3 Ağustos 2018 Cuma

kıyısından bir şehir hikayesi-3.Bölüm-



Filmlerde kahramanların mermileri hiç bitmez. Bu yüzden bir tabancanın aldığı mermi sayısını net olarak bilmem mümkün değil. Farklı şarjörler ile mermi sayısı 11, 12, 15, 20 ye kadar artabiliyormuş. 

Bulduğumda hiç dikkat etmemiştim tabancanın kalibresi ve özelliklerine ama kuru sıkı olmadığından emindim. Toplu bir tabanca olsa- "altı patlar"dedikleri- zaten ismi üstünde hemen bilir-söyleyebilirdim! Bildiğim diğer bir şey de -yine filmlerden- toplu bir tabancayı doldurmanın her zaman şarjörlü bir tabancaya göre zaman aldığıdır.

Ne ise ne! Uzatmayalım herkesin beklediği finale geçelim. Çok net olacağım!Toma'nın karısı, metresi, Yaşar'ın alzaymırlı karısı, Muzo'nun eski patronu Birol ve bu arada Birol'u kurtarmak isterken araya giren ben... Toma ve Muzo da...hepimiz öldük...Nasıl mı?
Hepsini anlatacağım. En azından ölene kadar!
Gerçekten Yaşar'ın pazar arabasının içindeydi o silah. Gerçekten de masadaki arbede sırasında Yaşar'ın pazar arabasına;  daha doğrusu patlıcanlar yüzünden tam kapanmayan çantasından içeri düşmüştü. Gerçekten Yaşar, alzaymırlı karısını işte o silahla vurdu. Bu "işlem" için çöp kamyonunun konteynırı bağlayıp boşaltmak için "tangır tungur" salladığı akşamın geç saatini beklemişti... hem de önüne kuş tüyü yastığını tutmuştu silahın sesini azaltmak için. Onu huzura kavuşturduğunu düşünürken kendisi buna benzer bir huzuru bulabilecek miydi ? Bir an için bir mermi de kendi için harcayabilirdi ama belki de karısının yokluğunda aradığı huzuru bulabilirdi. Vazgeçti...silahtan ve cesetten nasıl kurtulacağını  bulmalıydı her şeyden önce. Toma'nın teknesine atlayıp kıyıdan açılacak, hem karısının cesedini hem de silahı Marmara'nın dibine gönderecekti. Sonra, döndüğünde karısını evden çıkıp çıkıp defalarca kaybolduğunu kimseye anlatmaya gerek olmayacaktı. Onlarca şahit vardı mahallede, apartmanda ve tabi karakolda... Bu kez karısı yine evden çıkıp  dönmemek üzere kaybolmuş olacaktı. 
Sandalın ipini alaca karanlık vakti çözdü, beyaz örtünün içinde kıvrılmış bir halı gibi duran eşinin cansız bedenini teknenin güvertesine sertçe bıraktığında tok bir çapma sesi yankılandı. Soğukkanlılığını  korudu. Ne de olsa eski bir polisti. Ama ben koruyamadım. Kendimi açık ettim.Teknenin içinde motorun yanına çömelmiştim ki bir öksürük krizi tuttu. Artık millet sigarasını dibine kadar içer oldu; hem pahallılıktan, hem de artan stresten dolayı... birer ikişer fırt çıkan izmaritlerin en katranlı yerini içersen böyle olur! Kendime kızmam ve öksürüğüm kesilince Yaşar bana, ben ona soran gözler ile bakmaya, olanları anlama ve anlamlandırmaya başladık.
Yaşar'a "her şeyi biliyorum, çözdüm bu işi" dedim. "Tabanca masadan o günkü arbedede senin pazar arabana düşmüş. Sonrasını tahmin ettim. Zira ben de silahı bulduğumda ondan bu şekilde kurtulmayı düşünmüştüm ama kimse kimseyi vurmasın diye! Yazık oldu Lamia'ya!"
"İyi oldu, iyi...sen anlamazsın! "dedi Yaşar. Teknenin kıç tarafına, yanıma doğru geçip motoru çalıştırdı. Kıyıdan açılırken bir süre sustuk. Sonra Yaşar'dan belindeki tabancayı istedim. Çok istekli gibi görünmese de bir iki dakika sonra belinden çıkarıp bana uzattı,  almak için öne uzandığımda elini ve silahı geri çekti. Bir hamle yapıp eline yapıştım. Silahı elde tutmak ve ele geçirme adına bir boğuşma başlamıştı artık. Ardından olan oldu; silah ateş aldı ve midemden vuruldum. Yaşar'ın elinde kalan silah saniyeler sonra tarifsiz bakışlarımız arasında güverteye düştü. 
Size "en korktuğum şeylerden biri kontrolden çıkmaktır" demiştim. İşte şimdi delik bir mide ile tam da böyle oldu; kontrolden çıkmıştım. Silahı güverteden ne zaman, nasıl aldım hatırlamıyorum. İki el sıkmışım Yaşar'a!
Dümeni kıyıya kırdım. Yaşar  yaşıyor muydu emin değildim. Gün iyiden iyiye aydınlanmıştı. Ne yapacağımı bilmeden kıyıya yanaştım. Baş ipini iskeleye bağlarken. Arkamda mayalanmış yoğun bir şarap kokusu hissettim. Dönüp baktığım yönde Toma'da bana bakıyordu. Sağlam içmişti ama dimdik ayakta duruyordu. Tekneye göz ucuyla şöyle bir baktı;  hatırı sayılır miktarda kanın bir kısmı teknenin baş kısmındaki sarılı bedenden çarşafa , teknenin kıç kısmında ise Yaşar'ın cansızmış gibi duran gövdesinden yere sızıyordu. Benim delik mideme bastırdığım kanlı elimi yavaşça kaldırıp yarama söyle bir baktı. Diğer elimde güçlükle tutmaya çalıştığım silahı da kolaylıkla aldı ve koşar adım oradan uzaklaştı.
Kıyıya çok uzak olmayan Toma'nın evinden üç el silah sesi duyuldu bir kaç dakika sonra... ardından kısa bir sessizlik ve bağırış, çağırışlar. Toma hızını alamayıp bir üst mahalledeki metresine de iki kurşun harcadı. Silah sesi uzaktan duyulduğunda şuurum hala yerindeydi. Toma teknesine geri döndüğünde Yaşar çoktan ölmüştü. Çok kan kaybetmişti ve ben de çok kan kaybediyor olduğuma göre onun yanını, "tahtalı köy"ü boylamama az kalmıştı.
Toma iskeleden bir adım atıp tekneye geçti. Ben kıyıda iskeledeydim... durdu ve tek hamlede silahı şakağına dayayıp sıktı. Teknenin içine düştü kalas gibi bedeni... Her şey çok çabuk olup bitmişti. Bir anda teknede üç ceset bana bakıyordu öylece. Etraftan kimse koşup gelmedi silah seslerinden korkmuşlardı besbelli. Gözüm karardı... her şey netsizleşti...bu sırada telaşla iskelenin direğine öylesine dolamaya çalıştığım teknenin ipi çözülmüş,  rüzgar ve akıntının yardımıyla "kıyın kıyın" ilerlemiş olan tekne öğle vakti meydanın önündeki küçük sahile vurmuştu. Tanıyan, tanımayan,  nerede boş gezenin boş kalfası varsa teknenin başına toplanmış polisin gelmesini beklerken kalabalığın içinden "biri"nin teknenin içinden, livarın yan tarafına düşmüş olan silahı usulca aldığını kimse görmedi benden başka! 
Kendime geldiğimde teknenin ipinden kurtularak uzaklaşmakta olduğunu görmüştüm, kıyıya yakın seyreden tekne bir süre sonra sahile vuracaktı. Son bir gayretle ulaşmaya çalışacaktım ama nedenini bilmiyordum ölümle dans ederken bu halde...Muzo silahı hemen tişortunun altına, beline sıkıştırdı ve oradan Birol'un çay ocağına doğru seyirtti. Hala yürüyebiliyordum arada düşecek gibi olsam da. Kalabalıktan sıyrılırken bana seslenenlerin sesleri kulaklarımda boğuklaştıkça çok da fazla vaktim kalmadığını anlamıştım. Meydana çıkan köşeyi döndüğümde Muzo akşamı beklemeden çoktan silahını Birol'a doğrultmuştu. Birol bir gün öncesinden kendisine silah doğrultulmasına alışık, alaylı biçimde gülümsedi..."bu gösteriyi burada bitirelim Muzaffer"! Bu onun son dilek cümlesi oldu. Muzo "bitirelim" dedi ve tetiğe asıldı. Mermi yerine varmadan mermiyle Birol'un arasına girebilmem için son iki adımı atabilmiştim. Lanet olsun böyle zamanlamaya! Neden böyle bir şey yaptığımı düşünecek, sorgulayacak durumda değildim  zira bu kez midemin sol tarafından yemiştim mermiyi . Çok yakın mesafeden ateşlemişti tabancayı Muzo... Mermi beni delip geçmiş benden epeyce kısa boylu Birol'un göğsüne saplanmıştı. Ardından bir silah daha patladı... bu kez vurulan Muzo'ydu. Kafam asfalta yan yatmış vaziyette Muzo'nun düşüşünü gördüm ağır çekim. Silahını  ateşleyen genç bir polisti ihtar bile etmeden. Sonra öldüm galiba gözlerim  tam olarak kapandı...size anlatabileğim  sanırım bu kadardı! 



Yaşar'dan karısı Lamia'ya                             1 kurşun(mermi)
Yaşar'dan hikaye anlatıcısı Cücü'ye             1 kurşun
Cücü'den Yaşar'a                                          2 kurşun
Toma'dan eşine                                            3 kurşun  
Toma'dan metresine                                     2 kurşun
Toma'dan  kendine                                       1 kurşun  
Muzo'dan Cücü'nün içinden geçip Birol'a   1 kurşun


ve

Polisten Muzo'ya                                          1 kurşun
                                                                      
                                                                          

31 Temmuz 2018 Salı

kıyısından bir şehir hikayesi-2. Bölüm-

Masanın üzerindeki silah artık yoktu!

Havai fişekleri oldum olası sevmem. Elde patladıklarından mıdır yoksa boş yere uçup giden milli sermayenin yanı sıra çevreye ve insan dışındaki diğer canlılara verdiği zarardan mıdır bilmiyorum. Belki ikisi de... Anadolu Hisarı'nda birini tanımıştım. Kayıkhanede sohbet etmiştik...iki elinde birden patlayan havai fişekler ellerini tamamen parçalamış, genç yaşından beri ablasının yardımıyla tuvalet ve yemek ihtiyacını giderebilmişti...sonra bir gün canına yetmiş. Kendini boğazın sularına bırakıvermişti.
Her türlü ateşli silaha karşıyım. Ateşsiz olanlar hayatta kalma ve kendini savunmada bazen gerekli olabiliyor. Ama en etkili silah "söz" dür bence. Hakkını da alırsın hukuğu bilip sözünü esirgemez isen. Coşku yaşanacaksa bağırıp çağırırsın, sesini yükseltirsin biraz daha, zıplar, hoplarsın, vücudunla katılırsın, dans edersin, alkışlarsın...havai fişeklere, silahlara sarılarak değil!
Coşkuyu abarttığın anda kontrolü kaybedersin, abarttığında risk kaçınılmaz olur.. Hayatta en korktuğum şey: kontrolü kaybetmek! Çünkü daha önce kaybetmiştim defalarca; yine kaybedebilirim.
Silahı bulduğumda onu Birol'a doğrultabileceğim aklımın ucundan bile geçmezdi. Mesele çay, simit meselesi, açlık falan değil;  bir nevi çıldırmaydı...

-Toma-

Adamın metresi, yatak odasında henüz giyinmemiş,  başının ucunda ayakta öylece duruyordu. Adam onu karşıdaki aynadan seyrediyordu. Kadın çırılçıplak durmaya devam ediyordu. Adam kadının aynadaki çıplak yansımasına boş gözlerle bakıyordu; sanki onun için hiç bir şey ifade etmezmiş gibi...Oysa kendisini aldattığını öğrendiğinden beri böyle boş gözlerle bakıyordu ona...az önce yaşanmış bilinçsizce bir sevişmenin ardından donuk... Vücudunun tüm kıvrımlarını, detaylarınıi kusurlarını ezbere biliyordu coğrafya atlaslarını bildiği gibi. Topoğraf değildi adam ama kabzımal da değildi. Onu tezgahın başında görmezseniz ne iş yaptığını da anlamazdınız.  Bir karısı vardı ama kimse sokakta birlikte görmezdi. Sanki yıllardır karısını eve kapamıştı. Ama metresini her yere götürür, herkesle tanıştırırdı. Onu deliler gibi kıskansa da ortalarda olmasını severdi...Karısına karşı ne hissettiğini bilemem ama balığın peşinde geçen uzun günler, geç saatlerde eve dönüşler derken karısı -ne büyük cesaret ise- yokluğunda eve erkek almıştı.Tabiri caiz ise onu "boynuzlamıştı"! Kahvede konuşulanları kulak arkası edemezdi artık.  Adam ve metresi; aynada ikisi de bulanıklaştılar. Toma her iki kadından da kurtulmalıydı. 
Şimdi eskisi gibi denizin üstündeydi...ancak burada düşüncelerden sıyrılabilirdi ya da düşünülecek bir şey burada düşünülür, verilecek bir karar varsa yine denizin üstünde, teknede verilirdi... eski günlerdeki gibi küreklere asıldı, motoru çalıştırmadan, misinayı dişlerinin arasına alıp küreklere asıldı... iki kürek çekti, misinadan titreşim ve gerilim neredeyse bir düzine uskumrunun sardığını işaret ediyordu çapariye...eski günlerdeki gibi livarı açtı, balıklar  canlı canlı yüzmeye başladılar. Hiç bir şey düşünmüyor gibi göründüğü o anda aslında kafasının içinde silah boşalıncaya kadar sıkmaktaydı tetiği...


-Muzo-

Genelde akşam iş çıkışından sonra eve şöyle bir uğrar, annesiyle iki çift laf eder, onun yaptığı yemekten iki çatal aldıktan sonra mahalleye uzardı. Babasıyla yıldızı oldum olası barışmaz, neredeyse mecbur kalmadıkça tek satır bile konuşmazdı...17 yaşındaydı henüz. Mahallede "kanka" ve ağabeyleriyle mahallenin namusunu koruyordu ona sorarsanız her gece. Bana sorarsanız şiddete meyilli, "bonzai" bağımlısı, gelecek ile ilgili hiç bir düş kurmayan biriydi.  Bu sabah "iş yok, sana ihtiyaç da yok" diye işten çıkarılmıştı Birol'un yanında çıraklık yaparken. Akşamları kelebek, sustalı ya da kuru sıkı mutlak bir şeyler taşırlardı.  "Muzo" diye çağrılmaktan nefret etse de Muzaffer'e tercih ederdi. Bu akşam sağlam geldiğini söyleyecekti arkadaşlarına. Uyuşturucunun etkisiyle yaptıkları küçük taşkınlıklardan sonra belki ses getirecek bir şeyler olabilirdi bu akşam. Her akşam olduğu gibi yine kendilerine verdikleri ve verecekleri zararı anlayabilecekleri bir "kafa"da olamayacaklardı... "Sana  yapılanı karşılıksız mı bırakacaksın. "Şu Birol'a bir görünelim "diyecekti arkadaşları. Muzo Birol'a ödetecekti işten çıkarılmasının hesabını. "Racon"a uymak, raconu kesmek lazımdı!


-Yaşar-

Yaşar, pazar arabasını merdivenden basamak basamak sürükleyerek çıkardı. Pazardan aldıklarının en üstünde pazardan almadığı bir şey duruyordu. Her haliyle bir tabanca! Buraya nasıl gelmiş olabilirdi diye düşündü... Emekli polis panik olmamış; aksine ele geçen bu ganimetten nasıl faydalanmalı diye düşünmeye başlamıştı bile... zira kontrol ettiği üzere silah dolu ve ateşlenmeye hazırdı. Ya da "silah milah" yoktu... karısından sonra Yaşar da sonunda kafayı üşütmüştü. Belki de sadece eski beylik tabancasını özlemiş, olmasını dilemişti pazar arabasındaki patlıcanların üstünde bir yerlerde... Yaşar evli kaldığı 55 yıl boyunca Chekhov okumuş mudur bilinmez ama  hikayenin başında silahın gösterildiğinden de habersiz, silahın ateşlenme vaktinin geldiğini hissediyordu. Elinde silah olduğu halde (Alzheimer)Alzaymır hastası karısının pencere önünde oturduğu koltuğa doğru yürürken buldu kendini...dün karısının kredi kartlarını, içinde bir miktar parayla cüzdanını son anda çöp kamyonu gelmeden geri alabilmişti konteynırdan; ama gerçekte böyle bir olay yaşanmış mıydı emin değildi...şimdi de elinde gerçekten  bir silah olup olmadığını da bilmiyordu. Dolayısı ile biz de!
Pazardan dönerken Toma'nın orada bir mola vermişti en son patlıcanları aldıktan sonra çanta tam olarak kapanmamıştı. Birol tam da Muzaffer'i işten çıkartıyordu ufak bir laf dalaşının ortasında. Yaşar, mendilini  çıkartıp terleyen ensesini silerken masanın üzerinde göz ucuyla görmüştü silahı...  bir itişme oldu Birol ile Muzaffer arasında çay ocağından dışarı bizim masaya doğru taşan. Öylesine dalmışım ki farkında bile değilim masanın  kısa bir süre için tam devrilmeden yan yatar gibi olduğunun... Birol düzeltmiş... Ben açılan midyeleri seyre dalmışım hani bir iş makinesi çalışırken kaptırır unutursunuz ya zamanın nasıl geçtiğini...midyeciler de ayıklama işini bırakıp bu gerilimli anları seyre dalmışlar. Neden sonra fark ettiğim Muzafferin  küfredip giderken yere Birol'un ayakları dibine tükürdüğü... Sonra bir baktım silah  "tak" diye bıraktığım yerde; masada yok!





-devam edecek-


27 Temmuz 2018 Cuma

kıyısından bir şehir hikayesi -1.Bölüm-


Saat erkendi henüz, kursağındakini kusuyordu martı yavrusun ağzına; dişe dokunur pek bir şey de yoktu aslında ama bağırış-çağırış gırla...Paltomun üst cebinden dün yoldan bulduğum hiç içilmemiş iki sigaradan birini yaktım ama tersten; sanki gök domatesi dişlemişim gibi bir tat yapışıp kalıverdi genzime bir anda... ,
...saat henüz erkendi Umuryeri'nde kompresörün sesi kesildi... Mardinli midyeciler yakalanmadan dalışlarını bitirmek üzereydiler; son midye kolonisini de söküp dipteki kayalardan... 8 saattir  ağızlarında bir hortum, ciğerlerinde araba lastiğine vurulan hava... Çuvalı 15 liradan 30 çuval, Allah bin bereket versin; versin de böyle nereye kadar! 
O sırada karada; paralel kurguda şehrin göbeğinde bir sokakta, her zamanki yerimde çöp tenekesinin dibine; belime kadar uzanmıştım "en iyiler en diptedir"diye... yumuşak şeylerin arasında oldukça katı ve soğuk bir metali kavradım; bir tabancaymış! Hiç şaşırmadım onca yıldır bulduklarımdan sonra... Bir gazeteye sarıp, "onu" üstüme üç beden büyük gelen paltomun cebinin derinliklerine gönderdim. Bir süre köşedeki çay ocağı açılıncaya kadar bankta kediler ile oturdum. Elimi istem dışı her cebime atışta "onu" kavrıyordum. İçimde bir bulantı, ağza boş girip çıkan  bir kaşığın metalik tadı...Acıkmıştım...açlık iyiden iyiye vurmuştu beni tam midemden...tabi ki mecazen! Hoş "Açlık"ta bir silahtı ama biz açlığa zaten alışmıştık! Benim çöpten bulduğum daha somut ve ürkütücü bir güce sahipti...
İkinci sigarayı dudaklarımın arasına kim bilir ne zaman koydum ve orada unuttum?!. Fark ettiğimde belki bir saat geçmiş, sigaranın filtre kısmı kuru üst dudağıma yapıştıkça yapışmıştı...sonra da havanın nemindendir herhalde bir türlü yanmak bilmedi...çay ocağı açılmıştı açılmasına da çaycı Birol artık veresiye çay vermiyordu.
Simitçiden bir simit, yanına ince bellide demli bir çay, üç şekerli...nasılda güzel giderdi!
Oturduğum yerde kalmaya  devam ettim. Kediler zaten kucağıma yayılıvermişlerdi. Sonra cebimin içindekini kavramışım birden farkettim...elimi sarılı silahla birlikte cebimden dışarı çıkarttım, yerimden doğrulurken kediler kaçıştı. Gazete kağıdını diğer elimle parçalayarak açtım. Silahı kavradım ve çay ocağına doğru yürüdüm. Birol, bardakları sıcak suyla çalkaladıktan sonra  buharı tüten iki demlikten birinden çay döküyordu ki elimdeki silahla birlikte görüş alanının içine girdim.Bu duruma anlam vermeye çalışırken elimdeki silahı soldan sağa savurup bir yarım daire çizdim havada...sanki silahın namlusuyla işaret ederek şu bardağa bir çay dök der gibi. Birol kekeledi...taa-ta biii dökiimm.
"Şuradaki simitçiden bir simitle iki karper getir bi de "dedim silahın ucuyla boş bir masaya işaret ederek...  masaya oturup silahı da "tak" diye masanın en ortasına koydum. 
Uzun zamandır böylesine keyifli bir kahvaltı yapmamıştım. Üstüm başım susam oldu...birazdan karıncalar ve serçeler de nasiplenecekti... Birol'un aldığı iki simit, dört "karper"i  3 çayla öyle bir ıslatmışım ki...
Bir kaç martının çığlıklarının uzaklaşarak deniz tarafında kaybolduğu sırada deniz tarafından da midye çuvalları benim sokağa yığıldı. Balıkçı Toma'nın yanındaki delikanlılar gözlerini ovuştura esneye leğenleri ortaya getirdiler. Birol onlara birer çay verdi. Midyeler açılıp, temizlenmeye başladı. Eller bıçakla ustaca kabukları aralayacak noktayı bulup ikiye ayırırken Toma bana bir sigara uzattı. Karşılıklı  hiç bir şey konuşmadan seyre daldık midye açanları. Bir sigara içimi süre bile midye ayıklayanların ellerinin dersini yumuşatmaya yetmişti. Açılan her bir midyeden çıkan tuzlu su mavi leğenin içinde birike birike neredeyse küçük bir denizi oluşturuyordu bu makette. Tek eksik vardı onu da ben tamamladım. Kağıttan iki kayık yapıp. Kayık demişken karar vermiştim birden; Toma'dan kayığını alıp açılacaktım olabildiğince kıyıdan sonra da bu silahı fırlatıp atacaktım . Nasıl olsa bir çok sırrı taşıdığı gibi deniz bunu da taşırdı derin koynunda...
Ama öyle olmadı...olamadı. Masanın üzerine bıraktığım silah artık yerinde yoktu...

-devam edecek-

23 Temmuz 2018 Pazartesi

"rahatlık " üzerine...
















safça gülümsüyor güneş mısır tarlasında 
mısırların arasında
on kök marihuana…
safça gülümsüyor güneş
herkese aynı sıcaklıkla…
strese gerek yok
her şey yetişir zamanında
rahat ol adamım!
kafa iyi
insanlar güzel
kucaklaşıyor  sesler
bedenler
dünyanın avlusunda…
yavaşlamış gibi  geliyor
ama akıyor zaman
olması gerektiği gibi aslında
... 
biraz minare gölgesi
biraz davul tozu
biraz fakir avuntusu
biraz yonca
dün belime gelen otlar
savruluyor
şimdi 
boyumca…

ne gam
elem-keder
adamım
ne de tasa
hasta la vista!

19 Temmuz 2018 Perşembe

kaydetme ve silme üzerine...


...
neredeyse
ilk defa
geç gelmiştim eve
koluma
mavi bir kuş dövmesi yaptırmıştım
sen seversin diye...

...

o gece
yıldızlar ölüyordu
bir bir eşikte
kayalıkları dövüyordu 
bir yerlerde dalgalar
pencereden sarkmıştı
beline kadar
üzgündü sardunyalar
fesleğenler
akşam sefaları
suspus...
kulaklarımda
sesin
sensiz
yoktun
her zaman olduğun kadar...








Kaybetmek ve Bulmak Üzerine...




Herkesin ortak dileğiydi bu dünyadan
Kırıntılardan çok lokmalar...
Kırıntıları kuşlar yemişti zaten
Dönüş yoluna serptiğim
Bir zamanlar...

Kendimi kaybetmiştim. Daha henüz kendim olamadan.
Elli üçünde bir adamdım şimdi
Henüz kendimi bulamadan
Kocaman bir adamdım
Göz alabildiğine bir ıssızlıkta  gözleri olmadan...


Çelişki dolaşıyordu tenimde
Geçti aslında konuşmak için
Belki de erkendi!?
Biriktirdiklerimim hiç saymadan
Yeter miydi kelimeler bir cümle kurmaya
Bir ağacı anlatan...

Sesi çıkmıyor sandım henüz hiç bir şeyin.
Ya da duymuyordum tıpkı hiç tanımadığım gibi bir sesi
Oysa çok zamandır buradaydım
Biliyor olmalıydım nadir bir ötüşü
Narin bir gülüşü...

Mümkün mü?
Öncesi olmadan sonrası...
Yüzüm yoktu; yüzümde ne bir ağız, ağızda  ne bir ses...
Belki de yeniden çizilmek için
Silinmişti tüm bunlar
Belki de hiç çizilmemişti
Ya hep oradaydı
Ya da sıradaydı


Üç karış boyum vardı bir yaşında bir ağaçtan kısa
El, kol, ayak ve diğerleri bulmuştu yerlerini  zamanla ama yüzüm yoktu hala
Lüzum da yoktu belki de. Sıradan bir yüz yerine hiç olmaması daha iyiydi ya!
Elle dokununca bilmediğim için belki de tanıyamıyordum.
Ya da vardı ben göremiyordum suyun aynasında.

Dokunuyordum görebilmek için sadece.
Hiç bilmediğim şeyleri
Kaydediyordum önce
Sonra kaybediyordum bilmediğim için hiç...
Var olsalar da asla benim olmadılar
Zaten ne isimleri, ne şekilleri oldu bir daha
İçimde  öylesine bir his
Hep oradaydılar da sanki bir ben yoktum.


Kendimi kaybetmiştim. Daha henüz kendim olamadan.
Kocaman bir adamdım şimdi kendimi bulamadan
Kocaman bir adamdım
Göz alabildiğine bir ıssızlıkta  gözleri olmadan...


Belki de yeniden çizilmek için
Silinmişti tüm bunlar
Belki de hiç çizilmemişti...


Fotoğraf: Cüneyt Gök-Ekinlik Adası


5 Nisan 2018 Perşembe

"Isırık"



Bazı kelimelere aşıktım...bazılarına alışık...hele hele fonetik tınılar, şiirsel imgeleri; beni bir kapıdan içeri alıp kaybolmamı sağlayanları düşündüğümde geri dönmek istemezdim...yeni yolculuklara çıkar, daha çok okurdum yeni kelimeler bulmak için... 


Su Kıyısında İki Gemici
I
Bir balık vardı kalbinde;
Çin denizlerinden getirmiş;
Ufacık, gelir geçerdi bazen
Gözlerinin içinden.
Gemici idi ama unutmuştu
Meyhaneleri, portakalları;
Gözleri suda.


II
Ötekinin sabun vardı dilinde;
Yıkadı sözlerini, sustu
Dünya dümdüz, deniz dalga dalga;
Yüzlerce yıldız ve gemisi;
Çeşmeler görmüştü Roma’da
Ve yanık yüzler Küba’da
Gözleri suda.
Lorca'dan...


Örneğin Yaşar Kemal 'i okurken "Yaşar Kemal Sözlüğü" gerekirdi; öğrenirdim...her öğrendiğim kelimeyle "meneviş"lenirdim*.
*(Bir yüzeyde renk dalgalanmaları oluşmak, harelenmek)
Sahaflardan aldığım kitapları, okuduktan sonra İstanbul Üniversitesinin kapısında satardım. Günde bir kitap satabilmek için beklerken bir kitabı daha okur bitirirdim.

İsimlerin anlamlarını araştırırdım, bazıları o insanlar ile öylesine uyuşurdu ki... anne-babalar daha çocuğun huyunu-suyunu bilmeden nasılda bu isimleri yakıştırıvermişler diye düşünürken diğer taraftan  da"acaba çocuk ismine göre mi kişilik geliştiriyor "diye kafama takılırdı.

Her isim için bunu söyleyemem. Mesela Şükran ismini ele alalım; Şükran güçlü bir isimdi. İyilik bilme, gönül borcu, minnettarlık anlamında hem kadın, hem erkek ismi olarak karşıma çıkıyordu. Ama bu Şükran bence kadındı. Bazı isimler isimden çok hikayelerdi... Bu ismin altında acıklı bir hayat hikayesi vardı. Her şeye rağmen şükreden biri olabilirdi iyiliklerinin karşısında  acımasız bir dünya ve kıymet bilmez insanlar...

Babamın adını İlhan koymuşlar...
İlhan: İmparator... İran Moğollarında hükümdarın unvanı.
Mahallede ise ismi Fikret olmamasına rağmen Fiko-Figo-Piko gibi bir lakapla çağrılırmış. Anlattığına göre Arnavut kralının ismiymiş. Ama ben sadece "Zogu"yu biliyorum!
Babam ne yaparsa yapsın benim üzerimde ağabeylerim üzerinde olduğu gibi bir "hükümdarlık" kuramadı. Ama benim gözümde güçlü, kuvvetli ve her şeye muktedir biri olarak şekillendi. İstese hiç bir neden yokken bile dövebilirdi..."muktedirdi" ama belli bir yaşa kadar dövebildi...
Kalkan tokadını havada yakalamıştım...bir kalp spazmı geçirdi...
Yaşlandıkça çocukluğa geri döndü; hem fiziksel, hem ruhsal olarak...yanında ailesi vardı ama eskisi gibi kalabalık değildi o aile ve yalnızdı tıpkı plasenta içindeyken olduğu gibi... yatağında üç aydır  yapayalnız...konuşmuyor...konuşmayı henüz bilmediği o dönemlere dönüyor sanki...gözlerini açamıyor, annem yattığı yerden onu besliyor, altında sürgü-bez...hayatın düalitesi işte!
Babamın babası Baha Bey yarbaymış...subay racon ve karizması altındaki kalbini pek gösterememiş çocuklarına... babam da çocukluğunda emir ve komuta zinciri altında babası tarafından kontrol manyağı olmamak için sokaklara dayak yeme pahasına kaçar serserilik yaparmış... o yıllarda nereden bilecekti sonra o da babası gibi bir baskı sistemi kurmaya çalışacağını bizim üzerimizde...Ama şurası bir gerçek ki genetik olarak baba tarafından birkaç tahtası eksiklerin istatistiki olarak hatırı sayılır bir rakamda olması düşündürücü! Sinir hastaları, saldırgan ve takıntılılar ailesi...bize de bulaştı bir miktar ister istemez.

Oğlumun ilk hecesi "ba" oldu...ikincisi de...iki defa "ba"yı duyabildim birbirlerinden ayrık olarak...16 yıldır beni "Cüneyt" diye çağırıyor.
Kendi ismimi soracak olursanız Cüneyt : Küçük asker, askercikcik anlamında.   Beylikler döneminde Aydınoğulları soyunun en son temsilcisi olan beyin adı.
Küçük büyük farketmez savaşçı olduğum kesin... nelerle savaştım, savaşıyorum ama babam bu ismin isim babası değil. Halam o yıllarda hayranı olduğu Cüneyt Arkından dolayı bu isimde israr etmiş ve Birdal, Gürdal'dan sonra dal olayı bitmiş!
İsimler açıklanması gereken bazı bilgiler içerir."Samatya"örneğinde olduğu gibi: Yunan dilinde "Psomatia"...Kumsal anlamındaki bu kelime uzun yıllar yaşadığım yer oldu İstanbul'da...Bizanslılar deniz dalgalarının çok fazla kum yığmasından dolayı bu sahillere Psomatia adını vermişler...zamanla ağızdan ağıza kelime Samatya 'ya dönüşmüş... Değişim ve dönüşüm hayatın içinde ve şu günlerde yoğun biçimde bizimle!


Samatya; güzel kumsalım!

boğuluyor alfabem
camı açılmayan ofislerde
kahve üstüne kahve
altına "üzümlü" diye aldığım
"hüzünlü" kurabiye
hangi yer
hangi zamanda
kaşla göz arası
kaybettim düşlerimi?
tiftikleniyor saçım
boş bir kuş yuvası
cevapsız sorulara
nispet
içten içe bekliyorum
çıkıp geliverse aniden bir dost
iki lafın belini kırsak
heyecandan yerimize oturamasak
eski günlerin dümen suyuna girip 
Samatya'dan midye çıkarsak
güvercin uçursak terastan
Yedikule'den
bazen çilingir sofrası
bazen ekmek arası
gözlerimizdeki eski ışık 
ilk aşkları imkansızlıklar
güçlendirirdi
oysa şimdi örselenmiş ve
kredi kartı borçlu
kaybettim düşlerimi
hangi yer
hangi zamanda?!
kaşla göz arası...




Bizim kelimelere, isimlere yüklediğimiz anlamlar ne kadar derinse biz o kelimeler karşısında sığlaşırız. Aciz kalırız...
Hayat bizden ısırıklar alıyor...bir ısırık...bir ısırık daha...önceleri biz ondan beslenirdik...o hiç tükenmeyecek kadar büyük ve zengindi...ve hevesliydi bizi büyütüp adam etmek için...kendini kendi kendine yenileyebilirdi sürekli...
Şimdiki zamanın geçmişinden geleceğine giden yolda hiç bu anı...bu zamanın tam anlamıyla duyumsayarak, farkına vararak yaşayamıyoruz.
Ölüm, zaman ve sevgi
hepsi kutsal ama hepsi sizi yutabilir!
ZAMAN ve SÜRE...
Khronos... zaman; tüm var olanların birbirinin yerini alarak zincirlendikleri sonsuz süre.Tempo...tempus, dehr, devir....
Zaman daralır, genişler, süre başlar ve biter, vakit vardır , dardır ya da yok, boş ya da dolu...
"Süresiz"in bitişi bilinmez, kum saati çevrildiği tarafa doğru dolar...zaman daralır ve genişler mekansal-zamansız...
"yaşam" kelimesi en derin olan kelimeymiş gibi görünüyor ve içinde ölümü barındırıyor...ve içinde herkesin yaşam süresini...ölüm ise; son ısırık...
Bizim kelimelere, isimlere yüklediğimiz anlamlar ne kadar derinse biz o kelimeler karşısında sığlaşırız. Aciz kalırız...