31 Ağustos 2012 Cuma

"Varyemez" Hıdır Amca...

























Bakırköy'de, İstanbul caddesi üzerinde zaman zaman karşılaştığım sokak fotoğrafçısında "bir vesikalık çektireyim hatıra olur" dedim;
zira artık böyle bir manzaraya  pek sık rastlanmıyor!
Yine de emin olamadığım bir şey vardı: bu dağılmış makinenin  ve bezgin duran bu ihtiyar adamın "fotoğraf" çekip çekemeyeceği...başı önde dakikalarca oturuşunu seyrettim...sonra duruşunda  bir değişiklik olmayınca hemen yanındaki ayakkabı boyacısıyla sohbet etmeye başladım...Artık fotoğraf çekemiyormuş! Bir süre önce bir araba çarptıktan sonra gözleri iyi görmüyor, doğru düzgün yürüyemiyormuş...Adı "Hıdır"mış...burada , alıştığı yere gelip gelen geçenden yardım alırmış..."varyemez amca"dedi...Varyemez Hıdır Amca...yani dünyalığını yapmış yapacağı kadar ama yine de bu şekilde yaşamaya devam ediyormuş; başkalarından "bekleyerek"...sonra birden aklıma yine sokaklarda karşılaştığım, boyacı çocuklar geldi...onların ağladığı yerde , önlerinde kırık boya kavanozları olurdu..."niye ağlıyorsun, ne oldu?" gibi soran biri olursa boya kavanozlarının kavgada kırıldığını, eve ekmek parası götüremediğini söylerlerdi...defalarca aynı mizansen ve acıyıp yardım eden birileri!..
Hıdır amcanın durumundan çok emin değildim...bu yüzden yanına gidip, bir isteği olup olmadığını sordum...tam o sırada cuma namazına çağıran "ezan" okunmaya başladı...Hıdır amca , kendisini camiye götürürsem duacı olacağını söyledi...kolundan tuttum, karşıya geçtik ama caminin sokağını şaşırdı, zaten yola bakacak ve görecek kadar kafasını kaldıramıyordu...bu arada neler olduğunu sordum...arabanın çarptığını, kafasından oluk oluk kan aktığını, sonra böyle kaldığını anlattı...camiye sora sora ulaştık...namaza giren başka bir kişi kolundan tutup yukarı çıkartırken girişte duran poşetleri göstererek ayakkabılarını poşete koyayım dedi ...ayakkabıları da poşetledikten sonra "hayır dualarını" alarak oradan ayrıldım...gerçekten de kolunda güç yoktu ve elleri çok soğuktu...doktor çok kansız kaldığını da söylemişti...ister insanların duygularını sömürsün, ister evde duramadığı için alıştığı bu yere gelip iki laf edecek birini arasın sonuçta yaşlı ve iş görecek bir hali kalmamıştı...geriye yamalı, kırık dökük bir makine, bacakları kısaltılmış, eski bir sandalye ve makinenin yanlarına yapıştırılmış; şu an kimbilir nerede, ne yapar bilmediğimiz bir düzine insanın vesikalıkları...




29 Ağustos 2012 Çarşamba

buff hımm çapata çap!..



















...hey!
makinelerin efendisi
buff hımm çapata çap
hımm hımm puff!..
teknolojinin kölesi
cuızz viuvv tunn tuny
dıtt zipp  vınn!..
farkında mısın?
evrenin sınırlarını zorlarken
yeni sınırlar
yeni düşman komşular
kösnük
damızlıklar...
kayıp duygu mağarasında
yaşanmayan aşklar...
alet çalışsın sen övün
çalışır gibi yap
hakketmediğin
maaşı kap
kafana göre de tatil yap...
anı yaşama kaydet
sonra paylaşırsın!
bu arada
pedikürün güzelmiş
manikürden sonra frenç
öpücüksüz
sadece tırnak üstüne...
ya da metrosexüel bir
boş vermişlik
"zaten
her şey  mümkün" diye
sanal alemde!
ye- iç- gez!
marketi boşalt
buzdolabını doldur
ve terk et
anıları
sevinçleri
sevgileri
magnet yap üstüne...
bademciklerin şiştiğinde
pimpiriklen
bir sivilceden korkup
doktor doktor gez
ölümün
dudaklarındaki kıvrım
asla değişmez...
makinelerin efendisi
buff hımm çapata çap
hımm hımm puff!..
teknolojinin kölesi
cuızz viuvv tunn tuny
dıtt zipp  vınn!..


Fotoğraflar: Assos-2012



28 Ağustos 2012 Salı

"Rauf Baba"



... bir fotoğraf tutkunuydu...şimdi kendi fotoğrafı bir süredir Ayazağa'da  gülümsüyor...kendi adına  yapılan kültür merkezi önünde insanları düşündürüyor!..köpeğin ekmeği çıkartığı poşete, o açıdan başka şey ve şeylere,  önündeki durakta bekleyenlere, geçip giden çocuklara doğru bakmaya devam edecek fotoğrafı orada kaldıkça...ama bizim göremediklerimizi  şimdi yukarıdan bir yerlerden görebiliyorsa ve dünyaya yine  fotoğraf makinesinin  vizöründen bakmaya devam ediyorsa deklanşöre  basmış olabileceğini düşünüyorum benim gibi!..

Rauf Denktaş Kültür Merkezi -Ayazağa-2012

"Kankan"-"Cancan"



Kankan Dansı, 1830'larda Paris-Montparnasse’ın işçi sınıfına ait dans salonlarında başlamış!..biz ise neredeyse Lautrec'in çizdiği afişlerle ve "Moulin Rouge"-"Kırmızı Değirmen" ile özdeşleştirmişiz...Küçükkuyu pazarında karşılaştığım bu görüntü kabarık etekler olmasa da ister istemez "Kankan"ı çağrıştırdı...ve tabi Moulin Rouge afişlerini...





İki Fransız "Bayard" ve saatim

Émile Antoine Bayard, Fransız illüstratör (1837-1891)... karakalem çizimleri, suluboya resimler, taşbaskı ve gravürleriyle ve özellikle resimlediği  Harriet Beecher Stoowe'nin "Tom Amca'nın Klübesi" kitabı, Victor Hugo'nun "Sefiller"i, Alphonse Daudet'nin "Ölümsüz"ü ve   Jules Verne'nin Sıradışı Geziler Dizisinin dördüncü kitabı olan "Dünyadan aya"ile tanınır...Ama detaylı yağlı boya tablolarını hiç bilmiyordum!..Eski Fransız hikaye, gezi kitapları ve resimli sözlüklerini topladığım bir dönemde bu tarz baskılar beni çok etkilemiştir...tabi bir de Jules Verne'nin yarattığı dünyayı kafamda canlandırmaya çalışırken yardımcı olan bu referans çizimler...

1-"un drame dans les airs"-1851-Jules Verne'nin kitabından bir çalışması...
2-Yine Jules Verne'nin "Around the Moon", "Ayın etrafında" adlı hikayesinin Émile-Antoine Bayard ve Alphonse de Neuville tarafından çizilen bir resmi "ben sadece bir pigmeden başka bir şey değilim"...

                                                                                                                         

                    
                      
Victor Hugo'nun "Sefiller" romanından iki  çizimi...




"The Christening
       
 1870-1871 Savaşından...


 "The Moon Voyage"

İkinci olarak bu "Bayard" ismiyle karşılaşmam; 
mahalledeki ahşap bir evden çıkan ve bana kadar ulaşan bir 
saatle oldu! 






Bir kaç saat müzesinde çok iyi kondisyonda olanlarına ulaştım...benim saatin yıllarını geçirdiği ortam ahşap bir evdi...bu koşullar ister istemez görünümüne yansımış!













1925-Bir saat fabrikasından görünüm...bulduğum bir yazıda, saat kadranlarını fosforlu-gece görülebilir yapmak için o yıllarda"radium" kullanıldığını ve çalışanların "radium"a maruz kalmalarından dolayı ciddi rahatsızlıklarından söz ediyor!


Bayard 1. François'nın tanınmış bir şövalyesinin adıymış...söylenceye göre korkusuz ve hiç sitem etmeyen bir kişilikmiş...bu yüzden firma için  markayı değerlendirecek bir ad olarak seçilmiş...zırhıyla sağlam ve dayanıklılığı simgeliyor!..
1867 den beri saat üreten Bayard firması  30'lardan beri ürettiği Mickey Mouse saatlerini 1949 yılında lisanslı olarak üretmeye devam etmiş...Mickey Mouse ilk anime çalar saat olarak Bayard tarafından satışa sunulmuş ikinci saat ise 1938 yılında"Blanche-Neige","Pamuk Prenses" saati olmuş...
Saniye geçişlerinde kafasını sallayan Mickey'in kol ve elleri akrep ve yelkovan görevi görüyor..."Bayard" marka saatler günümüze kadar gelen çalar saatlerden form, çizgi ve zerafet olarak çok farklı bulunuyor...

27 Ağustos 2012 Pazartesi

ışığın yolu



















ışığın yolu  uzundu...
karanlık düşünceler
bu kadar çokken...
taş bir duvarda büyüledi seni önce
yan yana dizilen kelimeler kadar karanlıkta sonra...
yere düşen tohumlardan sürdü şu filizler
onca bitki ve şu ağaçlar
yolu uzundu ışığın...taa güneşten
hem de işi çook!
gizemi aydınlattı isli kandiller önce
medeniyetlerin gözlerinden çözüldü
bağlar yine ışıkla...
tekrarlandı durdu
sudaki yansımalar
günler gibi
eğer ışık varsa...
bu hep olur!
nasıl bir matematik ise
bu ritmi
takip edemedim...kırıldı...kırıldı ışık
düğümlenmişti
çözüldü
bilinmezin dikeni
küçük kursaklarda
heyecan dolu düşüncelerin kuruttuğu...
ilkel anıları saklayıp
tekrarlıyor bak yine rüzgar
ışık dolu ezgileri...
saati geldi mi kimse tutamaz kelimeleri
propaganda ve savaşlar mesela
önünü kesseler de aydınlık düşüncelerin
saflık bitse de insanların ininde
ışık hep saf kalacak düşüncemde
bildiğim gibi!...

"Battı balık yan mı gider?" yoksa "kaçan balık büyük mü olur?"


Küçükkuyu limanında, bir kahvehanenin duvarında asılı olan uyarı afişi ile biraz gergin başlayan tatil, 1-2 saat sonra yavaş yavaş suyuna girmeye başlamıştı...afişteki balon balığı bu sularda görülmüştü ama gideceğimiz yere oldukça uzaktı; hem bu araştırma zehirli ve çarpan balıklarla ilgili olmaktan çok suların ısınması ve türlerin bölge değiştirmesiyle ilgili bir araştırma idi...limanda hangi balıkların çıktığını, nasıl yakaladıklarını konuştukça moralim yerine geldi...en kötü ihtimalle oltaya  ekmek takıp, Kıbrıs sarmasıyla  kefal ve sarpa-çitari yakalamam söz konusuydu...Canlı yem için önceden konuştuğumuz av malzemeleri satan dükkan bayram nedeniyle biraz geç açmıştı ve dün mevcut olan "mamun"(kerevit ile istakoz benzeri  küçük deniz canlısı- Danaburnu'na da benzer)  ise kalmamıştı..."sülünez"" denen deniz dibinde kumun içinde yaşayan-çakı midyesi de dedikleri yem ile idare etmek zorundaydım!


Assos'ta antik limanın hemen içinde yer alan Nazlıhan Hotel'e varıp yerleştikten sonra, deniz gözlüğünü takıp keşfe çıktım...deniz çok berraktı ve onlarca farklı tür sanki akvaryumun içindeymişcesine sakin bir biçimde, sürüler halinde dolanıyordu...heyecan ile oltaları hazırladım o akşam...bütün gece levrekler, karagöz sürüleri, çipuralar, mırmır ve barbunlar rüyamda bir o yana bir buyana süzüldü durdu...sabah gün ışımadan avlaktaydım...kayalık alan dip oltası atmayı zorlaştırıyordu...


Sert esen rüzgar konsantrasyonu biraz  bozsa da beşinci dakikada oltama taktığım sahteye ( rapala- yapay balık) koca bir balık yapışmıştı...tur bile sardıramıyordum...yavaş yavaş kalama vere vere 10 metre kadar çekmeyi başardım ama balık yüzye çıkmıyor, aşağı çekiyordu oltayı...işte o dibe doğru yüklenişlerden birinde ben de kamışın ucunu ters yöne , daha da yukarı zorladım" battı balık yan gider", "kaçarsa kaçsın" dedim...zaten onu karaya alamayacağıma dair bir his içime yerleşmeye başlamıştı...olta birden boşaldı...gülümsedim denizin yarı karanlık sularına bakarak..."en az 3-4 kiloluk bir levrekti"..."kaçan balık büyük olur"!..Rüzgarı yedikten sonra ertesi günün sabahı kazan gibi kafamı kaldıramadım; sinüzitten... bir günü boşa harcamıştım! O sabah aynı otelde kalan bir başka balık meraklısı sıyırtma ile palazlanmış bir "Akya" yakalayınca; oltaya gelenlerin akya olma ihtimali de belirdi!

Biraz daha at çek yapmaya devam ettim...bu sefer yüzeyden ve olayı sağa sola çılgınca sürükleyen bir balık oltadaydı;  "barraküda" dedim! bu sefer daha hızlı sarabildim oltayı ama neredeyse ilk balığın oltadan kurtulduğu sınırda diğer balığın "ne" olduğunu göremeden ona da elveda dedim...olta yine boşalmıştı küçük bir kafa hareketiyle...hava aydınlanınca at çek olayını bıraktım ve biraz yemli yaptım...onlarca farklı boy  ispari ailesinin değişik fertleri, melanur ve kupalar oltamı ve kıyıyı ziyaret ettikten sonra denize geri döndü! Gün balıkları, Hanozlar da cabası...bir adet de eşantiyon zargana...canlı yem olmadı mı Karagöz ve diğer büyükleri unutmak gerekti...Discovery Chanel'in "Zor balıkçılık" ve "Tatlı su canavarları" programlarına benzer büyük balık yakalama ve mücadelesini yaşamış ama kursakta kalıp tamamlanmamış bir görevin ezikliğiyle döndüm...neyse "gerilmeyelim tatildeyiz" dedikten sonra günün geri kalan kısmını farklı şekillerde değerlendirip tadını çıkartmaya çalıştım...







Ertesi sabah buna benzer bir mücadele ve aynı mesafede kaçan bir balıktan sonra, yaklaşık 70cm'lik, hatırı sayılır bir zarganayı kayalıklara kadar çekmeyi başarsam da kıyıya alamadım...keyfim kaçmıştı...silikon yem, rapala, kaşık denedim, iğne boylarını değiştirdim...başka bir şey uğramadı...Rahmetli amcamın değişiyle:"yanık kalbe boktan teselli" misali olayı kafamda çözdüm...gümüş sürüleri ve benzer canlı yemler her daim önünde olan  balık, hırslı bir biçimde oltaya atlamıyor, nazlı bir dokunuşla üçlü iğnenin hepsini kapmak yerine birine yakalanıyor, biraz zorlamayla da kancadan kurtuluyordu...kalan günleri balıkları gözlükle seyrede seyrede, otelin balık şeklindeki taş masasının etrafında dolanarak, balık lokantalarında balık ve deniz ürünü yiyerek, kurutulmuş devasa kılıç balıklarının kuyruklarına bakarak ve  limandaki kefalleri  iş makinesi çalışırken saatlerce seyreden işsiz güçsüzler gibi seyrederek bitirdim...hem zaten insan gördüğü balıkla dost oluyor; dostunu yakalayıp yer misin?!yaa işte öyle!...gittim, gördüm, geldim! Balık yakalama düşüncesinden kısa bir süre sıyrıldım...yıllar boyunca çeşit çeşit, her boy yakaladıklarıma sayıyorum!...aslında  o belgesellerdeki gibi balıkla mücadeleyi yaşayıp, onun devasa büyüklüğü ve güzelliğini belgeleyip geri salmak en güzeli galiba!...

25 Ağustos 2012 Cumartesi

Siesta


































kokulu böcek bir taşın gölgesinde saatlerce aynı yerde kıpırdamadan kaldı öğle saatlerinde...sanırım "siesta"daydı!..










































Sert esen rüzgarda öğle bir tutunmuştu ki halata suya düşmemek için çekirge...rüzgar dinmesine rağmen
saatler sonra hala oradaydı...belki o da "siesta" yapıyordu!..

Nedir Bu İşin Felsefesi?


















Assos- Ağustos-2012

bulanık limanın dışında...

parıldıyor güneş
nedir bu işin felsefesi?!
uğulduyor rüzgar
eski hikayeleri
yineleyerek insanlara
derinden
tabandan
bir sessizliğin üzerine...
bedenlerini seriyor
şehirli insanlar
adına "tatil" diyerek
bu eylemin;
tüm silahlarını bırakıyorlar
antik limanın
taşlarına
kendilerini
savunmasız bırakıp!..
teslim ediyorlar bedenlerini
güneşin sivri oklarına....
ağustos'un tuzunu taşıyor
ak köpüklü dalga sırtları
yunus yüzgeçli
küçük deniz damlaları...
hüzün var bu hikayede biraz
denizin olduğu yerde
coşkuyla karışıktır
bu duygu hep...
buruk bir sevinç
tatilden kalan
ve karışık duygular....
sürgüsünü çekip
yaz günlerinin
eğik güneşli
sonbaharın kucağında
İstanbul'un poyrazında
hikayelerini dinlemeye devam etmek var!

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Eski Mahallede...




 Ciğercinin sokaktaki sesini hayal meyal canlandırabiliyorum hafızamda...
sütçü, çamaşır sucu motorize olsa da  hala mahalleye uğruyor...
Yukardaki fotoğrafta "bamyacı" ise çoktan kayıplara karıştı...
Ayakkabı tamircisi pençe, topuk yapacak ayakkabı bulamadı!.. belkide hiç bir fotoğraf karesinde, açık havada  taze soğan, maydanoz satan komşusuyla aynı kadrajda olamayacak ...o kadar uzaklar birbirlerinden ve bizden...eski köşe bakkalları yok eden tüketim şekli onları da yok etti...balonlu-palyaçolu açılışlarıyla mantar gibi biten marketlerle doldu her yer..."kahraman bakkal süper markete karşı"duramadı!..biraz eskidi mi ayakkabılar çöpte artık...promosyon indirimler, kapıdan pencereden atılan yüzlerce rengarenk buroşürlere bakıp marketlere hücum devri artık...ucuzluk marketleri "saadet zinciri" gibi yayıldı... her yer bostandı, tüm sebze ve yeşillikler surların iç ve dışından hemen yakından bu bostanlardan  gelirdi...

Fotoğraflar: Yedikule- "20 yıl önce"-Cüneyt Gök

17 Ağustos 2012 Cuma

"kuyruk"

Çocukluğum kuyruklarda geçti...sular kesilir, 3-5 gün gelmezdi; biz de tüm mahalleli gibi çeşme başında kuyruğa girer, bidon, kova ne varsa doldurmak için sıra beklerdik..."sana" yağ-margarin kuyruğu, şeker kuyruğu, gaz kuyruğu...bu liste ve kuyruklar uzar gider! Kuyrukların başı sonu belli olmadığı durumlar, "kaynak" yapanlar, kavgalar, fenalaşıp, rahatsızlananlar...hastahanede poliklinik , ilaç, devlet dairelerinde her tür işlem için kuyruk, bankada, market kasasında, dolmuş ve otobüs kuyruğu, fatura-vergi yatırma kuyruğu, mavi kart-akbil dolum kuyruğu, maaş kuyruğu, konser- maç kuyruğu...kuyruklar devam etti, ediyor!



                         Yedikule-"MY SHOP market"-2012

Yukarıdaki  fotoğrafta sanki "kepenk" in arasına sıkışmış gibi görünen bir kedi ya da maymunun kuyruğu zannettiğiniz şey aslında otomatik kepenk sistemi içinde yerinden çıkmış "halıfleks"  bir şerit!


Hayvanlar kuyruklarını çok değişik amaçlarla kullanırlar...Denge sağlamakta, ısınmakta, sinekleri uzaklaştırmakta, yön belirlemekte, dümen olarak hatta iletişim aracı olarak kuyruğu kullanır...kur yaparken de işe yarar!..bizdeki körelip "kuyruk sokumu" kalmış…"Nisan 1 şakası"amaçlı takılanları saymıyorum! Oysa maymun kuyruğunu  el-kol gibi kullanır...kertenkele  düşman hala hareket halinde olan kopan(daha doğrusu kendisi bırakır) parçayla ilgilenirken oradan "sıvışır"...Bir çok hayvanın en lezzetli tarafı kuyruk tarafıdır...Avustralya yerlileri pişirdikleri devasa kertenkelelerin kuyruk kısımındaki etleri saygıdan yaşlılara verirler!

Uçurtmanın kuyruğu kısa oldu mu dönmeye başlar; döne döne de çakılır! Bazı gelinlikler yerleri süpürür adeta...kuyruk 3 metre gelini takip eder...birilerinin basıp düşme ve gelinliğin de kirlenme riski vardır her zaman...o yüzden nedime ya da "Damat Bey" kuyruğu tutmak zorunda kalabilir... 

"Kuyruğunu kıstırmak": "köşeye kıstırmak" anlamında yanlış kullanılıyor; birini zor duruma düşürüp kıskıvrak yakalayarak, sıkıştırmak, kıpırdayamaz duruma sokmak olarak  kullanılıyor...Bazı köpekler korkup çekinince kuyruğunu kıstırır...bu yüzden bir benzetme yapılır aslında; bana bir şey yapamayacak kadar çaresiz kalıp, utanınca, süklüm püklüm olma durumunu ifade ediyor...

Kimse kuyruğunuza basmasın!