30 Kasım 2011 Çarşamba

Afişler -1-



Fransızca bir kelime olan  affiche-afiş, herhangi bir haberi duyurmak, bir ürün ya da hizmeti tanıtmak, reklam ve propaganda  yapmak için, kalabalıkların görebileceği duvar veya bu iş için hazırlanmış yerlere yapıştırılan, genellikle bir yazı ve bir resimden meydana gelen el yazması veya basılı kağıtAfişe etmek: Açığa vurmak, belirtmek, duyurmak.
...Afişe edilenler!...

                                    Fotoğraflar : Cüneyt Gök

...Organik Film, Organik Montaj, Organik Sanat, Organik Tarım...


Metrodan çıkarken bir film afişine gözüm takıldı, şöyle bir baktım! Afişte; “Entelköy-Efeköy’e karşı ” ismiyle birlikte“organik komedi” yazısını gördüm!!!!!!!!!!!!!...
Organik kelimesinin canlı bir şeyin parçası veya ondan meydana gelmiş bir şeyi anlatmak için kullanıldığını biliyordum ...(organik: İng. organic Hidrokarbon zinciri veya halkası taşıyan maddeler...Kökeni bitkisel ve hayvansal olan)  Afişteki görsel bilgiler ışığında sesli düşündüm;  “organik” bir yaşam isteyerek köye gelen “organik tarım” yapan bu kişilerin hikayesini anlatmak adına "komedi" kelimesinin başına eklenerek kullanılması değişik bir satış yöntemi!...Daha sonra "Doğa sorunlarına duyarlı organik komedi" olarak lanse edildiğini öğrendim  internetten... filmin organik sanat, organik montajla pek ilgisi yok yani!...bakalım  "gülmekten eşek depmişe döndürecek" bir film mi?... göreceğiz. 
Yönetmen Yüksel Aksu,  “Dondurmam Gaymak ” tan sonra  “ Entelköy-Efeköy’e karşı ” adını taşıyan bu kez Bodrum’un Pınarcık Köyünde  çektiği yeni bir filmle karşımızda... Filmde  köylülerle birlikte, Şahin Irmak , Ayşe Bosse, Ümit Olcay, Emin Gürsoy ve Nejat Yavaşoğulları da rol almış...   .
Kısaca bir grup “ekolojik aktivist, entellektüelin” - "entelin"-(doktor, fotoğrafçı, mimar ve müzisyen) mütevazi bir Ege köyüne yerleşerek, organik bir yaşam sürmek istemelerini, bu grupla,  köylerine termik santral yapılmasına taraftar olan köylüler arasındaki mücadeleyi konu alan filmde, Nejat Yavaşoğulları ve “Bulutsuzluk Özlemi”de “termik santral”e karşı düzenlenen etkinlikte konser veriyormuş...
Peki "Organik tarım" nedir? diye bilgilerimi gözen geçirmek isterken, ister istemez diğer konulara da el attım! Ürün yetiştirilmesi, toplanması, hasat, kesim, işleme, tasnif, ambalajlama, etiketleme, muhafaza, depolama, taşıma ile ürünün tüketiciye ulaşmasına kadar olan diğer işlemlerde, kimyasal madde veya tarım ilacı kullanılmadan yapılan tarım "organik tarım" olarak tanımlanıyor.ETO (Ekolojik Tarım Organizasyonu Derneği)’nin web sitesinde yapılan tanıma göre; "ekolojik tarım, tarımsal üretimde yanlış uygulamalar sonucu bozulan doğal dengeyi korumayı amaçlayan alternatif bir üretim yöntemidir.

Bu yöntemde sentetik gübre, ilaç, büyüme maddeleri ve genetik yapısı modifiye edilmiş organizmalar (GMO) kullanılmadan verim ve kalite sürekliliği sağlanır. Bireylerin kendi sebze, meyve gibi gıdalarını bu şekilde yetiştirmeleri-doğal yöntemlerle, doğal yetiştirme oluyor ama iş ticarete; ekolojik tarıma gelince o ürünün tüketicinin sofrasına gelinceye kadar yukarıda saydığımız kriterlere uygunluğu sertifikalarla belgelenmesi söz konusu.

2001-2003 yılları arası bu tarz ürünleri sattığımız Bebek semtinde “Dem” natural adında bir dükkanımız vardı. O yıllarda günümüze nazaran daha da küçük bir kitle tarafından anlaşılıp değer verilen bir konuydu. O yüzden fazla dayanamadık...

“Organik” sözcüğünü ise ilk kez 1800 yılında Xavier Bichat tarafından, “Physiological Researches on Life and Death”  konulu araştırmasında hayvan iskeletlerinin simetrisinden söz ederken kullanılmış. Ünlü bir şair olduğu kadar aynı zamanda ünlü bir bilim adamı olan Goethe "morfoloji" biçimin konusudur diyerek yaşamanın dinamik ve sürekli bir olay olduğu tartışmasını başlatmış... Yaşam/Büyüme, Esneklik/Değişim kavramlarıyla ilişkilidir. 
1850' lerde ise fiziksel antropoloji, morfoloji ve karşılaştırmalı anatomi gelişmekte olan bilim dalları olarak "Biçim mi işlevi izler" ya da "işlev mi biçimi izler" tartışmasını ve  Botanikteki ve biyolojideki  "içteki programa göre mi, yoksa dıştaki ortama göre mi şekil alıyoruz? tartışmaları sürmekteydi. Bir grup tartışmacı işlevin her değişiminin organın değişimine sebep olduğunu iddia ederler. Onlara göre ilk insanlar toplamacılıktan tarıma geçerken, vücut, el ve iskelet yapılarında değişime uğramışlardır.
Bu tartışmanın “sanat”a uyarlaması ise; biçimin nasıl oluşturulacağı, biçime nasıl işlev kazandırılacağından  daha önem kazanmasıdır. Biçimi oluşturan dizimsel kavramlar daha önemli yer tutmaya başlamıştır. Oganizmanın kendi kendini yaratmanın ötesinde genel bir görünümü vardır... organizma yalnızca kendi sürekliliği için yaşamaktadır. Bu Eisenstein’in hayranlık duyduğu ve bir hayat prensibi haline getirdiği bir görünümdür. Eisenstein, gençliğinin radikal “Yapısalcılık fikirleri”ni “organik kuram” geleneğinin fikirleriyle doğal bir potada eritmeye çalışmıştır. Eisenstein, toplamın ayrımlaştırılmış parçaları kendiliklerinden verili gibi durmasına karşıdır.(-bağımsız fenomenler gibi... )Tıpkı pastırmada yağlı ve etli kısımlar gibi ayrı ayrı... eleştirdiği Griffith’in filmlerindeki gibi zenginler-yoksullar, iyiler-kötüler, siyahlar-beyazlar... vs.vb....
Eisenstein’a göre iyi kurgu-montaj  ile sadece sahneler birbirine bağlanmaz, aynı zamanda izleyicinin hislerini istenilen yöne çekilebililir ve seyirci kitlesini heyecanlandırılabilir.Yani  “Organik sanat eseri”, “yapılmış bir şey” olduğu gerçeğini fark edilmez hale getirmeye  çalışır ya da getirir.

Peter Bürger ise “Avangard Kuramı”, “Theory of the avant garde” kitabında  montajla oluşturulan organik olmayan sanat yapıtını, organik sanat formlarıyla karşılaştırarak farklı açılımlara ulaşmıştır:
“Organik sanat eseri sözdizimsel yapı örüntüsüne göre inşa edilmiştir; tekil parçalar ile bütün, diyalektik bir birlik oluşturur. Organik esere ilişkin doğru bir okuma: parçalar ancak eserin bütününden, bütün de parçalardan yola çıkılarak anlaşılır. Yani, bütünün önceden kavranması, parçaların kavranmasına hem rehberlik eder hem de o kavrayışla düzeltilir. Bu alımlama tipinin en temel önkoşulu, tek tek parçaların anlamı arasında zorunlu bir uyum olduğunun varsayılmasıdır. Organik olmayan eser bu önkoşulu geçersiz kılar organik eserle arasındaki belirleyici fark da budur. Parçalar, kendisine tabi oldukları bütünden “bağımsızlaşırlar”; artık o bütünün zorunlu unsurları değildirler. Bu, parçaların artık zorunluluktan yoksun olduğu anlamına gelir.” der. Rastlantı ve montaj, hiçbir zaman anlaşılamayacak bir anlamı içermesi yönüyle avangard sanat eserine eklenir. böylece avangard, organik(simgesel) sanat eseri karşısına organik olmayan(alegorik) sanatı koyar.
Avangard sanat eserinde bütünü oluşturan parçalar, çok daha büyük bir özerkliğe sahiptir. Çünkü klasist, malzemeyi anlamlı parçalar olarak görürken avangardist, malzemeyi anlam yükleyebileceği, dönüştürebileceği boş bir gösterge olarak görür. dolayısıyla avangard sanatta, “bütünlüklü” bir eserden kısıtlı bir anlamda söz edilebilir, ki bu da organik olmayan sanatın önemli bir göstergesidir... Nerden nerelere geliyoruz! Parça parça iyi olmasını beklediğim film umarım bütün olarak da iyidir!

29 Kasım 2011 Salı

...danışman kuaförünüzden size özel fırsat!

             Fotoğraf: Cüneyt Gök-2010...   bir süre önce kapanmış  berber-kuaför'ün vitrininden bir reklam föyü...

Tadilat yapılan, bir süre sonra açılacak olan ya da açıldıktan kısa bir süre sonra bir gün açılacağı düşünülen ama bir türlü açılmayan dükkanların vitrinleri , içerisi görünmesin diye gazete kağıtları ile kapatılır...bu "merak" duygusunu körükler...nereye kadar?...açılmayınca alışır insan her şeye olduğu gibi...oysa ki ne hayatlar değişmiştir...biten umutlarla...dükkan kendini çevirememiştir( döndürmemiş;kar-zarar falan...), ortaklar arasında husumet olmuştur, borçları, kirayı ödeyememişlerdir, dükkan sahibi ölmüş ya da ciddi biçimde hastalanmıştır...vs.vb.

...sudaki balıklar kadar... sudan dışarı

                Fotoğraf: Cüneyt Gök-2009

tekdüzeydi “tek” iken
ama masumca
bir doğum sonrası...
belki de “yalnız doğup yalnız ölürsün” derken
yalan söylüyordu
gerçekten
o soyut şey
"gerçek" denen... 
o zaman çoğalalım
dedim!
çoğalalım ki güçlenelim
gür çıksın sesimiz
sudaki balıklar kadar!!!!!!!
hep değerlendirmeler oldu
aklımı yoran
hep ölçüp biçmeler...
bir takım birtakım
ve bazı bazı süreçler
excel tablolarında
yitip gidenler...
hep birileri oldu
hep ötekiler
“ben”den
bedenimden ruhumdan çalan
tamam tamam
birilerine göre başkalarıyız 
anladık...
asıl nasıl dönerim
kendime
“ben”e?
aynalar yetmiyor işte
o zaman
çoğaltığı için midir neden
yalnızlığı...
bir yolculuk başlıyor içinden dışarı
belki de herşey  yalanlar söylüyor
yansımalar yanılsamalarla birlikte...
sudaki balıklar kadar... sudan dışarı

"Street Art", Sokak Sanatı -2-

             Fotoğraflar: Cüneyt Gök-Duvar Yazıları ve Çizimler

Sanat; hem üretici güçlerin doğrudan parçasıdır, hem de gücünü başkaldırı ve karşı çıkıştan almaktadır. Sanatın oluşturduğu karşı bilinç, toplumu dönüştürür ve değiştirir.
 “Graffiti”, duvar yazıları ve resim yoluyla kendini ifade eder. Çağdaş grafiti sanatı modern kentler ile birlikte “duvar yazılaması” geleneğinin bir sonucudur. Sosyo- kültürel değişimin yansımaları fiziksel çevrede de hissedilir, kentin duvarlarını iletişim alanı olarak kullanmak, duvarlara protest iletiler yazmak bir eylem biçimi olmuştur. Rastlanılan ilk protesto yazısı M.Ö. 79 tarihli ve İtalya’nın Pompei kentindedir. II.Dünya Savaşı sonrası Almanya’yı ikiye ayıran “Berlin Duvarı” yine bu şekil bir protestolara örnek teşkil edecek en geniş  zemin olmuştur. Yıllar içinde yazılar, renkler ve resimlerle dolmuştur.
60’larda  ABD'de politik gruplar görüşlerini duyurmak için yine bu yöntemi kullanmış, 68’le birlikte artık  gençler protesto ve ütopyalarını estetik yaratıcılıkla duvarlara aktarmaya başlamıştır. Duvarlar, Ülkemizde de 80 öncesi politik grupların iletilerini ve izlerini taşımıştır...
...Kentte bulunan sayısız nesneler, birer kimlik ve işaret öğeleri olarak; sanatçıların, tasarımcıların en çok da kentlinin besleyicisidir...DUVARLAR GİBİ... 

28 Kasım 2011 Pazartesi

Sokak Sanatı / "Street Art" -I/B-

Fotoğraf: Cüneyt Gök-2010-Yedikule...3 yıl sonraki değişimler...eksilenler, eklenenler...(önceki hali için bkz.-Sokak Sanatı-I-)


İkiz ölüm
Yüksek duvarda gölgesiz ilerler
Kayıptır köpek
ve
kimse sormaz
sessizliğidir
artık batan tenine
kelimelerin
en uzak köşede
su birikintisinde sinekler yüzer
sırtüstü
ikiz ölüm
iki yüzlü
bir havlama sesi
bir gece kelebeği
saatleri sayar parmaklarıyla

Sokak Sanatı / "Street Art" -I-

            Fotoğraf : Cüneyt Gök-2007-Yedikule ...Karton, metal şablonların sprey boyayla duvara uygulanması tekniği  stencil..."benim için bak" kitabından... 

Değişim -II-

                Fotoğraf: Cüneyt Gök-2007-Yedikule


Yeryüzü, insan ve tanrı yapımı herşeyin sergilendiği en büyük sergi mekanıdır. Nietzche’nin “kendi kendini doğuran bir sanat yapıtı” olarak gördüğü dünya üzerinde ölüm, doğum, yenilenme, değişim... biteviye tekrarlanıyor; genel olarak birbirine benzer bir biçimde olsa da, aslında her an, her oluşum birbirinden farklı... hem doğa hem insan izlerini bırakıyor...birbirleri üzerine...
Dünyayı kirletiyoruz, dengesini bozuyoruz, tüketiyoruz kendi geleceğimizle birlikte...kalıcı etkiler bırakıyoruz...yaşadığımız çevrede bu izlere sürekli yenileri ekleniyor. İyi niyetli yaklaşımlarla; bozulanı düzeltme, kurtarma, temizlemenin bedeli de ağır oluyor... çoğu zamanda geri dönüş olamıyor...bu yüzden çoğu “iz” üzerine yenisi eklenerek kalıyor.
Yaşamın sanatı temsil eder hale gelmesi; doğada, şehirli günlük yaşamda var olan herşeyin bir şekilde sanatsal göstergeler haline gelmesi demek.... Çamurlu bir yoldaki ayak izlerimiz, sokağımızdaki çöp konteyner’ından taşan çöplerimiz, izmaritlerle dolu küllüklerimiz, Hıdırellez’de ağaçlara bağladığımız renkli çaputlarımız, gökdelenler, alışveriş merkezleri, gecekondularımız, farklı farklı kıyafet ve aksesuvarlarla süslediğimiz bedenlerimiz, trafik,  otoyollar, raylı taşımacılık için devasa projelerin (Marmaray) izleri, Boğazlardan geçen gemilerden sızanlar, sintineleri, depremin yıktıları, izleri...pictogramlar, tabelalar, duvarlar, afişler, vitrinler, bilboardlar, duvar yazıları, mezarlıklar, binaların arasında sıkışıp kalmış, küçük yeşil alanlar, molozlar, hafriyatlar, açılan çukurlar, sökülen kaldırımlar...daha neler neler !
İşte tam burada “estetik” kavramı, güzellik anlayışı giriyor devreye...gözler hep aynı görüntüler ve görünümler içinde yaşarken ister istemez alışıyor şehir hayatı içindeki bu çirkinliklere ..hatta estetik bile gelmeye başlıyor. Belkide benimkisi fakir avuntusu. Bunca çirkinliğin içinden güzel bir yan bulup çıkartma arzusunun bir oyunu....Mimari yapıların çizgiselliklerini, simetriyi görüp  kapladığı alandaki o çirkin kütleyi görmüyorum...ya da denizin üzerini kaplamış çöplerin oluşturduğu doku beni cezbediyor ve fotoğraflıyorum...bu beni çirkinlikten biraz olsun uzaklaştırıyor....Buna benzer bir oyunu “fütürist”ler de oynamıştı ; bu oyunda sanatın estetik öğeleri olan “ahenk” ve “güzel” gereksiz sayılmışlardı...
Fütürizm, endüstrileşmenin bütün insan hayatına ve faaliyetlerine aktarılmasıydı. Hayat sürekli bir değişim ve dinamizm içerisindeydi bu yüzden fütüristler, sanatın her türüne makineyi, hızı ve dinamizmi sokmaya çalışmışlar, kentsel ve endüstriyel çevreden seçtikleri konuları ve hız kavramını ele almışlardı.  Yaşamı çoğaltılmış ve parçalanmış bir biçimde aktardılar... “modern kentlerdeki devrimleri yaşayan çok renkli ve çok sesli yığınları söyleyeceğiz; şiddetli elektriğin ayışığı altında yangın gibi parlayan şantiyelerin ve tersanelerin gece coşkusunu; dev koşucular gibi bir yandan bir yana nehirleri aşan, güneşte bıçak gibi parıldayan köprüleri; ufukları koklayan serüvenci gemileri; üzengisi borulardan yapılmış kocaman çelik atlar gibi, raylar üzerinde eşelenen geniş göğüslü lokomotifleri; pervanesi rüzgarda bir bayrak gibi çırpınan uçakların akıp giden uçuşlarını söyleyeceğiz.”diyorlardı... Tabi ki ideolojisi bu kadar belli ve bıçak kadar keskin akım da bir gün son buldu...oyunda kazanan “insanın geçtiği yerde bıraktığı iz ve çirkinlikti” ... yeni arayışlar, yeni oyunlar devam etti...yeni kandırmacalar (fotoğrafik gerçekliği anlatan farklı teknikler, yöntemler ve tarzların kullanılması ve bu kullanımlardaki özgürlük fotoğrafa yeni imkanlar sağlamış, sürrealizm, soyut sanat, dadaizm, pop art gibi akımların doğmasına neden olmuştur.)

... diğer taraftan sokakları bir sanat alanı haline dönüştüren çalışmalar da var. “Sokak sanatı” özgürleşme alanı olarak sokakların kullanımının özünde yine iz bırakmak var. Modernizmin özerk sanat fikrini galeriler, sergi mekanlarından (ticarethanelerden) sokağa taşıyan; sokağın, kent yaşamının kendi dinamiklerinden ve gerçekliğinden beslenen bir sınıf ve kültürün kendini ifade etmesi ...kaçış, rahatlama, illegal yanın yükselttiği  adrenalinle...grafiti, sticker, stencil...ve dahası...sürekli değişen ama yerli yerinde olan sokakta; duran sokakta... bu sanatın içindekilerinde içinde bulunduğu sokak malzeme ve aynı zamanda yüzey, zemin..duvarlar, köprüler gibi şehrin gri–beton-soluk yüzünü güzelleştiren, değiştiren çalışmalar....Bu çalışmalara -fotoğraflarla-yakında daha geniş yer vereceğim.

Diğer yandan beni etkileyen ve üzerinde durduğum bir konu ise sokaktaki gerçek tesadüfi birliktelikler, bir araya gelişler ile ortaya çıkan soyut “tasarımlar”.Özellikle kimsenin tasarlamadığı...soyut resimleri çağrıştıran yüzeylerdeki dokusal, çizgisel birliktelikler... Sürekli değişen şehirli, güncel dokuları fotoğraflamak...çevremizde, heryerde  her zaman karşılaşabileceğimiz nesneler ve yüzeyler... üzerlerinde renk-ışıkla boyanmış, nemle kabarmış, paslanmış, eskimiş, aşınmış, solmuş yüzeyler, tonları değişmiş, kendiliğinden fırça darbeleri, geçişler oluşmuş yapay, doğal dokular... pitoresk bir etkiye sahip diye yorumlayabileceğim; içlerindeki, çevrelerindeki küçük doğa onları resimsel bir etkiye yaklaştırıyor. Yeni yeni çerçevelemelerle, ölçeklendirmelerle, bazen  makro fotoğrafa yaklaşan, bütünden koparıp alınan, basit ama derin dünyalar. Herbiri kendine özgü, kendi içinde tekrarlardan, parçalardan oluşanlar... Bazen bir gün sonra dış etkenlerle yeni bir oluşum la karşılaşıyorsunuz ya da  yeni bir eklentiyle...bir yazıya eklenen bir kelime anlamı nasıl değiştirirse...Afişler üst üste geliyor...temizleyip kazımak tam anlamıyla imkansız bu katmanları...yırtıla yırtıla farklı katmanlar yeni görsellikler ya da anlamlar sunuyorlar size...
Fotoğraf-çı gözüne sahipsen  kaosta bir düzen görürsün!.. gelin bu oyunu birlikte oynayalım! Çirkin görünümlerden, fotoğraflarla güzel bir yan, bir anlam çıkartma oyununu...

24 Kasım 2011 Perşembe

reklamlar...objeler ve cinsiyetler

 
Fotoğraf: Cüneyt Gök-2011

Üreten insanın ürettiklerine yabancılaşmasını, metaların birer fetiş haline gelmesini sağlayan reklam bir “ideoloji” taşıyıcısıdır.. “tüketim ideolojisi”...ürünü ya da hizmeti satabilmek için tüm yollara başvurur. “Her yol mübahtır”...
Popüler kültürün taşıyıcısı ise gençler... reklamlarla, onların en kullanılabilir yanları olan  tüketim özellikleri ve  cinselliklerine yüklenerek ihtiyaç duyulmayan bir ürün dahi kolaylıkla tükettirilebilir... sürekli kışkırtılan arzularla... Reklamlar içgüdüsel olan cinselliği kültürel olanla yeniden anlamlandırır... Reklamın büyük bir bölümü mesajdır. Biçiminden çok onun açık içeriğindeki anlam görülüp biçimin içeriği göz ardı edilir.
Para değeri temsil eden şeydir, diğer şeylerle değiştirilebileceği için onlara da değer verir, değer katar!... ne kadar pahalı olursa o kadar kaliteli ve özel...
Satın alabilecek durumda olan cinsel bakımdan da istenir: Asi şehirli... lüks bir arabayı, ekranı daha büyük bir cep telefonunu, 250 liralık Seda Sayan indirimli “deri mont”u alan...ekmek yoksa pasta ye ve taht-ı-revanla git...paran yoksa 12 taksitle al canım!...nasıl olsa bir şekilde ödersin... cezbettirenler ve azmettirenler...kısacası “suça iştirak”...inanılmaz tarifeler, ekonomik boylar, fiyat avantajları, hem kaliteli, hem hesaplı olanlar, bir alana bir bedavalar...ballı lokma tatlısı kampanyalar...hep daha fazlasını harcattıran, tükettiren bir alışveriş çılgınlığına bitmeyen davet!
Renk bir öykü anlatabilir, duyumsatabilir, düşündürebilir, bir tadı hissettirebilir...nesneyi nesneyle, nesneyi kişiyle bağlantılandırabilir... “3 kırmızı kapak, akbank kırmızı ev.”;.küçük, büyük bir şeylere sahip olma umudu, mutluluğu... “Omo beyazlığı”, “Ona” Açık Sarı hafifliği, “ Bitter Eti Karam gibi olmalı...rengi, kokusu”... Öyle ki bazı renkler pantone numarası yerine marka ya da ürünün rengiyle, adıyla anılır hale gelebiliyor: bir döşemelik kumaş- suni deri firması turuncunun bir tonunu  “Fanta rengi” olarak kendi kreasyonuna katmış...Parliament mavisinde de olduğu gibi...
Reklamlar, ekranlarda birbirini tamamlayan görüntü alanları sırası içinde gösterilir; önce bir kızın sıçradığını görürüz, arkasından çubuk şeklinde bir çikolatayı havada...Kubrick’in “2001 Space Odyssey” filmindeki fırlatılan kemikten uzay gemisine geçişte olduğu gibi...reklamlar biçimsel benzerlikleri, çağrışımları kullanarak, ilişkilendirerek anlamlandırma yaparlar. Ürün ve imge de bilinç dışı olarak  zihnimizde yanyana, peşpeşe bu ilişkilendirmeyi yapar. Magnum reklamlarındaki kadın imgesini (ikon) hatırlayın “mükemmeli arayan mükemmel kadın”... sonuçta ürün de bu mükemmelliyeti yansıtacak hale getiriliyor...ikisi de bütünleşiyor. Reklamlar bu bütünleşmeyi renk, duruş, form, hareket vs.vb.ile nesneyi nesne, nesneyi kişi ile özdeşleştirerek bize sunar. Sırf bir ürünü kullanarak sınıf atlamak, bir gruba dahil olmak, zengin görünmek, -mış, -miş gibi görünmek mümkün!... bu sistem yaşam biçiminin değişmesi üzerine kurulu!... tüketelim...tükenmeden!...
...bazen  de duygularımızdan yakalanırız; pudingin kokusunu alan çocuk “..babannem mi geldi...babannee! sonra eve dönen  babanın  bir anda pudingin kokusuyla annesi geldi sanıp “annnee!” demesi...”Dr.Oetker pudingi”...”Knorr tavuk suyu-jölesi tıpkı evde yaptığınız gibi”... “Ülker Hanımeller” yerken annesi aklına gelenler...mutlu hissettiğimizde kendimiz bir  “çukulata” alır tüketiriz... biraz sonra yiyip bitireceğimiz o çok özel ürünü bir mücevher gibi taşırız, bir hazine gibi koruruz...“o benim, benim o”diye diye...mutsuz olduğumuzda da...kendimizi mutlu hissetmek için tüketiriz...kısacası bir ürün duygulanımsal bir göndergeyle (dış dünyada yer alan, bir göstergenin belirttiği nesne veya varlık) bağlantılandırılabilir. Reklamlarda bir nesne, bir imgenin, bir duygunun yerine geçip onu temsil eder bu firmalar arası yarışta “ikisi bir arada”, “üçü bir arada” da olduğu gibi ; şeker, krema, kahve birlikteliği ile hayatımızı kolaylaştıran ürünler ortaya çıkartıp, bireylerin tercihlerini şekillendirir. Sıfatlarla, yakıştırmalarla sizi biryerlerden yakalayıp...-yı tüketen, -ı kullanan bir gruba dahil eder. Çamaşır makinası markası deterjanı önerir, deterjan kireç sökücüyü...dişfırçası diş macununu ya da tam tersi, saç boyası saç kremini, saç kremi şampuanı, şampuan yüz maskesini...ne bileyim hepsi karıştı birbirine...bunu yaparken de iddia eder şununla binlerce tabak...bununla yüzlerce saat...o hiç sıdırmaz, bu çok güvenlidir, şu “en” “bişi”dir...
Gelelim asıl konumuza: Reklamda “cinsel” öğelerin kullanımı ya da  tüketimi arttıracak erkek – kadın cinsiyetine uygun sunumlar herzaman  başarılı olmakta... bunun altında yatanlara biraz değinmiştik... özetle nesnelere ve buna bağlı olarak karşı cinslere sahip olma ya da karşı cinse iyi görünme isteği yatıyor diyebiliriz. Ama şöyle bir sakınca da doğmakta...  henüz gelişimini tamamlayamamış!ların ürün markasından çok model olarak aldığı  stereotip  “erkek” ve “kadın”ı temsil eden görünümleri( tv, gazete, dergi, bilboardlardan...) model olarak almaları yani güzel, yakışıklı, mükemmel vücut ölçülerinde, kaslı...kaşı, gözü yerinde..bir gram yağ fazlası olmayan kadın ve erkekler.....idealize edilmişler...bir de idealize lüks yaşamlar..herkesin öyle olması beklenemez...bu psikolojiyle “onlar”gibi  olabilmek için herşeyi denemeye, alıp tüketmeye hazır, hatta böyle görünümler ve “öylesine” bir yaşam için  suç bile işlemeye hazır hale gelen insanlar var...hayatındaki “eksikliği” reklamlar sayesinde farkeden kişi, çoğu zaman ürünü satın aldığında yaşamının daha iyi olacağını düşünür... ürün ona yarasın-yaramasın; reklamda gördüğü karakterle özdeşleşiyor. Bunun ötesinde yine bir o kadar önemli bir yaklaşım daha var o da : genelde “sahip” konumumda olan erkekler, “iyelik-nesne” konumu ile beraber değişim değerine indirgenen ise kadınlar... kadının ağırlıklı olarak  bir cinsel objet gibi sunumu, nadiren erkeğin sunumu...kadının sunumuyla ilgili örnekler saymakla bitmez. Modern toplumda eşitlikten, kadının  ekonomik bir “aktör” olmasından sözedilse de, toplumsal ilişkiler hala erkek egemenliği altında “eril” değerler üzerinden yürütülmekte... Kadınların işbölümü neticesinde sosyal-ekonomik hayata daha çok katılımları, toplumsal hayattaki ilişkilerin doğasında herhangi bir değişim yaratmamakta.
Başarısız bir örnek: Tülin Şahin’in dişi yanı ama kötü türkçesi “Piko, pirinç patlaklı sütlü, çikolatalı bar”ı nasıl sattıramadıysa tam tersi bir örnek olarak da definasyonlu vücutlarıyla( kadın tüketici mi hedeflenmiştir bilemiyorum!?) yabancı erkek mankenlerin kullanıldığı Şölen Biscolata’nın etkisinden bahsedebiliriz...bir de son olarak farklı çağrışımlarıyla “ben erkeğimin hangi halini...” Derimod reklamı var... Cinsel içerikli reklamlar birçok farklı şekilde olabiliyor. Örneğin çift anlamlı sözler, imalı ifadeler, bilinçaltının algısına yönelik cinsel imgeler ve cinsellikle ilgili vaadler kullanılabiliyor.
Bir organizma (canlı varlık) dişi, erkek ya da nötrdür. Cinsiyet sosyal yaşamda temel kategorilerden biridir. Dünyayı erkek-dişi kategorilerine ayırmak sadece canlılar için değil cansızlar içinde söz konusu...  Bunu bazı dillerin gramerlerinde:  örneğin Fransızca ve Almanca’da görüyoruz. Objet’ler; cansız varlıkların artikelleri kafa karıştırıyor. Mantıklı olduğu kadar akla hayale sığmayacak örnekleri de var... bir de diller arasında aynı kelimelerin birinde dişil olan diğerinde eril...erkekler için üretilmişler dişil, kadılar için olanlarınsa eril örnekleri mevcut...Fransızca da kravat “la”, dişil article’i(artikel) alıyor;”la cravate” , sütyen ise “le”; eril artikel... “le soutien-gorge”...
Bir çok faaliyet ve nesne erkeksi ya da dişil olarak tanımlanabilir.
Kadını çağrıştıran ya da kadınla anılan, dişil objetler, erkeksi, eril objetler kadar fazla... Yumuşak, peluş, saten, lateks gibi malzemelerden yapılan objetler  kadın bedenini çağrıştıran objetlerdir...yumuşak hatlı ve canlı renkli nesneler kadınlara yakıştırılır, kadını çağrıştırır...

Bazı tatlıların isimlerine ve görünümlerinde bile cinsellik var...Dilber dudağı, vezir parmağı, genç kız rüyası, hanım göbeği, meyve jöleleri... onları da araştırmak lazım ama başka bir yazıda...
Fallik objetlere gelince;  erkek organını çağrıştıran forma, görünüme sahip objetler oluyorlar...sinemada bu bazen bir silah, bir kılıç, bir baston olabiliyor reklamlarda ise bir araba, bir kol saati erkeğin cinselliğinin bir uzantısı gibi verilebiliyor... bilimum motorlu araçlar, erkek gücü, karakteri ve davranışlarına uygun nesneler, onlara  yakıştırılan ya da yapıştırılmış meslekler ve o mesleklerin nesneleri de erkekle bereber anılır. Yine bilimum alet edevat, hırdavat % 90 erkeklerin kullandığı  nesneler; erkeksi nesnelerdir.. fakat erkeklerin kullandığı nesneleri kadınlar kullanınca anlamlar da değişiyor. Reklâmlarda erkek cinselliği çoğu defa “hakimiyet ve zafer araçları” olarak sunulan başka nesnelere “transfer” edilmekte; yani cinsiyetler ve onlara bağlı olarak yaratılan imaj ve çağrışımlarla fakat onun üzerinden yeniden üretilmekte... Yine arabaya gelelim;  Araba en önemli erkek aksesuarıdır. Neredeyse arabasızlık iktidarsızlıkla eşdeğerdedir
Fakat çok ilginçtir ki bir anket yapılsa, kadınların “erkek” işlerini yapmaları, alet edevat kullanma, motorlu, araç, ağır vasıta, vinç, kepçe operatörlüğü, tamircilik gibi işlerde çalışmalarının  erkekleri bir hostesten daha fazla etkilediğini gösterecektir... erkeksi görünmek için, erkekler için tasarlanmış kıyafet ve aksesuvarları kullanıp, erkek modeli saç kesimi yaptırmaları onları daha kadınsı bir çekiciliğe taşıyor! Bazı erkekler güçlü kadınlardan hoşlanır... kadınların bu davranışlarının altında yatan erkekleri farklı bir şekilde etkilemek midir bilinmez, zaten gerçek hayatta çok örneğini gördüğümü söyleyemem ...sinema, reklam dünyasının, Payboy’un yarattığı ama bilinç altında sıkışıp kalmış fantaziler bunlar! Bir kadın kovboy çizmesi giyebilir ama bir erkek bir kadın çizmesi giyip sokağa çıkmaz.... modaya baktığımızda erkekler için üretilenlerle kadınlar için üretilenlerin kesim farklılıklarını net bir şekilde görebiliyorduk...onların farklı fizyonomi ve fiziksel özelliklerine göre... şimdinin modasında herşey birbirine karıştı... erkekler için sert çizgiler ve kesimler “yumuşadı” kadınlarınki sertleşti...bir de artık kadın-erkek unisex giyiyor bir çok şeyi...yavaş yavaş bu da insan doğasında olan ve ancak günümüzde daha özgür biçimde ifade bulan erkeğin kadınsı yanını ortaya koyuyor...oysaki yaşadığımız toplumun ve kültürün ya da kültürlerin cinsiyetlerle ilgili belli standartları vardı...Romalı erkeklerin giydikleri mini etek ve bol elbiseler de o zamanda, onların kendi  kültürleri içinde doğal karşılanıyordu...biz her nekadar yadırgasak ta...tabi o zamanlardaki yaşam biçimlerine girmeyeceğim!
Sonuçta objelerin cinsiyetleri vardır...cinslerden ötürü... Kullanım yerinden, fiziksel özelliğinden,benzerliğinden, çağrışımlar yoluyla yakıştırılmasından...reklam endüstrisi varlığını sembolik değerlere sahip objelerin işaret dili çerçevesinde sunumuna bağlı olarak devam ettirir...sinema da bu cinselliği benzer şekilde kullanır.
 Bir gün sağlam bir liste yapacağım görselleriyle birlikte:
...Kilit (dişi)-anahtar(erkek),elektrik ve audio bağlantılarında fiş, jack(erkek)-priz(dişi), uzatma kablolarında kullanılan “dişi fiş”ler de var...sonra vida(erkek)-somun(dişi)ampul(erkek)-duy(dişi)...vs.vb...

 


21 Kasım 2011 Pazartesi

"Taş"


               Fotoğraf : Cüneyt Gök- Çukurcuma-2010

Alt tarafı taş işte dediğimiz bir “taşa” dokunmak bir jeolog için kutsal bir ruha dokunmak ya da dünyanın en değerli hazinesine sahip olmakla eşdeğerdir. Dünya evrenin bir parçasıdır, taş ise sonsuzluğun… Taşın serüveni evrenin oluşumuyla gelişen bir süreçte yeralır ve küçük bir taş parçası dünyanın oluşumuyla ilgili bir çok sırrı, bilgiyi içinde barındırır. Ayakkabınızın içine kaçan ya da tabanına sıkışan bir taşı küçümsemeyin...o geçtiğimiz, aştığımız yolları hatırlatır bizlere...ve sonsuzluğun olmasa da "o"nun gibi evrenin bir parçası olduğumuzu....



Okunmamış bir şiirin  
ölümüdür düpedüz
Hayatıma değen
kanadı bulutun
Bir kuşun susuşu
Haftanın tüm günleri
Tanrı yapımı bir taş
İnsan yapımı bir heykel
Hayal, imge, gerçek
Yokuş
Yok aslında
Bir varmış-bir yokmuş
Bir dul, bir berduş, bir ayyaş
İlkin kusursuzluk üzerine
Sonra tatminsizlikten ne kaldıysa geriye
Vasat aşkların taşbaskı yazgısıdır
Kelebek ömrü dediğin
Bir düğüm
Bir karadelik...
Bir vakit
Vardı
Şimdi yok


TURŞU TAŞI


…kendini duvarların arasına mahkum etmiş tarifsiz bir hiçliğin içinde maarif takviminin sayfaları ve içeri sızan güneşle ne kadar beslenebilir ki insan!.. arada bir güneş görmesi için bir çiçek saksısı gibi pencere önüne getirilir, tahta sandalyesinde bir sigara içimi kadar kalır; karton kutusundan itina ile çıkardığı “gelincik” sigarasını tam bir tiryaki misali içer ve izmariti pencerenin önündeki istiridyenin sedefli içine bir inci tanesi gibi zarifçe bırakırdı… sonra onu mavi damarlı yorgun ellerini önünde kavuşturup saatlerce öylece oturduğu odanın loşluğuna çekerlerdi.Genç kızlıkta İzmir’de herkese uyup çukura atılmış yaralı “yunan askerini” taşlayan bu eller daha sonra onlarca kişiye baklavalar, börekler açmış , galvaniz leğenlerde çamaşırlar yıkamış, beş çocuk, sekiz torun kucaklamıştı…
Otuz yıl öncesine kadar mutfağın ve yemek odası olarak kullanılan geniş antrenin ışıkları gece hiç sönmez, sürekli yemekler, börekler, mantılar pişer, mevsiminde reçeller, salçalar yapılır, turşular kurulur, tarhanalar serilir, erişteler kesilir tüm aile bir arada; çatal tabak sesleri ve sohbetler tüllerle birlikte açık pencereden dışarı taşardı… her şey ölçüsünde, tam kıvamında, tadında ve yerindeydi…olması gerektiği gibi ama gereklilikten çok  “doğallıkla”… salça tülbentten süzerken suyunu damla damla takvimin yaprakları değişti durdu… aileden bir çok kişi, en büyükler toprak oldu! Çocuklar, torunlar malları kavga dövüş bölüştü… vita yağ tenekesinde; diplerindeki paslı çivilerle mavileşen ortancalar, mis kokulu şebboylar unutuldu; susuz kalıp kurudu.. 0 güzelim turşuların kavanozları kırıldı, atıldı…
sadece yazı masamın üzerinde iki turşu taşı kaldı geriye hiç bozulmadan duran “kaskatı gerçek”…



Değişim -1-

Fotoğraf : Cüneyt Gök - Eminönü-1987
*Lütfen kayıp olanlar saklandıkları yerden çıkıp tepki versinler!... onlar da beni eleştirsinler, yazdıklarımı tekzip etsinler...beni yerden yere vursalar da onlarla sonuna kadar dostuz...hepsiyle çok güzel şeyler paylaştık... İsimleri değiştirseydim okuyanlar için bir şey değişmiyecekti... anlatılanları yaşayanlar için de değişmesini istemedim... bu yazı içinde bulunduğumuz yaşam biçimine,  değişime, zorunlu kaldığımız her şeye (dostlar olmadan yaşamak zorunda kalmaya  bir isyandır).


Değişim  -1-                                                  29 Temmuz 2009


Yalova’da senelik iznimdeyim. Her zaman kaçıp sığındığım, kendimi iyi hissettiğim yerde.  “O  şimdi artık  bir şehir”! Bir şehrin gerektirdiği yapılanma içinde insanlara yani tüketim toplumuna daha fazla şey (şeyden kastım: alışveriş merkezleri, geniş caddeler- daha fazla arabanın park edebileceği- , denizi doldurarak kazanılan ama aslında doğa olarak , doğal olarak kaybedilen alanlar…vs. vb) sunmaya çalışıyor. Yaşam yeme içme, aylak gezip baba parası yeme, modayı(dayatılanı), trendleri takip etme, ikinci cep telefonunu ve hattını alma, mesajlaşma çılgınlığından konuşmayı ve güzel “Türkçe”mizi unutma, sanal alemde oyunların kahramanı olma üzerine kurulu burada da… Kaybedilen değerler kimin umurunda böyle insanlar üzerinden kazananlar çok olduktan sonra!
Anlatacak o kadar çok şey var ki… asıl konumdan uzaklaşacağımı düşünüyorum . Ama yazmalıyım! Yıllardır-1972’den beri- Yalova hayatımda önemli bir parça oldu; bir çok şeyi burada keşfettim, yaşadım… doğayı, denizi, balık tutmayı…arkadaşlığı, aşkı, paylaşımı, komşuluğu, küçük yerin samimi duygularını…hiç bir şey değişmeyecek sanarak  burada büyüdüm…her tatil koşarak geldim . O zamanlar nüfus oldukça az olsa da bize yapılan “yazlıkçı” yakıştırması hiç hoşuma gitmezdi çünkü ben onlardan çok Yalova’yı yaşıyor ve  değer verip ona sahip çıkıyordum. Çok güzel arkadaşlıklar yaşadım ve dostlar kazandım. Kimileri öldü gitti, kimileri başka bir ülkeye kaçtı, kimileri kayboldu, izlerini kaybettirdi… üç dört dostumla hala görüşüyoruz ama şunu fark ettim: bizim, bizden bir önceki ve sonraki jenerasyon değişime ayak uyduramadı…iş hayatı, evlilik, aile…hep bir şekilde sorguladık, karşılaştırdık, değerlerimize sahip çıkmaya çalıştık, politik görüşlerimiz, felsefemiz yatsındı, eleştirildi…kısacası aydın kesim, düşünen aynı zamanda üreten bizler sindirilmeye silinmeye çalışıldık. “Türün son örneği”, “dinozor” gibi yakıştırmalar bazılarımızı etkiledi ve “onlar” da değişime ayak uydurduklarını zannettiler. Yaşan biçimlerini değiştirdiklerini zannederken unuttukları bir şey vardı “ruh”. O dönemin havasını soluyan tıpkı “paçasına bir kez deniz suyu deymiş” değişinde de olduğu gibi , yıllar sonra ruhlarının baskısına ve özlerindeki gerçekliğe uymak zorunda kaldılar. Eşime hep söylerim “bizim bir misyonumuz var”. İnsanlara dünya üzerinde fark edemedikleri yada onlara hiç gösterilmemiş, görme şansları olmamış değerleri göstermek, hatırlatmak ve onlara sahip çıkmaklarını sağlamak. Ama bu misyonu yerine getirmenin de bir bedeli var değişime ayak uydurup, dikiş tutturmak, her telden çalmak yerine bir konuda üretmek ya da çalışmak…Çok düşününce- şimdiki gençliğin yerine de- ben başka türlü yaşayamıyorum. Hep geçmişi anlatıyorum gördüklerime karşılaştırsınlar diye…yaşım 43 ama çenesi düşük ihtiyar muamelesi yapıyorlar yada çatlak.  Bazıları siz ne kadar iyisiniz, ne kadar bilgilisiniz, ne güzel düşünüyorsunuz, hala düşünüyorsunuz gibi laflar tükettikçe ben de aşkla yola devam ediyorum. Bazı isimler geldi aklıma Erzurumlu Mehmet eski günlerde  mendrek’(dalgakıran)te bize çiğköfte yoğururdu... çok rahat adamdı utanmadan sıkılmadan aklına geleni yapardı yani çok doğaldı ama bu hikayeleri anlatmam biraz tuhaf  kaçabilir…en son hatırladığım bir saat boyunca gözden kaybolmadan elinde bir kavun  olduğu halde dalgakıranın kayalık bölümüne doğru yürüdüğüydü…Güçlüyle çok iyi anlaşırlardı Bir keresinde apartmanın çatı katına konmuş diğer kat sakinlerinin eşyalarını talan etmişler, bir rüzgar sörfü, tapu kadastrocuları kullandığı bir adet ölçüm aleti gibi para edecek olanları seçip  İstanbul’a geçmişler,onları satıp paralarını bir güzel yemişlerdi. Mehmet mektup arkadaşı -Danimarka’da  marangoz bir babanın kızı- ile evlendi, marangozluk yapıyordu… bir kızı ve oğlu, şişman, iriyarı kendisinden iki kat büyük bir eşi vardı tam anlamıyla kaybolmamıştı  çocukları da alıp bir yaz gelmişti …Bu tatilde onunla yıllar sonra karşılaştığımda üç günlük yeni evliydi ...bu kez Mersinli , kendi gibi orijinal bir bayanla!...fazla muhabbet edemedik ve telefonunu da pek vermek istemedi ...belkide bazı şeyler geçmişte kalsın istiyordu ve yeniden kaybolacaktı... Anne ve babası Almanya’da öğretmenlik yapan Güçlü ne yaptıysa olmadı maymun iştahlı dediler, sırf bir keresinde bir guruba dahil olmak için Ankara’da bir çocuk parkındaki kaydırakları kırıp salıncakların zincirlerini kopardıklarını anlatmıştı …bir gözünde lens vardı ; çocukken bir gün atkestanesi ağacının altında uyuyup kalınca bir kestane gözüne saplanmış… bir gemiye kaçak olarak binerek Amerika’ya kaçtı. Benzin istasyonlarında pompacılık, pizzacıda bulaşıkçılık, deri atölyesinde hamallık derken, kendinden yaşça büyük ressam bir hatunla evlenip yeşil pasaportu kaptı…kaptı da sonra ne oldu …kayıp. Çekirge Burak  alkol, daha fazla alkol, hap falan derken tarif edilemez bir şiddet ve uyumsuzluk içine girdi…babasının bacağına tornavida saplamış... derken o da Amerika’ya kapağı attı, benzincide pompacılık, boya badana işleri…kalp ameliyatı…kayıp. Egemen herkesden önce Norveçli turist kız ülkesine dönerken onunla gitti…Rock kültürü almış jenerasyonumuzun sağlam yapı taşlarındandı. Bir gün Deep purple konserinden aradı… up uzun saçlı görüntüsü hala canlı ama kendisi kayıp…Hiç çalışmadığı ajanslarda “mış” gibi yaparak iş kovaladı...cv leri beraber yazdık..."içindeymişik, yeşilmişik, sazmışık" dedik sarhoş olup sazlıklara atladık.  Aşkın  sinir krizleri, intihar girişimi, evlilik, aldatılma- boşanma,  başka bir ajans sahibinin kızıyla  “Cacherell” ceketlerin dans pistinde atıldığı bir nikah…kayıp… Depremin koparttıklarını, bir daha arkalarına bakmadan kaçanları, evine kapanıp düşünenleri ve sokağa, insan içine çıkmaktan korkar hale gelenleri, kendini dağlara vuranları, alkolden ölen yada sefil olanları sırf düşündüğü için bu günün yaşamıyla çatışanları da sayarsak bu liste uzar gider.  Orhan ve Oğuz kardeşlerin bakkal dükkanı”hayat mektebi” artık yok depremden sonra güneye yerleştiler… Behsat ağabey , kibar adamdı ulu orta içmemek için ceketinin iç cebine şarap şişesini koyar, oradan pipetle içerdi… pinokyo bisikletiyle  şimdi kimbilir nerede…Keli görünecek diye kasketini ve krem rengi pantolon, sivri burun , yumurta topuk ayakkabılarını ve milli forma gibi taşıdığı yeleğini hiç çıkartmayan Ankaralı bitirim…mahallemizin fedaisi Ömer ağabey nerde…camlarında satılık yazısı asılı evledeki, yıkılan apartmanların artık boş arsaları üzerinde yükselen geçmişin ve arkadaşlarımın sesleri…nerede!? Eskilerden Deli Mehmet hala burada  dün gördüm Dereağzında…teknelerimizden azar azar benzin araklar deposunu doldururdu., kafasına göre yaşardı… evlendi ayrıldı bir Fransızla…teknesini bir dönem sattı Fransaya gitmek için sonra da dönünce nohut pilav arabası aldı bir iki hafta çalıştığını gördüm ... gözü bazen bir şey görmezdi…bir gün üzerime teknesinin çapasını attı…görmemiş…herkes öğle sıcağında balıktan dönerken o daha yeni ayılıp denize çıkardı. Önce istakoz rengine bürünür sonra  da marsık gibi olurdu…  Koca bir gerçek var o da “değişim” o koca ağızlı bir canavar, bir kara delik…beni yutamayacak…Ben de değiştim..hayat gailesi yüzünden yapmaktan haz aldığım bir çok şeyi yapamıyorum  ve sevmediğim , yapmakta zorunlu kaldığım bir yığın şey var ama bu “düşünmeme” ve bundan sonra “yapmama” engel değil…
Balıkçılar kahvesi mütevazi, kooperatifin insanlarının çay içip, sohbet ettiği yerken sosyete ve buluşma mekanı olmuş …eskisinin beş altı katı bir alanda beş altı katı bir kalabalık…içinden sıyrılıp arka taraftaki teknelerin fotoğraflarını çekmeye gidip dönerken uzaktan “sen Cüneyt”… “misin!” “biraz değişmişin” dedi eski günlerden bir ses ve bir dostun bedeni.
-kilo…ama bu yaşta normal …
-sen de!
-ben de..
 O da kilolanmış, saçları hafif beyazlaşmış… Grafiker, Tuncay’dan başkası değildi. “10 yıl olmuştu herhalde” dedik. İki gün öncesi onların eski teknesi ve Aşkın ile  “tremola” yaptığımız günü düşünürken karşıma çıkmıştı. Dertleştik, neler yaptığımızı konuştuk… “Facebook ta yoksun dedi” “bana hep ters geldi ama başka çarem yok , hiç olmazsa birkaç eski dostu bulurum ..tamam dedim haftaya yazışırız… “yalnız” dedi  “benden dini vecizeler, hadisler, milliyetçi söylemler gelebilir ama istemezsen engelleme koyabiliyorsun”  “Masonlara karşı birilerinin savaşması gerekiyor” dedi… “benden de abzürd şeyler gelebilir, sen de engellersin o zaman”…sohbet sürdü evlendim…arkadaşımla…çocuk yok, istemiyoruz…biliyoruz o zaman kendimiz olamayacağız…          


Felsefenin “Fel” indeyken öğrenci olayları yüzünden Üniversiteden ayrılmak zorunda kalmış Alev ağabey dünyaları içti…içti düşünmemek için …değiştiremediği gerçekler için içti…göçüp gitti… Avukat Delfin zehir gibi aklını, altılıda, ikilide tüm servetini ve çok içmekten-ki rivayete göre köprü altında içtiği rakılar metil alkollüymüş-gözünün birini kaybetti…sonra da biz onun izini… Evine davet ettiği arkadaşlarına hatıra olsun diye annesinin tablo koleksiyonundan birer parça verip gönderirdi…geriye hiçbir şeyi kalmadı  Bakkal Orhan’ın veresiye defterinde belki dolu bir hane…
Ataman : o ince ruhlu, “Hair” filminden fırlamış haliyle bir gün çıktı karşımıza. “ Selam ben hippiyim” …ne dinliyorsunuz dedi”  açık mavi kot montu ve boynunda batik fularıyla … o dönem biz de Pink Floyd  dinliyorduk.  Anlaştık; önce müzik konusunda sonra olabildiğince her konuda …fakat yıllar sonra bir gün balıkta  kovada birikmesi gereken balıkları göremeyince durumu anladık. Kıyamıyordu balıklara…biz tuttukça o denize gönderiyordu. Sonra balık ve beraberinde rakı sevgisi bu olanları aşmamızı sağladı. Tuncay’ın teknesinde bir gün rüzgar kesilince denizin ortasında kalıp yardım çağırmak için kıyıya yüzdüğünde o kıyıda Aşkın'la ben çadır kurmuş kamp yapıyorduk…Yıllar geçti ortak zevklerimizi zaman buldukça paylaştık…görüşemezsek de telefonlaştık…kayıp değil ama hayat gailesi ile çok meşgul. İlerde ortak bir iş yapacağımıza inanıyorum…ama çok ileri bir tarih olmasın diye de diliyorum! Zira her şeye rağmen doğallığını ve ruhunu kaybetmeyen tek dostum.
“Tek tornistanı olan balık yunustur” diye anlatırdı kambur Salih…bir zamanların usta ve emektar balıkçısı” ne o kaldı ne de eskinin balıkları…batıkların yerini bilir…orfozları, sinaritleri eliyle koymuş gibi bulurmuş …sonrada İstanbul’a koca balıkları ekspresin yanına bağlar gönderirmiş…bir gün bir gazete kupüründe gördüm Marmara’nın büyük beyazını yakalamıştı . Buzullar eridi, sular ısındı…Marmara’yı, İzmit Körfezi’ni pusula denizanaları sardı…o kadar çok deniz anası üredi ki eriyik halinde dipe çöküp “lez”i oluşturdu…ağlar balık yerine tonlarca lez çekince balıkçılar iflas etti. Bütün bunları öylesine bir masalmış gibi anlatmak istemiyorum! Anlatınca çoğu insan için uydurma ve gerçek dışı gelebilir…değişim var ama istenmeyenler; hala insan “isterse” engellenebilir. O küçücük eller ve yüreklerin bir tane balığı suda görüp birbirlerine gösterirken ki coşkusunu devam ettirebiliriz...


Kimse başına neler geleceğini tam olarak bilemez…seçimler vardır, yaşam biçimleri…tercihler bazen bizi istediğimiz, özlem duyduğumuz hayata, planladığımız bir geleceğe götürür, bazen de tersi olur…bahsettiğim o çok sevdiğim ve yitirdiğim kişiler de oturup benimle ilgili yazsa eteklerinden ne taşlar dökülür...yazdıklarımı okuyup belki kızar ve sitem ederler  ...  “bir kız için bizi sattı terk etti, belasını buldu, ne yapsa mutlu olamaz”…vs vb gibi şeyler de diyenler oldu zaten o zamanlar.
Ben de masum değilim hiç kimse gibi... “Masum değildir şarkı şarkıcıdan ötürü”. …çok sevdim... çok mücadele ettim,  daha evlenene kadar yaşadıklarım bir çok insanın ömrüne sığmayacak ya da sonu akıl hastahanesinde bitebilecek şeylerdi...evlendim ailelere rağmen... işsizliğe, parasızlığa ve aldatılmalara, psikoloji literatüründe yer alan  bir kaç vakkaya rağmen... belki de hak ettim...belkide algılayamadım onu... gözüm hiçbir şey görmüyordu. Önce uyardılar tüm arkadaşlarım bu işin sonu iyi olmaz diye  zira "hayır" nedir bilmiyordum…hep kendimden verebildiğimce verdim   ilişki sürsün diye alttan aldım…belki de öyle sandım...sorunları görmezden gelmeye çalıştım, aman o üzülmesin dedim…neler neler oldu! Her şey tepetaklak... yeni evlenip gittiğim askerden gelince buzulun suyun altında  kalan kısmıyla yüzleşmem gerekti...ve buzul daha da büyüdü ...ilk bulduğum işte kazandığım üç kuruş küçümsenip onun kazandıkları konfeti gibi havalara saçıldı sonra eve gelmemeler başladı. Dışardan bakıldığında “marjinal insanlar artık herkes kendi hayatını yaşıyor” gibi görünüyordu...sonrası...sonrası ev bulup taşınmak istedi ...ama ayrılmak değildi istediği. Canı sıkılınca, özleyince, gelecekti...ben ise onun musluğu, elektrik tesisatı bozulduğunda tamir edecek , nazının geçtiği yegane insan ya da ağlamak istediğinde başını koyacağı bir omuzdum sadece...aşk bitmişti; değişime uğramıştı, sömürülmüştü....evi taşıdı, eşyalar bölüşüldü, kediler, tabak, çatal bıçak takımları...kitaplar...fotoğraf albümü bile... “gidersen” dedim “biter...geri dönemezsin ve dava açarım”. Gitti sırf inadından .Resmi olarak boşanana dek İstanbul’un tüm birahane ve barlarını öğrendim neredeyse...işlerim düzelmişti.Ama neye yarar dı...Tekel’e yaradı!  O şimdi başarılı biri...dedim ya belki biz uyuşamadık ya da ben onu  ve düşüncelerini tam algılayıp kavrayamadım! Detaylara girersem ayrıntıda saklı olan şeytan ortaya çıkacak…en iyisi susmalı…yoksa ortaya çıkınca ruhumu ele geçirmek isteyecek..Pazarlığa hiç gelemem!

Sonra…sonra dedikçe bu güne gelene kadarki bölüm giriyor araya…ikinci evlilik…iş…işler…ekonomik ve diğer krizler, açmazlar…çocuk….mücadeleler…uzaklaşılan geçmiş…
ne olursa olsun iyi ki varlar...hayatıma giren, kenarından, köşesinden geçen herkes...tüm dostlar, düşmanlar...  

...fiksaj banyosunda yeterince kalamamış, sararmaya mahkum fotoğraflar gibi geçmişimiz…





18 Kasım 2011 Cuma

"ince belli"de çay yerine şarap...

Fotoğraf: Cüneyt Gök-2008

Kağıt toplayarak geçiriyorlardı günlerinin yarı ayık saatlerini. “Her akşam votka, rakı ve şarap”… Çok uzağa gitmeden, fazla lüks aramadan; hemen Yenikapı tren istasyonunun arka sokağında, “Alboyacılar sokak”ta, topladıkları kağıtların çuvallarına dayanmış...
 “Daha bir gece evvel üç kişi 10 tane votka içtik”diyordu içlerinden biri.
 -Dur bir tek şarap atayım…
Konuşmanın arasında çay bardağı birkaç kez daha dolup “ fon dip” oldu.
Ötekisi;gözleri kan çanağı ve altları torbalanmış, dişinin verdiği ağrıyla bizim konuşmalarımızı zorlukla dinliyordu.

 Tahsin Düzyol arkadaşının çok güzel yağlı boya, badana yaptığını, sanatkar olduğunu vurgulama gereği duydu birden ...sonra söz sanatkar arkadaşa geldi.
Parasızlıktan dişine kendi müdahele yaptığını bu yüzden de mikrop kaptığını anlattı.
Tahsin yine söze karıştı:
-Aslında parası şimdi yok ama alacakları çok…sanatçıdır kendisi ama biraz içmeyi sever benim gibi… onun için iyi anlaşıyoruz.…aslında insanları olduğu gibi kabul etmek lazım…
…hem Hz. Mevlana ne demiş:gel ne olusan ol gel, ister ayyaş ister berduş ol…yine de gel…
Bir an durup gülümsedi .“Bir hikayem var” dedi… “dinler misin!”
...
-İşte… öylesine bir akşam kafayı çekip kendine gelince  “çağrıya kulak veren” adam Kumkapı Kilisesi’ne gitti. O büyük kapının karanlığa açılan koridorlarından birinde gideceği yolu seçmeye çalışıyordu. Saat epey ilerlemişti. Koridorda hangi yönden geldiği belli olmayan, sonradan ihtiyar bir rahibenin olduğunu anlayacağı ayak sesleri yankılanıyordu. Birden ayak sesleri durdu . İhtiyar rahibenin soluğu ensesindeydi… Rahibe ona ne istediğini sordu. Adam “papazı bulmak” istediğini söyledi. Rahibe papazın orada olmadığını söylese de adam ısrarla papazı bulması gerektiğini yineledi.
Rahibe sordu: “peki neden bu saatte?”
Adam- 41 senedir Müslüman’ım…15 dakikalığına Hıristiyan olmak istiyorum…hemen şimdi!
Anlatıcı sustu kaldı. Devam etmedi.
Eee !dedim bu bir fıkramıydı yani! Bitti mi  !?
Tahsin -yaa …şimdi orasını karıştırma… Bak biz buradayız Kumkapı Kilisesi de biraz yürüdün mü karşına çıkar . Önemli olan nereden yola çıktığın değil nereye varmak istediğin…
Yani anlayacağın her şeyi kabullenip oturacağına  aklının yettiğince sorgulamalısın.
Dişinin ağrısından konuşamayan arkadaşı kafa sallayarak Tahsin’i onayladı.Biz Tahsin’le konuşmaya devam ederken bakkaldan on tane “Gripin”alıp geldi…şarapla birlikte hepsini yuttu . “Yarasın” dedik!
Herkes bir şeylerin peşine düşmüştür ya da düşebilir…arayış bulmakla sonuçlanınca “bulunan” bulan kişiyi ne kadar mutlu eder bir düşünün; hele hele hayatımızda bize sunulanların ötesindeki gerçeklerle yüzleşirsek neler olur? Yıllarca baba dediğin kişi gerçek baban olmayabilir,  sevdiğin kişi aslında seni değil paranı seviyor olabilir, sabahtan akşama ağır işlerde çalışıp karnını doyuracak parayı ancak kazanıyor olabilirsin, sigara hiç içmemiş olsan da akciğer kanserinden ölebilirsin, ev sahibi olmak istiyorsan 35 sene boyunca kazandığın paraya hiç dokunmadan biriktirmen gerekebilir, 35 sene içinde beklenen İstanbul depreminde evin tepene yıkılabilir-yüzde doksan -çocuklarının seni hastalığında, ihtiyarladığında unutup gidebilir, küresel ısınma yüzünden  içecek su bulamayabilirsin mesela… Bu kadarını düşünmek bile yetti!
İnce belli çay bardağını şarapla doldurup vurdum dibine…fondip…
-Yarasın!
 ... Yarasın!

...geçmişe takılıp kalmak...-1-

Yalova- Termal Baraj Gölü -2009



Geçmişe takılıp kalmak bir uçurtmanın elektrik direklerinden bel vermiş tellere, kablolara ya da bir ağaca takılıp kaldığı gibi...ne acıdır bir daha uçamamak özgürce...
ama uçurtma özgür değildir ki zaten; ipin ucunda biri vardır hep...o istediği zaman uçurtma uçar...bir de rüzgar...

Bir çok nesneyi, kavramı, olayı birbirine benzetebiliriz ama özünde herşey birbirinden farklıdır...kibrit kutusundaki tüm kibritlerin her birinin birbirinden farklı olduğu gibi...görünüşler birbirtine benzer, bizi kandırır, yanıltır...çağrışımlarla doludur görsel dünya...sesler de çağrışımlar yapar tabi ki:

BİR KIŞ GÜNÜ GÖLÜN SIĞ YERLERİNDEKİ SU DONMUŞ, SONRA PLAKALAR HALİNDE KIRILMIŞ, HAFİF RÜZGARLA BİRBİRLERİNE ÇARPIP ÇAN SESLERİNE BENZER SESLER ÇIKARIYORDU...ÖNCE SESLERİ DUYDUM VE GÖZLERİM YAKIN TEPELERİN YAMAÇLARINDA BİR KEÇİ SÜRÜSÜ ARADI...RÜZGAR ESTİKÇE GEÇİT TÖRENİ BİTMEYEN DEV BİR KEÇİ SÜRÜSÜ...GÖREMEYİNCE SESLERE DAHA DİKKAT ETTİM VE KAYNAĞINI ÇÖZDÜM.

Yine bir yaz günü barajgölünün suları çekilince suların altında kalan koca koca ağaçlar çıkmıştı ortaya ve gölün dibinde kalmış onlarca atık... bir iki poşet ve pet şişeyi kenara biryere biriktirdim, göl yatağında yürüme fırsatını değerlendirip dolaşırken plastik bir top gördüm...bir çocuk gibi kendimi tutamayıp topa vurdum ...top yuvarlana yuvarlana engebeli arazide biraz ötede durdu...ve olan oldu...topun yarık olan yanından bir kovan dolusu arı üstüme hücum etmeye başladı...hayat böyle! Kimi, neyi,  ne zaman karşına çıkaracağını bilemezsin...ama ben de rahat duramamışım hani... vücuduma saplı bir kaç iğne ve şişikle eve döndüğümü hatırlıyorum!

Bazı yerler vardır insan için çok farklı ya da çok çok anlam yüklü olan ...sanırım Yalova-Termaldeki baraj gölü de benim için onlardan biri...
1991...bir kış günü daha Erkan Ağabey ile trafik kazasında kırılan bacağımı güçlendirmek için karda yürüyorduk. ilerde, patikanın ucunda kızıl saçlı, kırmızı elbiseli bir çocuk belirdi birden bire ...oralarda yerleşim ancak Sudüşen’de, orası da epey uzak... saçları örülü ve kırmızı renk giydiği için kız çocuğuna benzettiğimiz kişi biraz sonra...birden belirdiği gibi kayboldu...telaşla oraya doğru- sakat bir bacakla karda ne kadar hızlı ilerlenebilirse o kadar çabuk- ulaşmaya çalıştık...sağ tarafta bu sefer üzeri tam olarak buz tutmuş barajgölü aşağıda tehlikeli bir şekilde düşmemizi bekliyordu adeta...”acaba o da düştümü aşağı” dedik ama onun bulunduğu noktaya vardığımızda hiç bir iz bile yoktu varlığından...bir birimize dönüp baktık şaşkınlıkla...”sen de farkettin mi az önce” dedi Erkan ağabey... “Evet”...dedim sanki soruyu bekler gibi...”Ayakları dışarı doğruydu, çapraz”.. “çarpılmış gibi”...
öylece kalakaldık...kendimize geldiğimizde gölün üzerine, hatta ortasına doğru bir kütük çekip çantamızdaki azıklarımızla karnımızı doyurup...tekrar tekrar konuştuk... bu arada çantamızdaki azıktan da bahsedeyim ; Polonya pazarından alınmış “bişi”konservesi, katı yumurta, haşlanmış patates ve yağları donmuş birkaç İnegöl köfte... Slav dilinden anlamadığımız için yıllar sonra  “o” konservelerin köpek maması olduğunu öğrendik ve bol bol güldük...Evet gerilimi biraz yumuşattıktan sonra finale gelelim:  
...in miydi...cin mi?! Bir önceki gecenin ayazında naftaline benzer şekilde kristalleşmiş karda bir tek ayak izi bile yoktu...!? 

Çerçeveler ve Sınırlar II


                          Cüneyt Gök 2006-Mimarlık öğrencileri...

ÇERÇEVE VE ÖZGÜR İNSAN...

Her çerçevenin bir içerik alanı (metin, resim, vs.) vardır ve onun etrafında isteğe bağlı olan kenar iç boşluk alanı, kenar çizgisi alanı ve kenar dış boşluk alanı yer alır...!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!


Dosya:Septem-artes-liberales Herrad-von-Landsberg Hortus-deliciarum 1180.jpg
kaynak: wikipedia.org

ÖZGÜR İNSAN VE SINIR...
Herrad von Landsberg- "Hortus Deliciarum"dan... (12. yüzyıl) "Yedi özgür sanat" (Septem artes liberates);
Antikçağ okul ve eğitim dünyasında öğretilen çeşitli bilim ve sanat alanlarını belirtir. Daha sonra ortaçağ felsefesinde de Skolastik okullarda öğretilen bölümler olmuştur bunlar. Bahsedilen yedi özgür sanat ve bilim alanları şunlardır: :
Trivium denilen Üçlü Grup, yani; Gramer, Diyalektik, Retorik ...  İkinci olarak da Quadrium denilen Dörtlü Grup ; Aritmetik, Geometri, Müzik, Astronomi'den meydana gelmektedir.
Bu sanat ve bilim dalları sözkonusu dönem içinde özgür insana yakışmadığı ya da uygun olmadığı düşünülen el zanaatlarından kesin bir şekilde ayrıştırılır ve onların karşısına konulur.

Bunların öğretilmesini amaçlayan okullar, düşünce tarihinde etkili olan akımlara ve düşünsel gelişmelere etki etmişlerdir.!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!

16 Kasım 2011 Çarşamba

15 Kasım 2011 Salı

Cüneyt Amca...

Asker toplamak amacıyla hazırlanmış Sam Amca afişleri I.ve II.Dünya Savaşında kullanıldı...
Burada afişe böyle bir "müdahele"yi gerektiren olayı da anlatmadan geçemeyeceğim.
Üniversitede derste kullanmak üzere getirdiğim "Harici hard disk"i ders bitiminde bilgisayara bağlı unuttum. Öğrencilere örnek proje göstermek için aşağı odama indim. On dakika sonra hard diski unuttuğumun farkına varıp sınıfa çıktım...yoktu...gitmişti...içinde yedeği olmayan tezim, fotoğraflar ve yazılarımla beraber...Bir kaç gün iyi niyetli bir biçimde bekledim...sonra gitgide umutlarım tükendi... son çare içinde bulunduğum bu durumu espirili bir şekilde ifade etmek istedim...15 gün boyunca koridorda afişi ve beni görenler gülümsediler ama sonuç yok...

LEGO...laştırma


Biçimsel olarak pek çok şeyin benzeri lego bloklar ve lego  parçaları bir araya getirilerek oluşturulabilir...Çocukların yaratıcılık, zeka ve el becerilerini geliştirmek için tasarlanan Danimarka Oyuncak Lego; dünyada Coco-Cola, Mc Donalds gibi firmalardan sonra en çok hatırlanan 5'inci  firmaymış. LEGO ve taklidi Mega Blocs; üzerlerindeki girinti ve çıkıntılar sayesinde birbirine kolayca kenetlenebilen, çeşitli renklerdeki yapı parçalarından oluşuyor.Uzun zamandır  popüler kültürün bir simgesi olarak da konumlanan LEGO'nun ilk logosu 1936 yılında tasarlanmış... markanın şu sıralardaki  bir kampanyası ; "imagine", Malezya-Ogilvy'nin yaratıcı ekibinin, Lego artisti Nicholas Foo'nun ve sağlam bir ekibin işi... kampanya tasarımlarında 97 bin parçadan fazla lego blok kullanılmış...
İlk başta tuğla şeklinde olan LEGO'nun basit parçalarına zaman içinde çarklar, çubuklar, tekerlekler, küçük adamlar ve elektrikli aksamlar gibi daha ayrıntılı bölümler de eklenmiş. LEGO Baby (0-3 yaş), LEGO Duplo (0-6 yaş), LEGO City, LEGO Creator, LEGO System, LEGO Technic, LEGO Bionicle, LEGO Belville, LEGO Mindstorms gibi farklı yaş grubu ve kullanıma yönelik yenilikleriyle çağı yakalamaya çalışıyor. LEGO Medya dünyasının ve küreselleşmenin yıktığı bir oyuncak olarak kalmamak için ünlü karakter ve temaları  bünyesine kattı: Harry Potter, Star Wars, Batman, Örümcek Adam, Winnie The Pooh, Spongebob Squarepants, Ben 10, son olarakta Cüneyt ...

 
Lego ile yeni nesil tasarımlar...

10 Kasım 2011 Perşembe

mavi kuş

Fotoğraf: Cüneyt Gök-2011

Mavi kuş umutlarımızı, dünyanın güzel yanlarını temsil eder... bizim gidemediğimiz, olamadığımız yerlerde, zamandadır o...belkide başka bir boyutta... düşünceyi temsil eder bazen...düş gücümüzle onunla uçarız.... bazen beyaz güvercin kadar özgürlüğü simgeler, çocukluğumuzu, çocuk yanımızı..
“Mavi Kuş” adında bir tekne vardı Yalova’da 8-9 metre uzunluğunda, yelkenli, ahşap bir tekne...çok güzel bir yapısı vardı...yıllarca bağlı kaldı Dereağzında, Limanda...sonra satılıkmış bir gün öğrendim...ne yapıp etmeli “o”nu almalıydım...ama olmadı parayı asla denkleştiremedim...”o” da ısrarla satılmadı...belki de sahibi onu çok sevip kıymetini bilecek bir insana satmak istiyordu...bir iki sene geldim, gittim olmadı... sahibi indirim bile yaptı...ama olmadı...ben “o çok olmayan parayı” cebimde bir arada görmedim, göremedim...bir gün limanda değildi artık...demir alıp yeni sahibiyle gitmişti oralardan...benim de umutlarımı derin sulara gömerek...
Onun için ne zaman Bülent Ortaçgil’in “Mavi Kuş” parçasını duysam ağlarım...bir daha asla istediği gibi özgür olamayacak “eski özgür ruhum”un sembolünü, o günden sonra bir daha da hiç bir şeyi o kadar arzulayıp istemediğimi hatırladıkça...

İşte o parçanın sözleri:

Mavi kuş her daim sarhoş
Biraz da bize kızmış, onun için hiç yüz vermiyor
Oysa güzel şarkıları vardı yıldızlara denizlere
Ama söylemiyor ki bizlere
Susuyor.
Suç işlemiş eller gibi
Perondaki boş trenler gibi
Ucu görülmeyen tüneller gibi
Gel hiç üzülme
Salına salına uç
Ben gelemem ama sen git biraz dolaş.
Saksağanın şakası sandılar
Muhabbet kuşları ve papağanlar
Belki de arkadaşındırlar
Kargalar gibi karaladılar
Kırlangıçlar ve serçeler
Bize biraz yalan söylediler
Çok saftık
Zararsız küçük yalanlar gibi
Yağmurdan kaçanlar gibi
Bütün vapurları kaçıranlar gibi
Gel hiç üzülme
Salına salına uç
Ben gelemem ama sen git biraz dolaş
Mavi kuş sanki bir düş
Kaşla göz arasında
Geceyle gündüz ortasında
Sokaklar bile sokaklara kesişir
Gölgeler ki güneşe bağlı
Biz ikimizde öyleyiz
Ama bilmeliyiz
Ağıramamış aydınlıklar gibi
Kireç tutmuş çaydanlıklar gibi
Hiç sevişmemiş insancıklar gibi
Gel hiç üzülme
Salına salına uç
Ben gelemem ama sen git biraz dolaş
Mavi kuş her daim sarhoş
Biraz da bize kızmış

...bugün 10 kasım...


Burası Üniversitede bir sınıf... orada olmadıklarından göremiyor değilsiniz öğrencileri, gençliği...Atatürk’ün de göremediği gibi...

“Çok mu sert...çok mu acımasız oldu?” diye durup, bir düşündüm ama düşüncemi değiştirecek bir şey olmadı bu süre zarfında...Onun emanetlerine sahip çıkanlar mutlaka var ama genelleme yapacak olursak bir kayıtsızlık, bir boşvermişlik ve vurdum duymazlık içinde görüyorum gençliği...bugünü yaşayan, değerlerine sahip çıkmayan, tüketim toplumunun duyarsızlaştırılmış, apolitize edilmiş köleleri olarak “genellemek” mümkün onları. Bu konuda çok hassasım. Düşünmeyen, sormayan, sorgulamayan ve üretmeyen bir gençlik görmek istemiyorum! Tıpkı Atam-Atatürk’üm gibi...
Bugün 10 Kasım “O”nu saygıyla andığımız, yas tutmadan Türkiye’ye, bize verdiği değerleri düşündükçe gururlandığımız bir gün...Orkestra eserini çalmaya devam ediyor ama bir keman akortsuz!  Davul yakalayamıyor orkestrayı...Trompet’in de içine su kaçmış...
Gönül isterdi ki tüm kulaklar duysun, tüm gözler görsün...duysun-görsün ki eleştirsin...eleştirsin ki deyişsin, uyum olsun...birliktelik ve bütünlük...olsun ki geleceğe güçlü ve güvenle bakalım...
Saat 9’u 5 geçe, metroda; vagonun içindeydim... Osmanbey’e geldik... istasyonda kapılar açıldı ve kapanmadı...bir iki dakika bekledik...sonra  anons hepimizi saygı duruşuna davet etti...herkes saygıyla kalktı ayağa , ayaktakilerin yanına ...upuzun vagonun içinde yüzlerce insan yerin altında onu saygıyla selamladık... Bu “anons” olmasa bazılarımız hatırlamayacaktı belki...özellikle bir iki genç kalkmadı ve kulaklarında kulaklıkla müziklerini dinlemeye devam etti...anonsu duymamış olabilirdi...ama gözleri de mi görmüyor du!? ...
Neyse eleştirmeye başladığımda sonu gelmiyor...en iyisi; iyi niyetli dileklerimizi dile getirelim gençliği hem kendi gelecekleri hem de ülkelerinin gelecekleri için biraz daha duyarlı olmaya davet edelim hep birlikte...bir kişinin olumlu yönde değişmesi bile inancımızı devam ettirmeye yeter.