28 Kasım 2013 Perşembe

sağdan soldan hayat....


"çok memleketler gezdim
neler gördüm görmedim
şu kocaman dünyada
senin gibi görmedim
öyle bir yar istemem
istesem de istemem
güller bitti dilimde
nasıl diyeyim bilmem
estarabim estarabim
sağdan soldan estarabim
aom aom aom aom aom
ateş olmayan yerde
duman tütmezmiş derler
zaman zaman halini
bir görseler gülerler
böyle bir yar istemem
istesem de istemem
güller bitti dilimde
nasıl diyeyim bilmem
estarabim estarabim
sağdan soldan estarabim
aom aom aom aom aom"
1975 yılında "estarabim" dedi Erkin Baba!... kelime anlamı olarak bir şey ifade etmiyordu o yıllarda ESTARABİM...ama hala gizemini koruyarak kafamı karıştırmaya devam ediyor!
Erki̇n Koray, dinleyicinin bu kelimenin yerine istediği, anladığı başka bir kelime koymasını öğütlemiş... ben "hayat" kelimesini koyuyorum! 
 "Tarab" sevinç, şenlik anlamına geliyormuş ...bu kelime arapçada sevinçten gelen coşkunluk ve tepinme olunca açılımı da sağdan soldan"es-coş "gibi bir şey oluyor...ama şu"-im"i bir yere yapıştıramadım .
"İm" işaret, alamet olarak kullanılmış olabilir mi?!  Bir de tarab'ın farsça  rüzgar olduğu rivayeti var ama baktım o da "bad" mış...bazıları da Erkin Babanın anarşit ruhundan kaynaklı "düzen" anlamına geldiğini ve "sağdan soldan düzen müzen istemem" anlamında kullandığını söylüyor işte!  
Bir başka rivayete göre de esrar partilerinde genellikle sarılan esrarın karşılıklı iki uçtan elden ele dolaşırken ortada bir yerde aynı kişiye denk gelmesine deniyormuş "estasrabim". sağdan soldan yani...
"ab-ı tarab" da mesela "şarap" anlamında... neyse helal olsun diyorum Erkin Babaya...Şenay(o dönemlerin özgün şarkıcısı) da bu parçanın başarısı üzerine dört yıl sonra "honki ponki torino" demişti...


Demedim demedim bir şey demedim
Derdimi kimseye söylemedim
Eredem teredim her şey meredim
Keltimi şerlere çelteledim

Çok gerilince sinirlerim
Tutamam çenemi söylenirim
Kulağı vardır şşşşt her yerin
Zararı küpüne sirkenin

Honki ponki torino
Çalona bimbo boriro
Muşi muşi hubobo kozizo
Çiki çiki şayne tiki tak tok

Hiçbir anlamı yok bu sözlerin
Sadece rahatlamak için söyledim
Sende mi öğrendin aferin
Haydi gel beraber söyleyelim


Sağdan soldan gelir hayat; her yerden üstüme üstüme, kimi zaman sorunlarıyla, kimi zaman görüntüleriyle "sofular haram demişler bu aşkın şarabına, ben doldurur ben içerim günah benim kime ne?"...





23 Kasım 2013 Cumartesi

dar alanda kısa paslaşmalar-2-...mesafe



Mesafe nedir dedim kendime...iki nokta arasındaki uzaklık mıydı sadece?! Çocukluğumdan bir karikatür hatırlıyorum; upuzun bir masada karı koca ayrı uçlarda oturuyorlar ve yemek yiyorlardı. Karikatürün altında, adamın konuşma çizgisinin yanında -"karıcım bir köfte yuvarlar mısın?!" yazıyordu... Yıllar sonra bir arkadaşımın evinde yemek misafiriydim ve ilk kez "Kuşkonmaz" çorbasıyla karşılaşıyordum ve nefret etmeyi öğreniyordum içinde ekstra kaparlerle... ve buz gibi, sessiz bir ortamda mesafeyi hissedebileceğim bir soru yankılanıyordu arkadaşım tarafından "siz çorba alır mısınız?"...arkadaşım babasına düpedüz "siz" diyordu...bütün yemek boyunca sofrada duyulan tek ses ve cümle de buydu...çorbalar içilirken ne bir kaşık-tabak sesi ne de bir "hüüüpppp"!!!!!
İşte mesafe kavramı kafamda şekillenmeye başlamıştı...sonra ilk aşk, ayrılık ve platonikler vs.vb...gözden ırak gönülden de ırak olmuyordu...hep düşünüyordum ve düşündükçe uzaklarda değil de burada yanımda olacak diye...içimdeydi, kalbimde ve aklımda ama somutlaştırmak mümkün değildi bazı şeyleri..."engel değil mesafeler aşk yoluna..."sadece bir şarkıydı hemde hiç sevmediğim Kenan'dan oysa babasını-Yurdaer Doğulu'yu izlemeye gider, şarkılarını dinlerdik!...Tam olarak mesafe kavramı askerlikle somutlaştı...artık anlamıştım orta okuldaki hız-mesafe problemlerinden farklı olarak ; çünkü mesafe vardı ama evime doğru bir hız yoktu! Doğan güneş, şafak ve çentikler....
Şimdi başlığa dönelim "dar alanda kısa paslaşmalar"...Serdar Akar'ın filmindeki gibi hayat futbola fena halde benzer ama Jafar Panahi'nin filmi gibi "offside"e dikkat!

"cep foto"lar -1-


En olmadık yerde ve zamanda insanın karşısına çıkınca bu görüntüler iş cep telefonuna düşüyor. Eskiden "Tam Teşekküllü Kameraman Cevat Kelle" gibi makineler, objektifler falan çıkardım sokağa, her yere de  koca çantayla giderdim...yedek filmler, filtreler...puah! anlattığımda masalmış gibi geliyor öğrencilerime... şimdilerde 41 megapiksele ulaştılar...41 kere maşallah! artık boyun fıtığı zorladığından beri sadece seyahatlere giderken fotoğraf makinesi taşıyorum...bir de hafif bir makine aldım Sony!!!!!!!!!!!! zaman zaman onu kullanıyorum! İşte yakın zamandan bazı cep fotolar; oldukları gibi müdahalesiz...







22 Kasım 2013 Cuma

humanoid reset














kafam karışık bugün
metalik sancılı
Hendrix'in gitarından çıkan 
bir "experience"tayım sanki...

açma kapama ve 
"reset" düğmesi
sırtımda monteli
alın size
"google translate"ten kötü bir çeviri;
İnsan iki ayaklı yürüyüş
harici kısa kuvvet
tedirginlikler
yanıt yürüyüş
yörünge faz-bağımlı 
geçici değişiklikleri...

el kol bacak ayak
eklemler gıcırtılı bugün
görüntü parazitli
sensörler fazla hassas
daha fazla saçmalamamam için 
lutuf-en
ya bi ayar yapın 
ya da
resetleyin beni!











18 Kasım 2013 Pazartesi

"dar alanda kısa paslaşmalar" -1-

Geline sormuşlar "neden oynamıyorsun?"... "yerim dar" demiş!...tabiri caizse bazıları da meydanı boş bulmuş at koşturuyor!
Kimi açık alanda işi için oradan oraya koştururken kimi de gün ışıksız depolarda fordist üretimin bandında, masa başında boğulur...iş işin çok seçici olma lüksümüz yok eğer dededen, babadan miras kalmadıysa; zira ekmek aslanın ağzında! Bir bakmışsın işsiz kalmışsın koca fabrikada; yerini makineler almış!. IBM, insanların düşüncelerini taklit edebilen (Beynin, algılama ve empati yapma merkezini  taklit eden)bir çip üzerinde çalışıyor.Beyindeki nöronlar gibi hareket edecek olan çipler, öğrenen bilgi işlemin temelini atacak. Uzmanlar, internet sitelerinin ya da telefonunuzun davranışlarınızı ezberlerse size daha iyi hizmetler sunabileceğini ZANNEDİYOR! Her teknolojik oyuncak bizi biz olmaktan çıkartıp yabancılaştırıyor...ve yavaş yavaş yerimizi, işimizi, elimizden alacaklar!.İşçi çeşitli nedenlerle grev, iş yavaşlatma gibi bazı sendikal mücadele yollarına başvurduğunda, artık değer üretiminin sürekliliği tehlikeye girdiğinden semaye emeğe olan bağımlılığından mümkün olduğu kadar kurtulmaya çalışır.  

Makinaların giderek emeğin yerini alacak şekilde geliştirilmesi rastlantısal değildir. Tarihi olarak, çeşitli teknik buluşlar ve makinalar işçi direnişlerine bağlı olarak gelişmiştir. Onlar söz dinleyen ve karşılıksız itaat eden köleler istiyorlar.
ORTACI, REÇMECİ, DÜZ MAKİNACILAR, OVERLOKÇU, ARA ÜTÜCÜ, MAKASTAR, CNC TORNACI, TESVİYECİ, KALIPÇI VB. kadreşlerim atölyelerde, fabrikalarda çalışanlar, arka planda çalan  Müslüm ve Orhan Babanın ruhlara dokunan nameleri, makine sesleri, havasız, ışıksız ortamlarda dar alanda kısa paslaşmalar...kurdukları hayallerle bitirmeye çalışırlar mesailerini...hoşnutluk değil mutsuzluk hisseder, fiziksel ve zihinsel enerjisini özgürce geliştirmez, tersine vücudunu küçük düşürür ve aklını mahveder.İşçi bu nedenle kendisini yalnızca işinin dışındayken hisseder ve işinin başındayken kendisini kendi dışında hisseder...Dinde insan imgeleminin, insan beyninin ve insan yüreğinin öz etkinliği, nasıl birey üzerinde ondan bağımsız olarak, yani tanrısal ya da şeytani yabancı bir faaliyet olarak etkili olursa, işçinin faaliyeti de tıpkı öyle, kendi öz etkinliği değildir. Bir başkasına aittir; kendi kişiliğinin kaybolmasıdır...sendika hakları, iş güvenceleri neredeyse hikaye olduğu bir dönemde her yer taşeron doldu...Taşeronlaşma, bir yandan emeğin maliyetini düşürürken bir yandan da sendikasızlaşmaya yol açıyor. 


Dolayısıyla pek çok işçi, hiç bir iş güvencesi olmadan,
sözleşmesel veya yasal yükümlülüklere uyulmadan, yeterli sağlık ve güvenlik koşularından yoksun olarak çalışmakta...her gün yaşam alanımızı daraltan, kısıtlayan uygulamalara bir yenisi ekleniyor ve boğuluyoruz; hem mecazen hem de gerçekten. Mantar gibi biten binalar, siteler, AVM'ler yeni yaşam alanları olarak lanse ediliyor, yeşil bitiyor, şehrim tarihi dokusunu yitiriyor, değerlerini yitiriyor!



Hala iyi niyetliyiz, hala umutlu...Bir Temmuz günü forumlarına saldırılan Kocamustafapaşa, Samatya, Yedikuleliler geleceği konuşmak için hala toplanıyor bir pazar günü çay bahçesinde...eskisi kadar özgürce olmasa da hala bir sınıfta öğrenciler kızlı erkekli gündemi tartışabiliyor...yer ne kadar daralırsa daralsın düşünceler ve yürekler ne mekan ne de sınır tanısın!









Yeni  köprü, My Home ve My Towerland projeleri !!!!!!!!!!!!!!






                                         
                                               



13 Kasım 2013 Çarşamba

"14"


Ayın bir "dolunay" olarak mükemmelliğe ulaşması 14 gün alır. Bir evliliğin tüm sorunlarla mücadele ede ede, -sorunsuz olmasa da- az sorunla mükemmele ulaşması da 14 yıl belki! Bu bir dilekten öte bir arzu; zira yılların yorgunluğu var üzerimizde.
Bu gün Bengü'yle evliliğimiz 14 yılı geride bırakıyor...7 yıl insan hayatında bir döngüdür; filmlerde sık sık çıkar karşımıza...7x2...üçüncü döngüye girerken iki "yengeç"in buluşmasında gelgitler olmadı değil; zira dolunay bizi fena etkiler!..Bu süreç evliliğimize kadar olan masalsı "flört dönemi", evlilik ile başlayan ve günümüze ulaşan "mücadeleci dönem" olarak iki ana bölüme ayrılabilir...evlilik dönemi de kendi içinde onlarca değişken döneme... Bildiğim bir şey varsa o da bugüne ulaşmanın kolay olmadığı...çünkü ne ben kolay bir insanım ne de o...bir de işin içine Deniz Poyraz'ın ismi gibi mizacı girince vay halimize! İş denemeleri, iş değişiklikleri, para pulsuzluktan sobada kapı yaktıran dönemler, son parayla alınıp yenilen kremalı bisküviler, bitmeyen kredi ve geri ödemeler, bir var bir yok derken uykusuz geceler, eğitim ve tezler için ayrı koşuşturmalar, ölümler, hastalıklar, her şeye rağmen yitirilmeyen umutlar!..
İyi ki varsınız !

"sarı"




















Sülfürle yıkanmış dudaklar
ne renk ölür bilir misin gülüm?
gül bana
gülümse son bir kere!..
kum saatinde çakıllar
ökse otu ve kırk kilit
zaman diş gösteren
sarı bir it
ısırganlar dizboyu
zembereklerin sarmalında
vakit nakit...
uyku nabzımda sabırsız
gözlerim açık
bir düş gördüm
yorumsuz
gecenin ayı vuruyor odama
odanın gecesi aya
ay ne renk ölür
bilir misin?







11 Kasım 2013 Pazartesi

Anlatma bana artık İstanbul!

İstanbul  anlatır bağrında saklı hikayeleri, her köşesi anlatır, gecesinde ayrı hikayeler, gündüzünde ayrı...her yüzü anlatır, her bakışı insanlarının...durmadan anlatır; sanki hiç bitmeyen bir hikayeyi ya da hikayeleri  anlatırsa evrenin dengesi de öylece devam edecekmiş gibi! Ama artık yorulduk; dinlemekten, duymaktan, görmekten aynı şekilde aynı şeyleri...oysa bilindik şeyler her zaman güven verir insana bilinmezlerin yanında...genelde acıklı hikayeler yorar! Üzerindeki yükü paylaşarak hafifletemiyor İstanbul zira yüklediği bizi de taşımak zorunda...gitme vakti geldi de geçiyor başka bir diyara, küçük bir kasabaya...zamanın yavaş aktığı, sakin bir  yere...peki orası da aynı şekilde anlatmayacak mı hikayelerini?!.anlatsa da İstanbul'un ki kadar yürek yakan, ezip geçen hikayeler olmaz diye düşünüyorum! Bu yolculuğun zamanını  beklerken yine de sürprizlere hazır çıkıyorum evden; rutini kıracak, şaşırtacak bir iki küçük şey ile idare edip "o" zaman gelinceye  kadar kendimi oyalayıp avutma oyunu oynuyorum.
Cuma günü kolon kanseri olan babamı evimizden çok uzakta bir hasta(ha)nede ameliyat ettirmek zorunda kaldık...neden mi? Çünkü Erdem Hastanesinde onun ameliyatı için gerekli donanım vardı ve doktor bizi oraya yönlendirdi...bu özel hastahane nasıl bir hastahaneydi? Mimar kardeşlerinin fabrika gibi çalışan, Selçuklu-Osmanlı karışımı eseri...içeride şık Christian Dior başörtü desenli hanım kızlarımız hizmet veriyordu...neden devlet hastahanelerinde de bu hizmet yok? Çünkü dinimiz, imanımız para olmuş...şimdi çok kişi bana kızacak gerçekleri söyledim diye yine...paran varsa her şeyi alabilirsin! Paramız yoktu ama bankalar kredi veriyordu...şimdi "mebla"yı telaffuz etmeyeyim ama üç sene ödeyeceğiz!..
10 kasım sabahı alıştığımız sirenler, korna sesler yoktu artık Atamızı anmaya! Radyoda bir kanal bir önceki gün "sevenleri onu anacak" diyordu!!!!!!!!!!!!!10 KASIM sabahı başka bir radyodaki; "Radyo Voyage"daki siren sesiyle çekirdek aile Atamıza saygı duruşumuzu yapıp Babamızı ziyarete düştük  yollara.
Ümraniye Çakmak'a gitmek bir dert, dönmek bir dert...neyse babama ulaştık ziyareti gerçekleştirdik ...o gayet iyi! Bu arada hastahanenin hemen yakınında ilginç bir ev ve oluşum bekliyordu bizi...Örnekleri aşağıda!





































Sabah Kazlıçeşme'den  Marmaray ile boğula boğula sıkıntılı bir şekilde geçmiştik kaşıya ama bu sefer dönüşte sıkı bir kalabalık bekliyordu Üsküdar'da bizi...Meraklı izdihamı "usta"nın eserini merak ettiği için 10-15 kişilik aileleriyle gelmişti, en az üç çocuk, en az üç torun, iki eş, kayın valide, kayın peder, ana, baba, üst komşu, bakkalın torunu,İffet teyze vs, vb...İçeride oksijen bittiği için içeri almadılar, böyle olunca vapurlar kalabalıktan yan yattı...



Günde 1 milyon kişiyi taşıyacak Marmaray, sera gazı emisyonunu azaltmanın yanında hava kirliliğine neden olan karbonmonoksit, azotoksit, metan olmayan hidrokarbon gazlarını da azaltacak iken içeri girenler oksijensizlik ve sıcaktan boğuldu...anlatma bana artık İstanbul...yoruldum!.

"Arpacı kumrusu"...bir de "ciğercinin kedisi"..


"Arpacı kumrusu gibi düşünmek" deyişini düşündüm de "yahu arpacının kumrusu niye düşünür, yediği önünde, yemediği..."dedim...çocukluğumdan beri yemcilerin ya da kuruyemişçilerin önündeki arpa, buğday çuvalları içinde hiç kaçmadan, istifini bozmadan taneleri kursaklarına dolduran pek çok kumru  gördüm; hal böyle olunca arpacının yemesine göz yumduğu kumruların pek tasası olmaz düşüncesi mantıklı ama iş öyle değilmiş...yıllar sonra "arpacı kumrusu" şu bizim "arpacının kumrusu" değil de bir çeşit yerli güvercinmiş! Dolayısı ile yeme, içme, barınma, hatta sağlık sorunları yüzünden düşünmesi, avcıların çiftelerine herzaman hedef olma riskinin onda bir katatoniye ( kasılıp kalma, duygudurumsal bozukluk, şizofreni evresi)dönüşmesi de normal!
TDK Sözlük: Bir tür yerli tahtalı güvercin
Önceden ne yapacağı belli olmayıp ortaya çıkan duruma göre hareket eden kimse
Kumru arpacının kumrusu olsaydı o zaman Ciğercinin kedisi için de durum aynı  olurdu!


 Nazım Hikmet ile Abidin Dino'nun dostluğunu herkes bilir ama Arif Dino'nun, Nazım Hikmet'in yüzünü bir kediye benzettiği deseni çok kişi bilmez. Abidin Dino'nun ağabeyi olan şair ve ressam Arif Dino, Orhan Veli ile de arkadaş olup Yaprak Gazetesi'nde iki şiiri yayınlanmıştır. Abidin Dino ince yapılı olmasına karşın, ağabeyi 2 metre boyunda 130 kilo ağırlığındadır. Bedeni gibi yüreği de büyük olan Arif Dino'nun kediye benzettiği çizimin nedenini aramak için 1921 yılının Ankara'sına gidelim: Sömürüye karşı direnen insanların yanında yer almak için İstanbul'dan kaçan Vala Nureddin ve Nazım Hikmet'i bir aşçı dükkanının camekanı önünde buluyoruz... İki arkadaş arnavut ciğerlerine sokak kedileri gibi bakmaktadır. Tam o sırada yanlarından geçen Hüsnü Paşa (ki, Türkiye İşçi Partisi'nin lideri Mehmet Ali Aybar'ın büyükbabasıdır) kendilerini tanır ve parasız olduklarını hallerinden anlayarak verdiği 25 lirayla karınlarını doyurmalarını sağlar. Bu olayı öğrendikten sonra, Arif Dino'nun Nazım Hikmet'i neden kedi olarak çizdiği sorusunun yumağına bir tırmık da Orhan Veli'nin şiiriyle atalım:

Uyuşamayız, yollarımız ayrı;
Sen ciğercinin kedisi, ben sokak kedisi;
Senin yiyeceğin, kalaylı kapta;
Benimki aslan ağzında;
Sen aşk rüyaları görürsün, ben kemik.

Ama seninki de kolay değil, kardeşim;
Kolay değil hani;
Böyle kuyruk sallamak Tanrının günü.







Orhan Veli ciğeri ağzına hiç koymadığı gibi ciğercinin kedisini de sevmezdi. Şiirindeki sokak kedisi ise ta kendisidir Nazım Hikmet'in. Orhan Veli, sokak kedisi Nazım'ı sözcüklerle, Arif Dino çizgiyle anlatmıştır. Ciğercinin kedisinden sokak kedisine Cevap olarak yazdığı şiirinde ise Orhan Veli, yiyeceği kalaylı kapta olup, bütün gün kuyruk sallayanların Nazım Hikmet'e bakışını dile getirir:

Açlıktan bahsediyorsun;
Demek ki sen komünistsin.
Demek bütün binaları yakan sensin.
İstanbul'dakileri sen
Ankara'dakileri sen...
Sen ne domuzsun, sen!

Sunay Akın'ın Galata Köprüsü adlı şiiri:

Sokak kedileri Orhan Veli'nin
sizi gidi komünistler sizi
mesken tutmasaydınız
köprü altını
yıkılmazdı bugün
Marx'ın bir heykeli gibi

6 Kasım 2013 Çarşamba

Kral yolu ve çalı süpürgesi






















Geçmiş zamanda
daha önceki yaşamımda
bir köyde çalı süpürgesi yapardım...
günlerden bir gün köye bir haber geldi;
kral yakında bölgeyi ziyaret edecekti...
bütün köyü bir telaş sardı
ya kral gelip köyü beğenmezse
bu kadar insan ne yapardı
(bu kadar insan dediğim topu topu 13 kişi, 10'u da yaşlı keçi)
köye gelen yol tepe aşağı
tepenin taşı toprağı
hep yola
ordan da
köye inerdi
yağmur olsun olmasın
çamuru hiç eksilmezdi
böyle olunca
süpürge ve süpürgecilik elzemdi
hatırlıyorum
layıkıyla günde 1 süpürge yapardım
lakin 1000 süpürgem olsa da
süpürecek  adam yoktu ya!
tepeye çıktım
çalılıklara dalıp kestim biçtim
bağladım çalıları
yuvarladım yolun hizasında
yokuş aşağı kütükleri
yuvarlana yuvarlana inerken
kütükler
temizledi taşı toprağı
sanki dev çalı süpürgeler
ama hesaba katmadığım bir şey vardı
aşağıda köydeki evlere varınca kütükler
nasıl duracaktı?!????
........
kütükler evleri yıktı geçti
sürpriz olsun diye
heber vermemiştim kimseye
kütükler yaşlıları da ezdi geçti
köy de yas ilan ettim
yıkıntılar arasından bir bir çıkarıp
hepsini kendi ellerimle defnettim
bir iki gün sonra
bir ulak indi köye
kalan üç kişi
öğrendik ki
kral  şimdilik vazgeçmiş
belki gelirmiş seneye!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
iyilik yapayım derken
yüzüme  gözüme bulaştırdım
kıssadan hisse çıkarmayı size bıraktım...
6 kasım Çarşamba
kalın sağlıcakla!


3 Kasım 2013 Pazar

İstanbul Çoktan Yandı...

"Ankara yanıyor"
Bir Ankara Polisiyesi Behzat Ç.'nin ikinci filminin adı...bu adı taşıyan bir şarkı ve iki şiiri de sizlerle paylaştıktan sonra İstanbul'daki duruma bakacağız!


Ankara'nın güzide sanatçılarından ekmek arası kaşar Çubuklu Yaşar'ın mükemmel şarkılarından biri!

sözleri:

3 arkadaş toplandık
muhabbete giderken..
3-5 arkadaş toplandık
aleme giderken..
polis amcam durdurdu !?!?
plakayı sordurdu

yanıyoo yanıyooo
angara bugün yanıyo
ulus, hasköy, cebeci, dörtyol
polizz beniiiiiiiiiiiğ arıyoo

(aman çıkma gardaşım dışarı)

neyse vardık pavyona
masaları gurdurduh
gesin rakıy gitsin bira
kafalariiy bulduk

yanıyoo yanıyooo
angara bugün yanıyo
ulus, hasköy, cebeci, dörtyol
polizz beniiiiiiiiiiiğ arıyoo

cebte kalmadı para
yine bugün yolsuzuz
gaz parası çıkarsa dedoş
bira parası da buluruz

yanıyoo yanıyooo
angara bugün yanıyo
ulus, hasköy, cebeci, dörtyol
yunuuzlarr beniiiğ arıyoo

yanıyoo yanıyooo
angara bugün yanıyo
ulus, hasköy, cebeci, dörtyol
polizz beniiiiiiiiiiiğ arıyoo


Ankara yanıyor

Dağlar yankılandı dereler çağlar
Karga isyan etti bülbüller ağlar
Yirmiye yaklaştı ölen civanlar
Ankara yanıyor yüreğim yanıyor

Alevler yükseldi kör duman çöktü
Yürekler yandı da göz yası döktü
Peş peşe patladı bellerimizi büktü
Ankara yanıyor yüreğim yanıyor

Kader böyle işte ekmek parası
Kiminin eşi ağlar kiminin anası
Alevler içinde yandı yandı yuvası
Ankara yanıyor yüreğim yanıyor

Valisi başkanı hep hep oradaydı
Yanan yüreklerdi acı buradaydı
İtfaiye ambulans hep oradaydı
Ankara yanıyor yüreğim yanıyor

Mahmut Ali BULUÇ

ANKARA yanıyor



Başımın içinde kaynıyor kazan,
Böyle yazmış, benim kaderi yazan,
İçimde yangın var, başımda hazan,
Ankara yanıyor yüreğim gibi.

Kaç yıldır yazarım hep sayfa sayfa,
Aşkım kaptan oldu, yüreğim tayfa,
Çıkmaz sokaktayım, yandım bu defa,
Ankara yanıyor yüreğim gibi.

Unuttum mevsimi, saatı, ay'ı,
Ok kalbe dizildi, çektikçe yayı,
Yıkılsın, neyleyim sensiz dünyayı,
Ankara yanıyor yüreğim gibi.

Sevenlerin gün ve saat nesine,
Akrep le yelkovan döndü tersine,
Ömrümü adadım bir nefesine,
Ankara yanıyor yüreğim gibi.

Sensizlik, geçtiğim yollarda mayın,
Aşkım efsanedir, dünyaya yayın,
Gönüller severse yaşanmış sayın,
Ankara yanıyor yüreğim gibi
Emine Sönmez

İstanbul yanıyor

Sana sabah balkondan baktım aziz İstanbul

Gökyüzün puslu idi, ufuklar seçilmiyor
Ardından gemileri yaktım aziz İstanbul
Şimdi de hayallerim yanıktan geçilmiyor

Sırılsıklam bedenim benim değilmiş sanki
Kollarım birleştirsem yapışıp kalacağım
Ne Bodrum, ne Marmaris, böyle değil inan ki
Başıma güneş geçti, apışıp kalacağım

İstanbul yanıyorsun, yanıyorsun İstanbul
Bir tarih sahnesinde yetmez mi yandıkların
Sinemde bir yarasın, kanıyorsun İstanbul
Hani nerde sultanlar, sözüne kandıkların

Murat HACIOĞLU
İstanbul yanıyor

Dün gece gördüm istanbulu düşümde.
Katmış denizi önüne,edalıydı
Hafiften rüzgar,güneş sereserpe.
Altı kubbe,Sultan Ahmet'te sıralıydı.


Bir balıkçı,çekiyordu ağlarını...
Serin sularında boğazın.
Almamışken daha ben kafa kağıdımı
İstanbul alnımda kazılıydı.


Kim bilir dünyanın döndüğünü?
Tutmasam anlamazdım başımı.
Yanar içimde İstanbul,görsem söndüğünü
Kız Kulesi'nden kaldırın naşımı..

Önder Özkaran

Evet! yürekler yanar, şehirler yanar, şiirler yanar diyerek ben de kendi "İstanbul yandı" şiirimi yazayım dedim sıcağı sıcağına: 3 kasım 2013
"İstanbul yandı" dedim çoktan
kimse aldırmadı
kadırgalarına binenler kaçtı dedim
dev binaları dikenler rüzgarını çaldı
yelkenlerimiz rüzgarsız kaldı dedim
kimse aldırmadı
tulumbalarında su kalmadı dedim
yüreklere serpecek
sustum sanki küsmüş gibi
küllerinde gezinirken eski mahallemin
kalmadı
ne onun aşkı ne de benim
görecelidir aslında şiirler 
tüm duygular gibi
yana yana İstanbul,
sen ve ben

yanyanadan çok

biraz içiçe galiba!