Çapkını kıyılarda, yalıların olduğu yerlerde artık eskisi kadarçapkınlık yapamıyor. Nedeni; suların artı eskisi kadar temiz olmayışı...Şehrin  hemen dışına çıkar çıkmaz ve Anadolu'da sulak alanlarda sık sık karşılaştık...Yıllar sonra bir arkadaşım beni akşam saatinde Beşiktaş maçındayken aradı. İnönü Stadındaki aydınlatmadan mı, meşalelerden mi nedeni belli olmayan bir şekilde etkilenmiş ve tribündeki  arkadaşımın önüne düşmüştü bir tanesi..." ne yapayım?" diye sordu...ben de kendine gelince onu sahile, Dolmabahçe sarayının oraya götürmesini istedim...neyse gecenin ışıklarının içinde uçup gitmiş boğaza doğru...İSKELE KUŞU, EMİRCİK diğer adları...Rivayete göre; yalılarda yaşayan genç bayanlar, uçar ve avlanırken havada asılı kalan bu kuşu pencerelerinde gördükçe içerisini ve kendilerini gözleyen bir "çapkın" yakıştırması yapmışlar.











Bir de İzmir Yalı Çapkını var ki o biraz daha büyük ve daha farklı  (Halcyon smyrnensis) onu da bir kaç kez görme şansına eriştim...



Alaca yalıçapkını (Ceryle rudis) Türkiye'de de görülür.




                      











Cüce Yalıçapkını
















Şanlıurfa'da 20 Yıl Aradan Sonra 2012 Doğa Kültür ve Yaşam Derneği'nin kuş gözlemcileri tarafından Birecik ilçesi Fırat Nehri'nde İzmir Yalıçapkını gözlemlenmiş...
İzmir Yalıçapkınları daha çok ülkenin güney kıyılarında görülen nadir bir kuş türü olarak bilinir ama  ülkedeki en doğu dağılımı olarak bilinen Osmaniye’den sonra, türün yaşam alanına Şanlıurfa’da dahil olmuş...Silifke'de de markalama çalışması yaparken birini ağdan ben çıkarmış ve markalamıştım...

Amazon'da yaşayan bir King Fisher türü...

















Çılgına dönmüş bir adam, ünlü DJ Jack Lucas'ın söylediklerinin yanlış anlaşılması sonucu, ünlü bir New York barında katliam yapar. Jack tavrı nedeniyle bu kişiyi galeyana getirerek hayatının hatasını yapmıştı. Yaklaşık üç yıl sonra amaçsız bir alkoliğe dönüşen Jack, bu kanlı olayda karısının ölümüne tanık olup akıl sağlığını kaybeden bir adamla, yani Perry ile tanışır. Aralarında başlayan iletişim tam bir dostluk hikayesine dönüşür...


Jeff Bridges ve Robin Williams'ın başrollerde oynadığı film ünlü yönetmen Terry Gilliam'ın imzasını taşıyor.İsa’nın yanı başından hiç ayrılmayanlardan biri olan Arimatealı Yusuf’un kimliği üzerinde hayli spekülâsyon yapılmıştır.
Doğmuş olabileceği çevrede “Arimatea” diye ya da benzeri bir ad taşıyan hiçbir yer yoktur. Yuhanna İncili’ne bakılırsa, Ürdün Nehri dolaylarında olsa gerektir ama bu da kesin değildir. Nasıl İsa’nın Nâsıralı olduğu söylenir ama o tarihte öyle bir yer yoksa, bu da onun gibidir.
Katolik Kilisesi, Arimatealı Yusuf’u saygıyla anar. Ona aziz (saint) niteliği vermiştir. Bunun nedeni de, İsa’nın çarmıhtaki bedensel ölümünden (?) sonra, cesedini indirip gömmüş olmasıdır. Üstelik öteden beri bilinen Yahudi töresi uyarınca değil, o tarihlerde henüz bilinmeyen, çok daha sonra gelenekselleşecek olan Hıristiyan yöntemine göre. Nitekim Kudüs’teki “Kutsal Mezar” kavramı da buradan çıkıyor. Dolayısıyla, Katolik Kilisesi, Arimatealı Yusuf’un bundan sonra geçen birtakım serüvenlerine ilişkin anlatımlara ateş püskürür.Bazı kaynaklara göre; “Arimatealı Yusuf” adıyla anılan kişi, aslında İsa’nın öz kardeşidir. Fakat İsa’nın “bakire Meryem’den doğma tek çocuk” olması varsayımı uyarınca, bu doğru olsa bile hiçbir zaman ortaya konmamıştır. Bizans’taki Ortodoks Kilisesi, 900 yılında bu konuda bir açıklama yapmıştır. Buna göre Arimatealı Yusuf, Meryem Ana’nın amcasıdır. Böylece, İsa’nın çarmıha gerildiği sırada Meryem Ana 50’li yaşlarda olduğuna göre, Arimatealı Yusuf’un yaşının hayli ileri olduğu izleniminin yaratılmasına çalışılmıştır. Oysa, 82 yılında öldüğünde 80 yaşında yani İsa’dan dokuz yaş daha küçük olduğu belgeler gösterilerek ileri sürülmektedir.

Sonraki yüzyıllarda ortaya çıkmış olan birtakım romantik öykülerde, ondan “balıkçı” olarak söz edilir. Niçin öyle dendiğini anlamak için, “Kutsal Kâse” gibi bir diğer simgesel kavrama uzanmak gerekir: “Balıkçı Kral”.

Bu terimin kaynağını 1. yüzyılda Yahudiye’deki Nazarenlerin ezoterik nitelikli bir uygulamasında görürüz. Birisini vaftiz etme yetkisi olan rahipler, simgesel olarak “balıkçı” niteliğini taşırdı. Çünkü bir tür inisyasyon niteliğindeki bu işlem, büyük bir tekne içinde, balıkçı ağları arasında yapılırdı. Rahip olarak yetiştirilmek üzere inisyasyondan geçirilecek olan adaylara “balık” denirdi.

İsa, söz konusu balıkçılardan biriydi. Fakat aynı zamanda soyluydu ve üstelik kral ailesinden gelmeydi. Onun için de ona, çarmıha gerilme olayından sonra ona “Balıkçı Kral” denmişti.
Burada geçen şu “kral” sözcüğünün ne anlama geldiğine yine dikkat çekelim.
Roma İmparatorluğu ya da Katolik Kilisesi karşısında bir ülkenin kralını görmek isterdi. Oysa burada sözü edilen “kral”, bir ülkenin kralı değildi. Bir toplumun, halkın kralıydı. Bu bakımdan örneğin “İsrail kralı” deyişiyle “Yahudilerin kralı” deyişi birbirinden farklı bir anlam taşır. Nitekim Merovenj hanedanından gelme krallar da “Frank kralı” olmaktan önce “Frankların kralı” niteliğini taşımıştır. Tıpatıp aynı olguyu çok daha sonraki yüzyıllarda İskoçya’da görürüz: “İskoçya kralı” başka, “İskoçların kralı” başkadır.
Ya Balıkçı Kral?...O, tüm insanların, tüm halkların kralıdır.
Bu konu İncil’de de geçer. Fakat şunu göz önünde tutmalıyız: 1. yüzyılda kaleme alınmış olan İnciller, Romalıların kontrolü altındaki bir ortamda imparatorluğun sınırları içinde yaşayan ilk Hıristiyanlar için yazılmıştı. Her şeyin apaçık bir şekilde yazılabilmesine olanak yoktu. Asıl anlatılmak istenen şeyler, apaçık olarak yazılanların ardında gizlenmeliydi. Tıpkı ezoterik nitelikli kurumların öğretilerini simgeler ve alegoriler kullanarak anlatışları gibi... Her nerede çok önemli bir konuya değinilecekse, orada şöyle bir deyişin geçtiği görülür:
“Bunlar, işitecek  kulakları olanlar içindir.” 
Bu konu üzerinde birbiriyle çelişkili o kadar çok anlatım var ki... Şimdi âdeta bir parantez açarak, ortaya konmuş  bir başka varsayıma değinelim.
“Magdalena Hz. İsa ile değil, kardeşi Arimatealı Yusuf ile evlenmişti. Hem kızı hem de iki oğlu Hz. İsa’nın değil, Yusuf’un çocuklarıydı.”
İnsanın «Bu da nereden çıktı?» diyesi geliyor ama bu gibi konularda bir varsayımı çürütmek isteyenin, bir başkasını yaratabildiğini unutmayalım.

Aslında bu varsayımın doğruluğu kanıtlanabilse, birçok sorun giderilir. Çünkü bundan böyle İsa’nın çarmıh üzerinde ölmüş olup olmadığının, soy ağacının sürdürülmesi bakımından hiçbir önemi kalmaz.

Fakat bu varsayım bile Katolik Kilisesi’nin kaygılarını tümüyle sona erdirmez. Çünkü Meryem Ana’nın bakire olduğunun yadsınması katlanmış olur. Ancak ve ancak bir de Arimatealı Yusuf’un İsa’nın kardeşi olduğu savından cayılması durumunda bir uzlaşma sağlanabilir. Bu ise, her şeyden önce soy bağını önemseyenlerin işine gelmez; çünkü bu durumda şöyle bir senaryonun doğruluğunu gösterebilmek gerekir:

“İsa doğduktan sonra Yusuf ile Meryem ayrıldı. Yusuf bir başka kadın ile evlendi. Ondan doğan çocuğuna kendi adını verdi.”

Bu senaryoya göre Arimatealı Yusuf, ileri sürüldüğü gibi İsa’nın öz kardeşi değil, üvey kardeşi olur. Hatta madem İsa “Tanrı’nın oğlu”; o zaman ona kardeş kadar yakın olsa bile aralarında herhangi bir kan bağı bile yoktur.

Bu varsayım, Merovenjlerden 2. Dagobert’in oğlu 4. Sigebert ve onun soyunu sürdürenlerin ta Yakup’a kadar uzanan soyluluk savını zedelemiyor. Değişen bir şey yok. Sadece İsa devre dışı kalıyor.

Katolik Kilisesi de rahat ediyor.Herkes mutlu!... Hiç kimse gocunmuyor.
Ancak bu varsayımı destekleyebilecek hiçbir tarihsel belge olmadığı için, yandaş bulamamış ve destek görmemiş. Katolik Kilisesi her ne kadar rahat ederse etsin, bilim adamları hâlâ rahatsız.

Kaldı ki, bu varsayımın sadece bir fantezî olduğu da belirtilmiştir. Gerekçesi olarak, Arimatealı Yusuf’un, kendi karısından doğma Simon, Yusus ve Yoda adlı üç oğlunun oluşu gösterilir.

Hiç göz ardı edilmemesi gereken çok önemli bir nokta da şu ki, şayet Arimatealı Yusuf İsa’nın öz kardeşi idiyse, o zaman Davut’a kadar uzanan bu soy ağacının tek bir dalı yoktur. Sadece İsa ile Magdalena’nın çocukları kanalıyla değil, Yusuf ile karısının çocukları kanalıyla da yürümüştür.

Arimatealı Yusuf’un tarihteki olası yapıp etmelerine ilişkin araştırmalar bizi Britanya’ya da götürüyor.

Magdalena ile birlikte Languedoc’a gelip orada yerleştikten sonrasına ilişkin bu anlatımların da ne denli doğru olduğu kuşkuludur. Biraz “İngilizleştirilmiş” gibi bir izlenimi yaratır. “Merovech Efsanesi” gibi “Kral Arthur Efsanesi”ne de İsa ve Magdalena’ya uzanan bir köken yaratmak amacıyla ortaya çıkarılmış gibi durmaktadır. Sonunda, elbette Kudüs Kralı 1. Baudouin’in 1100 yılındaki bildirgesinde değindiği “Plantagenet hanedanı”nın kökenine de bir aynı kan bağı yerleştirilir. Dolayısıyla İngiltere ya da İskoçya krallarının da soy bakımından İsraillilerin kral ailesiyle bağlantısı kurulur.

“Arimatealı Yusuf, Magdalena’nın ölümünden sonra, -63 yılında- İsa Yustus ile Yusuf’u yanına alarak Britanya’ya gitti.

Adanın güneydoğusundaki Glastonbury’de, Hıristiyanlığın tarihteki ilk yer üstü kilisesini inşa ederek bunu Magdalena’ya adadılar.”


17 Aralık 2013 Salı

Asıl Adalet



Sitem ettiğimizde,isyan ettiğimizde "adaletin bu mu dünya" deriz.
Asıl Adalet" şiirini yazan Paul Eluard da bir adaletsizliğe 
kurban gitmiş...Yazar, savaş sonrasında önce Dada hareketine, sonra da gerçeküstücü akıma aktif olarak katılmış,1929  yılında Dali'yle tanışan karısı Gala, Éluard'dan ayrılmış....


ASIL ADALET
İnsanlarda tek sıcak kanun,
üzümden şarap yapmaları,
kömürden ateş yapmaları,
öpücüklerden insan yapmalarıdır.

İnsanlarda tek zorlu kanun,
savaşlara, yoksulluğa karşı
kendilerini ayakta tutmaları,
ölüme karşı yaşamalarıdır.

İnsanlarda tek güzel kanun,
suyu ışık yapmaları,
düşü gerçek yapmaları,
düşmanı kardeş yapmalarıdır.

Hep var olan kanunlardır bunlar,
bir çocukcağzın tâ yüreğinden başlar,
yayılır, genişler, uzar gider
t"a akla kadar.

 Paul ELUARD(Eugène Grindel)  

 Çeviren : A. KADİR



*Paul Eluard, hem aşk hem de devrim şairi olarak 20. yüzyılın en büyük Fransız edebiyatçıları arasında gösterilir. Zülfi Livaneli de "liberté" şiirini "Ey Özgürlük" olarak bestelemiş, dilimize bir marş gibi dolamıştı...Gala'dan ayrılınca "eyy özgürlükkkkk" dese de paçayı 1930'da, Nusch adını vereceği Maria Benz'e kaptırmış,1934 yılında da evlenmiş...  

HÜRRİYET
Okul defterlerime
Sırama ağaçlara
Kumlar kar üstüne
Yazarım adını

Okunmuş yapraklara
Bembeyaz sayfalara
Taş, kan, kağıt veya  kül
Yazarım adını

Yaldızlı tasvirlere
Toplara tüfeklere
Kralların tacına
Yazarım adını

Ormanlara ve çöle
Yuvalara çiğdeme
Çın çın çocuk sesime
Yazarım adını

En güzel gecelere
Günlerin ak ekmeğine
Nişanlı mevsimlere
Yazarım adını

Gök kırpıntılarıma
Güneş küfü havuza
Ay dirisi göllere
Yazarım adını

Tarlalara ve ufka
Kuşların kanadına
Gölge değirmenine
Yazarım adını

Fecrin her soluğuna
Denize vapurlara
Azgın dağın üstüne
Yazarım adını

Bulutun yosununa
Kasırganın terine
Tatsız kaba yağmura
Yazarım adını

Parlayan şekillere
Renklerin çanlarına
Fizik gerçek üstüne
Yazarım adını

Uyanmış patikaya
Serilip giden yola
Hınca hınç meydanlara
Yazarım adını

Yanan lamba üstüne
Sönen lamba üstüne
Birleşmiş evlerime
Yazarım adını

İki parça meyveye
Odama ve aynaya
Boş kabuk yatağıma
Yazarım adını

Obur köpekçiğime
Dimdik kulaklarına
Acemi pençesine
Yazarım adını

Kapımın eşiğine
Kabıma, kacağıma
İçimdeki aleve
Yazarım adını

Camların oyununa
Uyanık dudaklara
Sükutun ötesine
Yazarım adını

Yıkılmış evlerime
Sönmüş fenerlerime
Derdimin duvarına
Yazarım adını

Arzu duymaz yokluğa
Çırçıplak yalnızlığa
Ölüm basamağına
Yazarım adını

Geri gelen sağlığa
Kaybolan tehlikeye
Hatırasız ümide
Yazarım adını

Bir tek sözün  şevkiyle
Dönüyorum hayata
Senin için doğmuşum
Seni haykırmaya
Hürriyet
 Paul  ÉLUARD
Çeviri: Melih Cevdet ANDAY - Orhan Veli KANIK

Şiirin Aslı: Liberté 

olmak veya olmamak: dilemma-1-

    Varlık ya da yokluğun tanımsızlığıdır hayatın bütün anlamı...Olma veya olmama durumu geçtik;artık aynı anda iki yerde olmak istiyoruz!Bu ne kadar mümkün ona bir bakalım...evet aslında bir adımımız evin kapısının dışında diğeri içeride iken bizim tam eşikte olma durumumuzu buna benzetebiliriz...fiziksel olarak bu örnekleri arttırmak ve hatta laf oyunları yapmak da mümkün; kameralı telefonlar ve bilgisayar teknolojileri ile bu bir nebze de olsa gerçekleşebiliyor artık...Hoş gerçi bunu bir film izlerken, bir hikaye ve roman okurken de başarabilenler var!Ruhsal olarak durum biraz daha farklı; çoğu zaman aklımız ve ruhumuz aslında bulunduğumuz yerde olmaz ya da bulunduğumuz yere  ait olmaz...Bu dilemma (ikilem-çıkmaz)durumu hayatın düalitesi gibi hep var olur ve iç içe olur...çalışırken aklımız, ruhumuz tatildedir, evde ya da zevk aldığımız bir şeyi yapmadadır...bu da sevmediğimiz işe, ortama ve sorumluluklarımıza karşı bizi daha da çıkmaza sürükler...bu sadece iş için söz konusu değil;eşe,arkadaşa da saygımızı kaybedebiliriz, konsantrasyon problemleri ise hem işe hem de ilişkilerde verimliliği düşürür...kimse kimsenin beyninin içindekileri tam olarak bilemez bu yüzden de o kişiyi ne kadar tanırsa tanısın tam olarak anlayamaz...ne kadar dürüst olursak olalım, ne kadar açık sözlü ve paylaşımcı;insanın "kendi özeli" vardır: beyninin içindekiler! Arzular, istekler, mecburiyetler arasında sıkışıp kalırız...işte bu yüzden bir yarımız kendimiz olmayı başarırken diğer yanımız başkalarının olmamızı istediği gibi şekillenir. Ama asla "tam" olamayız ve "tam" olarak mutlu ve huzurlu...Peki bu durum karşısında ne yapmalı ya da ne yapmamalı?! Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal! Mutluluk ve mutsuzluk gibi iki zıt kavramı düşününce ve bir seçim yapılacaksa  kim mutsuzluğu tercih eder?! Zıt durumdan birini tercih etmek daha kolay...ama benzer ve alternatif olandan birini seçmek ise daha zor...dolayısıyla bu gibi durumlarda ikilemde kalıyoruz. Düalite; doğadaki, evrendeki karşıtlık ve birbirini tamamlayıcılık ilkesini,  pozitif güçler-negatif güçleri,  iki şeyi, iki gücü, iki varlığı, iki unsuru ifade etmede kullanılır.Onların varlıkları birbirlerini destekler...birinin varlığı olmaz ise diğerinin de varlığı ve anlamı olmaz. 

Seçenekler, şıklar arttıkça karar vermek daha da Zorlaşıyor...buradan özetle şuna varıyoruz: seçenekleri arttırma, basit düşün, basit yaşa...şeytan ayrıntıda gizlidir; ayrıntılara takılıp kalmamak için her şeyi olabildiğince basitleştirmek gerekiyor...
   

16 Aralık 2013 Pazartesi

Etki-Tepki...Sebep-Sonuç

  1. Etki:Bir kimse veya nesnenin başka bir kişi veya şey üzerindeki gücü, tesir...Bir etken veya bir sebebin sonucu.Bir kimse üzerinde bırakılan izlenim Birtakım sonuçlar, tepkiler, olaylar ya da "görüngü"ler ortaya çıkaran neden.Nedenin bağlılaşık kavramı.-Nedensellik bağlantısı içinde: a.Bir nedenin sonucu olarak düşünülen olay. b.Bir nedenin doğurduğu gerçek olay.Bir şeyin verdiği izlenim.
  2. Tepki:Bir cismin kendini iten veya sıkıştıran başka bir cisme gösterdiği karşı etki, aksülamel, reaksiyon.Herhangi bir etkiye cevap olarak doğan söz veya davranış.Yorum, karşılık verme. Herhangi bir uyarıya karşı gösterilen tepki, reaksiyon. Organizmanın bir etki (uyaran, uyarıcı) karşısında gösterdiği herhangi bir zihinsel ya da duygusal davranım.
Bak kim geliyor görüyor musun 
İşte bir deli halinden belli 
Deli deli kulakları küpeli 

Bizlerin bizlere oyunu bu 
Deli diye kesip atmak işin kolay yolu 
Bunun bir başı sonu yok mu

Sebepsiz sonuç olur mu 
Deli deli kulakları küpeli 

Yolladılar onu Avrupa'ya 
Kendi yolunu bulmaya 
Derken bir gün iki yıl sonra 
Bir de küpe takmış kulağına 
Deli deli kulakları küpeli



Mazhar-Fuat-Özkan  "sebepsiz sonuç olur mu?" diyordu; yıl 1984...Sebepsiz hiçbir sonuç yoktur...yıllar önce; bu şarkıdan çok çok önce anlamıştım her yaptığımız ya da yapmadığımız; ama olan her şeyin bir nedeni ve sonucu vardı...hayatımızda kararlar, paradigma-dizgeler...

"Neden?" sorusu bilimsel düşünmenin gelişiminde etkili olmuş ve tarih boyunca ele alınışı değişimlere uğramıştır. Özellikle Newton'un bulguladığı bilimsel gelişmeler ve doğabilimlerinin ilerlemesi sonucunda nedensellik kavramının öne çıktığı söylenebilir.Nedensellik bir şeyin nedenini bilmek, ve bu da, bir şey meydana gelmişse ondan önce başka bir şey meydana gelmiştir düşüncesine sahip olmak anlamına geliyordu ve böylece, buradan da geleceğin kestirilebilir/bilinebilir bir şey olduğu fikrine varılıyordu.
Eğer bir olayın geçmişteki nedeni biliniyorsa gelecekteki sonucu da bilinebilirdi...


Kader anlayışı; insanların, sebebini bulamadıkları sonuçlar karşısında çaresizce sığındıkları bir limandır. Bu çaresizlik hali, sebepsiz sonuçlar karşısında, durumu kontrol edememenin, hakim olamamanın haletidir. Sorumluluğu ve günahı boynundan sıyırıp atma güdüsüdür. Rahatlatıcı, rehaveti devam ettirici, pasifleştirici ve uyutucu...

Descartes,matematiğin dışında bilginin varlığını sorgular; her şeyden şüphe eder… “Düşünüyorum, o halde varım”(cogito ergo sum)Bu önerme-temel hakikat ile “ben”in  önce tanrının,sonra dış dünyanın varlığını; mantıksal, tasarımsal bir yöntemle kanıtlar…bu şekilde salt düşüncede temellendirilen bir varlık inşası  tasarım etkinliği sonucunda ortaya çıkabilir...

Paradigmalar-dizgiler; Birimlerin, seçimlerin peş peşe gelmesi…
Seçtiğimiz birimlerin anlamı büyük ölçüde seçmediğimiz birimlerin anlamları tarafından belirlenir. Seçimin olduğu her alanda, her yerde anlam vardır. Seçmediğimiz(seçilmeyen şeyler) seçilen şeyin anlamını belirler.

Fatalist anlayışa göre; insanların yaşadığı ve yaşayacağı bütün olaylar, hiç kimse tarafından değiştirilemeyecek şekilde doğa üstü bir güç (Allah, Yaradan) tarafından tespit ve tanzim edilmiştir. Yani, "insan hiçbir hadiseyi değiştirmeye muktedir değildir." Çünkü insandan üstün bir irade, onu öyle yapmak istemiş ve öyle yapmıştır. Bütün sebep ve sonuçlar o iradede toplanmıştır. Dolayısıyla insanın, olan veya olmayan, olacak veya olmayacak hadiseler karşısında tam bir teslimiyetle boyun eğmekten başka çaresi yoktur. Ve bu konudaki bütün çabaları faydasızdır, boşunadır. Dolayısıyla insan, katı bir Kaderci anlayışla muhataptır...
Determinizm, her olayın maddi veya manevi birtakım nedenlerin zorunlu sonucu olduğunu kabul eden felsefi görüştür.Determinizm bütün olayların, hiç kimsenin değiştiremeyeceği bir şekilde, doğaüstü bir güç tarafından saptanmış olduğunu kabul eden fatalizme (sabit kadercilik) karşı çıkar. Determinizme göre insan kaderini kendisi yaratır, fakat evrensel yasalar çerçevesinde. Her olayın maddi ve manevi bazı nedenlerin sonucu olması kuralı ise nedensellik kuralı olarak adlandırılır. Nedensellik kuralı rastlantı diye bir şeyin olmadığını ortaya koyar...her hadise, maddi veya manevi birtakım sebeplerin zaruri sonucu olarak meydana gelir. Bir hareketten önce, onu zorunlu kılan, ona sebep olan başka hareketler vardır. Yani, her şey, bir fiil ve hareketin sebebi, başka bir fiil ve hareketin sonucudur. Bu yasaya, "Determinizm / Sebep-Sonuç Yasası" ve "Karma Yasası" da denir.
Sebepsiz hiçbir sonuç yoktur. 
Her Sonuç, yepyeni bir sebep olarak kendini bize sunar...
İnsan bu iki anlayışın arasında gider gelir...
sebebini kavrayamadığımız sonuçlar, bize  "kader" gibi gelir...Oysa ki; her sonuç, mutlaka bir sebebe dayalı olarak oluşur.Ve oluşan her sonuç, ilerideki bir sonucun da sebebini teşkil eder...

Karma yasası; insan fiilleri ile ilgili sonuçlar yasasıdır. Karma sözcüğü; Sanskritçe'de "kri" fiilinden türemiş bir isimdir ve "iş / aksiyon / yapmak" anlamıma gelir. Sanskrit edebiyatında, "eylemden doğan zorunluluklar" manasında kullanılır. Karma yasası; insanın karşısına, daha önce işlediği fiillerinin sonucu olarak çıkar. Buna, "Etki-Tepki" ya da "Sebep-Sonuç" prensibi de denebilir...

10 Aralık 2013 Salı

Gregory Crewdson; tekinsiz!










...devam eden bir hikayenin akışından bir kesit olan fotoğraflar, eksik birer cümle gibidir! Bir hikaye anlatır ama hikayeyi fotoğraf okuyucusu tamamlar...

30 Ekim 2012 Salı tarihli  "Bıçak Sırtı...tekinsiz bir dünya" adlı yazımda yine Crewdson'un fotoğraflarına değinmiştim...merak hikayeyi tamamlaması için okuyucuyu bir uğraş içine sokar...fotoğraf zamanı enlemesine keser ve o anda gelişmekte olan olay ya da olayların kesitini açığa çıkartır.Zaman kesiti yeterince genişse, rahat incelenebiliyorsa; olayların bağlantılılığı ve ilişki içinde birlikte varoluşlarını anlama imkanı verir.

"Doğa harikaları"-"Natural Wonder" serisi Gregory Crewdson'un  erken dönem serilerinden... Bu böcekler, hayvanlar ve vücut parçaları ile sanatçı tarafından oluşturulan dioramalar( müzelerde cam bölmede bir dekor içinde olabildiğince gerçekçi bir şekilde canlandırılan belli bir dönemde bir sahne,3D minyatür modellerle karşılaşırız..."sıradan kasaba hayatı içinde tehditkar öğeleri yine resimsel bir yaklaşımla ele almış...

Görüntünün içine yerleştirilen bir detay; orada olmasını beklemediğimiz, iğreti duran, farklı, garip...yersiz olan şey kendine ait olmayan bir dünyada kendini ve etrafını tekinsizleştirir...ezber bozulunca ya "apışıp kalınır" ya da sorgulama başlar!Crewdson genellikle Amerikan-küçük kasaba-hayatı içinde rahatsız edici ve gerçeküstü bir takım olayları dramatik ve sinematik bir görsellikle anlatır...bu tekinsizlik genel olararak Crewdson'un fotoğraflarında en hakim  etkidir...tema, kavranmsal içerik ve anlatı oluşumu birbirleriyle  varoluşsal bir şekilde içiçe geçmiştir...Crewdson'un Alfred Hitchcock, David Lynch ve Stephen Spielberg gibi yönetmenlerden etkilendiği açıktır.Ama o da Lars Von Trier gibi bir yönetmeni etkilemiş olabilir mi?! Evet!..





Filmde, melankoliye dalan Justine hayatı bir drammış gibi yaşayan bir kadınken, ablası Claire güya ''normal'' olandır. Justine'in düğün günü geldiğinde bütün aile tören için malikânede bir araya gelir. Aynı zamanda ''Melankolia'' adlı gezegen, güneşin arkasından çıkmış, dünyaya doğru gelmektedir. Yaklaşan kıyameti herkes kendine göre karşılar...





Claire oğlunu kucaklamış, bir golf sahasında bata çıka ilerliyor. Bu bölümdeki on altı sahneyi ele alan yazısında film eleştirmeni
"Manohla Dargis", bu sahnelerin estetiği ile Gregory Crewdson‘un çalışmaları arasında bağlantı kurmuş. Hayalindeki kareyi yakalamak için kalabalık bir ekiple tıpkı bir yönetmen gibi çalışan Crewdson da fotoğraflarını “geçiş anları” olarak tanımlıyor. Crewdson’ın fotoğrafları ile Melankoli, hem renk dünyası, hem de işledikleri konular bakımından birbirine yakın. İki sanatçı da sıklıkla normal insanları, alacakaranlıkta, gerçeküstü bir atmosfer yaratarak ele alıyor.

Size bir kaç Crewdson fotoğrafı daha...































Not:Daha detaylı bilgi için bkz.

30 Ekim 2012 Salı tarihli  "Bıçak Sırtı...tekinsiz bir dünya"