31 Aralık 2012 Pazartesi

eski yıl-yeni yıl ve zaman...

31 ARALIK 2011 CUMARTESI- Eski yıl...
Adettendir; giden yıl kötülenir ve yeni yıldan bir sürü şey beklenir... klasik söylemde yeni yılın dünyaya barış, kardeşlik, dostluk, huzur ve mutluluk getirmesi falan dilenir. Beklentiler büyür de büyür  gelecek yıldan...bir şeyin geldiği yok...hatta gidiyor!...bütün suçu geçmişe yükleyip bir yıl sonra ise  geçmiş "bir önceki" yılı arar hale geliriz. Eskiyen 2011 yılında yaşananları  hatırlayıp söylemeye-yazmaya kalkarsak ciddi bir moral düşüşü daha yaşarız...o yüzden her gün kendini tekrarlayan gazete başlıklarını bir kenara bırakalım...
Çok büyük beklentiler içine girmeyelim ...Dünyanın ve Türkiye'nin gidişatı belli...sadece dileyelim...iyi niyetli ve pozitif düşünceyle dileyelim...belki dileklerimizden biri ya da birkaçı gerçekleşir!

                                                      Fotoğraf: Cüneyt Gök
Çocukken; özellikle yeni yıla girerken kar yağmasını dilerdik...eskiden daha çok kar yağar ve yerde de günlerce kalırdı. Biz bol bol kartopu oynadık, kardan adam yaptık. Tüm çocuklara kar heyecanını ve coşkusunu yaşayabilecekleri bir yıl diliyorum. Ama unutmayalım; bizim düşlerimiz başkaları için kabusa dönüşebiliyor. Doğuda ve özellikle Van'daki çocuklar için de kalplerindeki sıcaklığı yitirmeyecekleri bir "ortam sıcaklığı" diliyorum!

Geçen yılın yayınını(2011'den 2012'ye geçerken yazdıklarımı) aynı şekilde koydum sayfaya! Koca bir yıl geçti ne değişti dedim...yazacak güzel bir şey bulamadım...zaman,tarih değişse de tekrarlar kaçınılmaz...ben de kendimi tekrarladığımı, bazı konulara ve geçmişe takılıp kaldığımı itiraf ediyorum...ama benim hayata bakış aralığım ve ufkum bu kadar...yazılarımda düzeni, sistemi, hükümeti eleştirdim ama inceden ve derinden göndermelerle..."bayat ekmeğe eski kaşar" dedim..."kaçırıldım", "gözlerim hala bağlı" dedim...ilişkileri, dostlukları, değişen dünya düzenini, yabancılaşmayı hatırlattım...unuttuğumuz, göremediğimiz ya da önemsemediğimiz küçük şeylerin aslında yaşama sevincimizi arttıracağını düşünerek sizinle paylaştım...zaman akıyor..."zaman hem tüketiyor hem yineliyor ve yeniliyor dedim"... sevgili Cengiz Çekil Hocamın  sergisinde bir işi vardı: tuttuğu günlükten sayfaları sergiliyordu...günlüğün sayfalarında hep aynı cümle yazılıydı...bir tek değişen tarih!"Bu gün de hayattayım...hayatta kaldım"gibi bir cümle!Yazı olarak bakarsanız birbirinin aynı(hatta stampa yaptırıp basmıştı yanlış hatırlamıyorsam)  ama duygu olarak bakarsanız bir gün daha yaşayabiliyor olmayı kolay kolay tarif edemezsiniz...ne o sayfanın sararmışlığı, ne de o mürekkep anlatabilir! sesinizde, vurgunuzda, gözünüzdeki ışıkta, mimik ve jestlerinizde, bedeninizde, duruşunuzda taşırsınız bu ayrıcalığı ve özel hediyeyi! O yüzden şanslı hissetmemiz lazım diye düşünüyorum kendimizi her geçen günle!..
Hediye veremediyseniz sevdiklerinize üzülmeyin ; en güzel hediye zaten vermilmiş bize:"Yaşam"...ve en güzel hediye; sevdiklerinizle birlikte bir gün daha geçirebilmek bu dünyada-her şeye rağmen-!
Ünlü kemancı Joshua Bell, geçtiğimiz yıl,  Washington’da bir metro istasyonunda 45 dakika boyunca geçip giden kalabalıklara 6 Bach parçası çalarak bir konser vermiş ama bu süre zarfında önünden geçip giden tahmini  1000 kişiden yalnızca altısı birkaç saniye durup onu dinlemiş! Joshua Bell’in 3,5 milyon dolarlık Stradivarius kemanından Bach dinlemek için duran yalnızca 6 kişi olmuş... (Bell'in konser bilet fiyatları ortalama 100 dolarmış...) Bell'in kendini afişe etmeden verdiği bu kamusal alan resitaline kulak verenlerden ise ancak 32 dolar toplayabilmiş!..Zamansızlık mı yoksa duyarsızlık mı?!Belki ikisi de!





1960 'lardan sonra zaman konusunu çağdaş sanatçılar bir malzeme  ve  tema olarak ele almaya başlamışlar...Japon sanatçı On Kawara yakın dostlarına “Bugün hâlâ hayattayım,” diyen telgraflar gönderip, tuvaline yalnızca her günün tarihini işlemiş...ayrıca "One Million Years" adlı çalışması zamanın geçişi belgelemek için 20 ciltlik koleksiyon oluşturmuş...içinde sadece yıllar var rakamlar olarak... Eserin metninin sunumunun yanı sıra Kawara 1993 yılında bir de ses kaydı işine girişmiş. Ses kayıt çalışmalarını cam bir barakada gerçekleştirmiş...Gönüllüler saatlerce süren oturumları sırasında ardışık tarihleri ​​okumuşlar...



Polonyalı sanatçı Roman Opalka 1969’tan sonra yaşadığı her gün kendi portresini çekerek ve geçen saniyeleri tuvaline işleyerek ölümüne kadar sürecek bir performansa kalkışmış!  Douglas Gordon ya da Sam Taylor-Wood’un(çoklu ekran videoları) videoları bu konuda önemli örnekler...
Sonuçta zaman gelip geçiyor...tarihler değişiyor; çoğu zaman zamana seyirci kalıyoruz...size kendinizle ilgili,sağlıklı düşünebilecek, olumlu kararlar alabileceğiniz kadar ve gelişmeleri yaşayıp sindirebileceğiniz kadar zaman diliyorum...güzel anların uzaması,hayatınıza yayılması dileğiyle!
Eskisinden daha güzel yıllar!

30 Aralık 2012 Pazar

soğuk ve sıcak-1-

Hava koşullarına, mevsimlere bağlı hayatımızda kimimiz sıcağı, kimimiz soğuğu severiz. Yaşadığımız ortamda konfor ısısının 24 derece olması gerekiyor; bu da sıcağa biraz daha meyilli olduğumuz anlamına geliyor...yaz tatilleri deniz ve güneş üzerine kuruluyor, evde kış günleri yorgan kullanıyoruz...kış günü dondurma da çekiyor canımız ama genel olarak beslenme alışkanlıklarımıza fazla uymuyor....yine bir çok kişinin evinde kışın bile buzdolabında soğuk su eksik olmaz!...kış günleri ne yapsak ayaklarımızı tam olarak ısıtamıyoruz...hele biraz da kırıklık varsa termafor ne de iyi gelir! Böyle soğuk günlerde yün çoraplar, keçeler dolaptan çıkartılır... Kafayı serin ayakları sıcak tutmalı!
Eskiden bir izocam reklamı vardı tv'de:Kapıcının koşuşturmaktan tabanlarının şiştiği... "Kapat şu kaloriferi kapıcı pişiyoruz!"diyordu bir apartman sakini...diğeri de"aç şu kaloriferi kapıcı donuyoruz!" diye sesleniyordu...
bir içeri bir dışarı sürekli ısı değişimlerine maruz kaldıkça daha çabuk hasta oluyoruz...Bir de Hipotermi var: Vücut ısımızın 37 derecenin altına 35 derecelere düşmesiyle, soğuk havalarda maruz kalınan ıslanma ve ıslak kalmayla gerçekleşiyor...Bulunulan ortama göre gerçekleşen ısı alışverişi sonucunda soğuk ortamlarda vücut ısı kaybetmeye başlar...35 derecenin altında 32 derecelerde bilinç kaybı gerçekleşir...sonrasındaki düşüşlerde  varılacak sonucu söylemeye gerek yok! Yıllar önce bir çizgi film stüdyosunda çalışırken aldığım ilk maaşla kaldığım çatı katına bir şömine yapmıştık...üst kısmını çay ocağı "davlumbaz"ından kotardık ama iş görüyordu...şimdi bir şömine olsa da bir iki odun atıp seyre dalsak kıvılcımları, alevleri...külüne de patates gömsek! 





Biranın üzerinde soğuk içiniz yazar; bütün meşrubatlar da soğuk içilince keyif alınıyor...özellikle buzzzz gibi bir bira... buz,su ve tuz karışımı en hızlı soğutmayı yapıyor! Ya da dondurucuda soğutacak, hatta bira bardağını da dondurucuya kısa bir süre koyacaksınız...Soğuk, buz dedik; akla hemen buzlu çay, frappe,limoncello geldi...


limoncellonuzu evde kendiniz yapabilirsiniz!

Gerekli malzemeler:
- 10 orta boy limon(büyükse daha az sayıda yeterli)
- 1 litre %95 alkol
- 1 litre su
- 800 gr şeker

Limonları  sarı kabuk kısmını soyun. Beyaz zarı kalsın. Kapağı hava almadan kapanacak bir şişeye koyun. Üzerine alkolü ekleyip, kapatın. Şişeyi 5 gün süreyle karanlık bir yerde tutun ve her gün düzenli bir şekilde bir defa sallayın. 5 gün sonra suyu ve şekeri bir tencereye koyun, şeker eriyene kadar ısıtın. Limonlarla karıştırın. Bu karışım bir gün bekledikten sonra, limonların zarlarını çıkarın. Bir huni ve tülbent yardımı ile süzerek şurubu şişelere boşaltın. Afiyet olsun!
Kış günlerinden bir klasik var sırada : Salep

Gerekli malzemeler:

(1 Litre Salep için)
*1 litre soğuk süt
*1 çay kaşığı (aktardan saf olarak alacağınız)salep 
*1 çay kaşığı nişasta
*1 paket vanilya
*Biraz tarçın 
*Biraz toz şeker 

1 tepeleme tatlı çay kaşığı salep ve 1 tepeleme çay kaşığı nişastayı , biraz şekerle birlikte küçük bir kasede karıştırın. Biraz ılık süt ile ezerek bulamaç haline getirin. ocakta kaynayan  1 litre süte hazırladığınız karışımı yavaş yavaş ekleyerek bir yandan çırpın. Tadına bakarak dilediğiniz kadar şeker ekleyin, kısık ateşte yarım saat kadar kaynattıktan sonra ocaktan almaya yakın 1 paket vanilya ekleyin. Servise hazır...kupa yerine ince porselenden, eskiden kalma koca bir fincanınız varsa daha da keyifli... bol tarçın ilavesiyle!

yudum yudum için aman dilinizi yakmayın!


Nişastalı salep tarifine gelince.

Gerekli malzemeler:
*1 tatlı kaşığı nişasta 
*1 tatlı kaşığı patates nişastası 
*1 tatlı kaşığı pirinç unu 
*1 su bardağı süt 
*1 1/2 çorba kaşığı toz şeker 
 
Tencerede nişasta, patates nişastası ve pirinç ununu hafif kavurun. Daha sonra süt ve toz şekeri ekleyiniz. Kıvamını alıncaya kadar pişiriniz. Tarçını unutmayın!


Sıcak renkler içimizde canlılık, neşe ve hareket getirir kırmızı ile ateş sıcaklığını, turuncu ile güneş ışığı etkisini, sarı  ile de ışık ve aydınlığı duyumsarız...
Yeşil, mavi, mor gibi soğuk renkler ise genel olarak hüzün, rahatlık ve durgunluk etkisi verirler. 
"Aramız soğudu" deriz ilişki sıcaklığını kaybedince..."serin kanlı" insanlar panik yapmaz, renk vermezler,"sıcak kanlı" insanlar da birbirleriyle çabuk kaynaşır, her ortama uyum ağlarlar...Ciddi olaylar karşısında serin-soğuk, ilişkilerinizde ise  sıcak kanlı olun!

29 Aralık 2012 Cumartesi

1935 yılından ve günümüzden rakamlar


Dünya üzerinde 1907 yılında 250.000 olan otomobil sayısı, 1914'te Ford Model T'nin ortaya çıkışıyla 500.000'e ulaşmış, II. Dünya Savaşı'ndan hemen önce bu sayı 50 milyonun üzerine ulaşmış, Savaşın ardından geçen otuz yıl içinde de otomobil sayısı üç katına çıkmış...1975 yılında 300 milyona ulaşmış...Dünya üzerinde yıllık otomobil üretimi 2007 yılında 70 milyonu geçmiş...


2011 verlerine göre Dünyadaki otomobil sayısı 1 milyara ulaşmış. "The Sun" gazetesinin haberine göre, artık her 7 insana bir araç düşüyormuş...



Günümüzde dünyada yetiştirilen toplam 1.2 milyar koyundan, yıllık 6,1 milyon ton et , yıllık 8,6 milyon ton süt üretiliyormuş... Ülkemizin koyun mevcudu ise 43 milyon...



Günümüzde Dünyadaki tren sayısı 14,538 miş!..

28 Aralık 2012 Cuma

gözleri bağlı

gözyaşlarımı kimse göremez
ne güzel! diye sevinirken
anladım birden
...gözlerim bağlı
göremem ki
özgürlüğü,
gelecek dedikleri
yasaklı rüyaları...




















ülkemin doğusu batısı
güneşin doğuşu batışı
bir goncanın açışı
yaşamın tüm renkleri
zamanın kaçışı...
sarı bir duvar önünde
kurşuna dizilir gibiyim
gözleri bağlı...


27 Aralık 2012 Perşembe

ilişki

İlişki deyince hemen karşı cislerin arasındaki çekim ve cinsellik gelmesin...hepimiz karşı cins ile olduğu kadar hemcislerimiz ve diğer dünya ülkelerinin insanları, diğer dünya varlıkları ile ilişki içindeyiz...bütün ilişkilerde ne yazık ki çıkar ön plandadır-kimse bunu inkar etmesin! İş dünyasında da,anne, baba, kardeşler; aile arasında da, kız arkadaşımız ile flörtte de, evlilikte de...
Hayvanlar alemi ile ilişkimize bakın...onların etinden, sütünden, yününden, yumurtasından yararlanıyoruz...evcilleştirip kendi manevi eksikliklerimizi onlara gösterdiğimiz-mıncık mıncık -sevgiyle tatmin etme arayışı içine giriyoruz...bütün ilişkilerde "ben" vardır...kendimizden bir parça ararız her yerde,  herkes de...kendimizi bulmak, görmek özellikle sevdiğimizde...olmadı mı; kendimize benzetmeye çalışırız...kimse karşılıksız bir şey almadan bir şey vermez...sömürü hep vardır...maddi manevi sömürü insanın özünde vardır! Bütün bunların farkında olup, ses çıkarmadan kabullenir çoğu insan-karşılıklı çıkarlarını düşünüp-bir gün tam anlamıyla farkına varır; uyanır ya da tüm ömür boyu uyurgezer!  



                         Christopher Columbus ile başlayan ilişkiler!..

Hepimizin istediği sağlıklı mutlu ilişkiler kurmak değil mi?! Belki sahip olduğumuz şeylerin farkında değiliz, belki de gerçekten mutlu değiliz...şurası bir gerçek ki kıyaslamadan edemiyoruz...her şeyi kıyaslıyoruz; ilişkileri de...hayatımızı başkaları ile kıyaslamak pek bir değişiklik getirmiyor...mükemmel bir ilişki yaşayanları görüp kıyaslıyoruz, kendimizi kötü ve mutsuz hissediyoruz...mükemmel bir ilişki aslında yok! sadece dışarıdan öyle görünüyor ya da bu ilişkiyi yaşayanlar dışarıya öğle gözükmeye çalışıyor...tam tersi uyumsuz, sorunlu bir ilişkiye tanıklık ediyorsak da kendimizi bu sefer şanslı hissediyoruz!..eğer mevcut şartlardan memnun değil isek düşünce yapımızı değiştirmemiz gerekiyor. Temel sorun paylaşamamak...ortak ilgi alanları yaratıp, birbirimize zaman ayırıp bu koşuşturma içinde birlikte vakit geçirememek...hoş geçirmek için plan yaptığında da kimseyi memnun edemeyebilirsin!


                  
                     Üçüncü Türden Yakınlaşmalar
(Close Encounters of The Third Kind)-1977-Steven Spielberg

Düşüncelerimizi, kafamızın içinden geçenleri karşı tarafın okumasını, bizi anlamasını ve saygı duymasını bekliyoruz...kimse zihin okumuyor; telepatik olarak da bir iletişim kurabilmek neredeyse imkansız...yine işten, güçten geriye kalan halimizle birbirimize ve birbirimizin düşüncelerine odaklanamıyoruz.
İlişki yakınlaşmadır...uzaktan, mesafeli bir ilişki ilerlemez; içten olmaz...ilişkiler birlikte geçirilen zamanın miktarı ile değil kalitesi ile gelişirmiş!Kaliteli zaman geçirmenin bir de maddi boyutu var; bunu kimse düşünmüyor...yorgana göre yaşarken bütçe dışı harcamalara giriyor bu ve çoğunlukla lüks kaçıyor...Açık sözlü olup her şeyi paylaşma isteği de sekteye uğruyor...hep söylerim kimse kimseyi dinlemiyor!Bir de yanlış anlaşılmak ve kendini, düşüncelerini iyi ifade edememek var...geçmişimizden kurtulamıyoruz, hep geçmişteki gibi olsun her şey diyoruz...güzel yanlarıyla hatırlıyoruz genelde geçmişi...oysa geçmişte de yolunda gitmeyen şeyler vardı...kalp kırıklıkları,bir yere varmayan platonik aşklar, zorlu deneyimler, acılar...bütün bunları aşıp ve kişiliğimizi geliştirip bu güne geldik ama tarih tekerrürden ibaret ve "deja vu"ler devam ediyor! öncelikle kim olduğumuz ile ilgili bir memnuniyet durumu olması gerekiyor galiba! Sonuçta yaşadığımız ilişki hayatımızda önemli bir yer tutabilir...hayat devam ediyor ve belki bencilce gelecek ama kendimiz yani"ben" daha önemli! Sorumlulukları tamamen unutun demiyorum mevcut ilişkiniz ya da aile düzeniniz içinde...ama kendinizi de harcamayın! Hayatta kalmak ve gelişmek için gerekli olan zaten bizde mevcut...ama tek konu hayatta kalmak değil; mutlu, duygularımıza karşılık bularak, paylaşarak yaşayabilmek... gelişebilir olmak durumu da "nereye kadar" sorusunu beraberinde getirerek pek tatmin edici görünmüyor!..Tencere yuvarlanır, kapağını bulur kimi zaman... Yine de unutmamak lazım; -yemek pişirirken- tencerenin her zaman kapağının olması gerekmiyor!

25 Aralık 2012 Salı

-tık-


Geçen gün, blog ile ilgili istatistiklere bakarken;  en çok "tıklanan" yazının "tik" olduğunu gördüm! Ezelden beri tikli bir milletiz...tikli olduğumuz gibi bir o  kadar da huylu...lakin bu kadar çok tıklanacağını düşünmemiştim bu yazının!
Tıklama, tıklanma olayı son bir kaç yıl içinde hayatımıza yoğun bir biçimde girdi...önceden bildiğimiz tıklatma kapı ve cam  içindi...bir de "tıknefes" yakıştırmasını  hatırlıyorum: nefesi çabuk kesilen, soluk soluğa kalan, nefes darlığı, solunum zorluğu çekenler için kullanılır... nefesi çabuk kesilenlerin yardımına teknoloji yetişti!
Günümüzde bilgisayarda ve cep telefonunda bol bol tıklıyoruz ...internet ortamında  gezinip siteleri tıklıyoruz...mouse'un sağ ya da sol "klick" sesi, bilgisayarın her yapılan işlemde çıkardığı ses ile bu tıklama işlemi vurgulanıyor..."tıklama" bir nevi "klick"lemek!..
Bir forumda sormuşlar: "arkadaşlar dosya açarken klick sesi nasıl kapanır?"!
Bazı siteler daha fazla ilgi görüyor ve daha fazla tıklanıyor...bu gibi siteler böylece reklam alarak gelir de sağlıyor...tıklama rekoru kıran fotoğraflar, haber ve klipler var...ama her şeyin sahtekarlığı olduğu gibi tıklamanın da sahtekarlığı yapılıyor! Hatta bu iş için programlar bile yazılmış!Bi tıkla gelsin, tıkla gelsin gibi sloganlar ile internet alışverişleri yapıyoruz...bi tıkla hemen üye oluyoruz, tıklayıp sohbet ediyoruz, burgerimiz, pizzamız eve geliyor, mağaza, market alışverişi yorulmadan bitiyor...ekabir ( devlet büyüğü, padişah gibi oturduğumuz yerden kıçımızı kaldırmadan önümüze gelsin isteriz ya!) bir millettik daha da ekabirleşiyoruz!

atık, yatık, katık...tıknaz, tıkabasa, tırtık...gibi önünde, içinde, arkasında -tık- bulunan sıfat ve kelimeler de dilimizde  tıkır tıkır işliyor!

duvardan, panodan, trafodan, vitrinden, minibüsten mesaj var!..



Bizim zamanımızdan "Qel macit" formülünü hatırlıyorum...okul panosundaki diğer formüllerin "konuşması" biraz daha zorlama geldi...ama yine de öğrencilerin aklında böyle kalıyorsa kabul edilebilir!..Diğer afişin motivasyonu ise bence çok başarılı!


                                                 
                                              Yerel yönetimle bi' kahve molası!..



                                                   "Ortaya karışık"! Bir de "Montalama"



  "Özlenen çocuk" dan kastedilen herhalde anaokulunun çocuğu  süt dökmüş kediye döndürmesi!..



                                            
                                      Zonguldak-Site minibüsünden özür ve açıklama...


                                                      Elektrik trafosunda anneye mesaj...






Çeyizlik ve kitsch!.. "mallarımız çok kaliteli ürünlerdir, görmenizi tavsiye ederiz"gibi bir sürü sarı kağıda yazılmış yazı!...

23 Aralık 2012 Pazar

Eski reklamlara devam-3-

Bu sabah bit pazarından 1935 yılının "Cumhuriyet Almanağı"(almanak:takvime  göre düzenlenmiş, özel bir alan veya alanlarda bilgiler içeren yıllık bir yayın)ile dönünce, içinden bir kaç reklam paylaşayım dedim sizlerle...Bir şey dikkatimi çekti: "Hasan Markası ile ne çok ürün üretilmiş..."Hasan Markasına Dikkat!" diyor reklamlarında...traş bıçağından kuvvet şurubuna, özlü unlardan  zeytinyağına, fare zehirinden sabuna!..














Ben kimim?..kimim ben? -2-


Herkes gibi benim de düşlerim var...güzel bir yaşanmışlığım ve anılar...Zaman hem iyi hem kötüyü beraberinde getiriyor ve götürüyor..."kötü"olaylar bazen bizimle kalmakta israrcı oluyor ve peşimizi bırakmıyor...istikrar; en çok istediğim! Kontrollü, sınırlarını benim çizeceğim bir rutin belki...peki ya macera!..artık macera istemiyor muyum?! yoksa yaşlandım mı?!Tüm cevapları bilseydim hiç bir şeyin anlamı kalmazdı bu hayatta...ve tabi bizi yaşama  bağlayan mücadele isteği de...
Eski fotoğraflara bakıp tekrar tekrar hatırlıyorum o günleri...ama daha yeni fotoğraflara da yer var albümde!


                                                     












İlk evliliğimin bitişi..."ok yaydan çıktı...ne olacaksa olsun!"

Doğa içinde; doğa ile bütünleştiğim günlerden....





                                                        












Askerliğin bitmesine az kalmıştı...sayılı gün geçti bitti...
ama çok şey aldı götürdü!


                                                

















İki evlilik arası "Bekarlık sultanlık" günleri...
Sarayburnu'ndan tuttuğumuz zarganaları ızgaraya atmadan, günü "vermut" ile kutluyoruz... 


                                                          

















Biraz daha eskiye gittim...İçten takma motorun ipine asılıp uzaklara gittiğim, teknede geceleri göğü, yıldızları yorgan yaptığım günler... 



                                                                  
















1985-86 yılları...Balık bolluğu, enerji, gençlik ve  o günlerde eksik olmayan bir de gülümse!

"Hopi"(barışçı kızılderili kabilesinden alıp-vermiştim ismini) 
3-4 yıl can yoldaşımdı...sokaktan geldi, sokağa döndü...



                                        











Zaman zaman kararsızlığa düştüm yolculuğumda...belirsizliklerde bile gülümsüyormuşum!
















Doğal Hayatı Koruma Derneği-Kuş Bölümüyle bir çok proje için Türkiye'yi gezdim diyebilirim! 
Aşağıdaki fotoğrafta, Hava Limanında, bavul içinde yurtdışına kaçırılmak istenen "saka"ları yaşam alanlarına geri salarken...







                 












Zaman zaman "silik" çıktım, bazen "net"siz, bazen de az "poz"landım fotoğraflarda...
zaman zaman isyan ettim; içimi döktüm İstanbul'a...


20 Aralık 2012 Perşembe

"bağ-cık"

Bu gün kafamı fazla meşgul etmemek; hatta dağıtmak üzere lüzumsuz konulara vermeliyim dedim kendimi! Ama "bağcık" gibi bir konu bile önemli bir yer tutuyor hayatımızda...iki gündür kışa geçiş şerefine botlarımı kutusundan çıkarıp giydim...fakat geçen zaman içinde unuttuğum bir şey vardı; bağcıklarının sürekli gevşeyip çözülmesi! Evet! silindirik bağcıkları oldum olası sevmemişimdir. Günde on defa çözülür durur...eğil-kalk, bağla...fark etmediysen de bas, takıl, düş!..ya da yürüdükçe sürüye sürüye, çamurlanıp ıslansın!  Tom Cruise'un oynadığı bir film vardı "Cocktail"miydi acaba?...Filmde bağcık sayesinde dolar milyoneri olma hayalleri vardı!..gerçekten her insanın bir çift ayağı ve birden fazla ayakkabısı olduğu düşünülecek olursa böylesine basit bir nesnenin hayatımızdaki vazgeçilmezliği net bir şekilde anlaşılır...
Hem ayakkabıyı gösterir, hem de ayakkabının ayaktan çıkmasını, ayağı sarmasını sağlar...19 bin dolara altından bağcık bile yapmışlar! Gümüş bağcıklar ise biraz daha ucuz: 3 bin dolarmış..Herkes çocukluğunda anne babasına bağlatır ayakkabısını...sonra fiyonk bağlama yöntemini iyi kötü öğrenir...ilerleyen zamanlarda da farklı bağlayabilir ve bazen de açamaz o kördüğümleri!..sağ ve sol ayaklardaki ayakkabılara farklı renk bağcık takanlar var bir de!..Farklı uzunluklarda bağcıklar olunca aradığını tam olarak bulabilmen için ölçmek gerekir!
Bağcıklı ayakkabı hayatı kaçırmanıza neden olur...o zaman bir kez bağladıktan sonra hızlı hızlı çekecek(kerata) ya da parmağınızı kaldıraç gibi kullanmaya başlarsınız çözüp bağlamadan!
Anlamına bakalım: bağlama işleminde kullanılan şerit biçiminde bağ..hatta otomatik bağcık ayarlayıcı bile yapmışlar! Filmlerden gördüğümüz bir şey daha var: mahkum olanlar hapse girerken ayakkabı bağcıklarını alırlar! Bu davranış, bağcığı bir silah olarak başkalarına karşı kullanmasın ve kendini asmasın diyedir!




BİR ANEKDOT:Sünger Bob evinde oturmuş televizyon izlerken birden kapı çalar. Gelen Patrick’tir ve yeni  ayakkabı almış fakat ayakkabı bağcığı bağlamayı bilmediği için giyememiştir...sünger Bob'tan yardım ister. Sünger Bob nasıl ayakkabı bağlanacağını göstermek için kendi ayakkabısının bağını çözer. Fakat bir daha bağlayamaz çünkü ayakkabı bağcığı doğduğundan beri bağlıdır!!!!!











Bağcık,sadece ayakkabılarda değil; kahramanların pelerinlerinde, iç çamaşırlarda, mayo-bikinilerin kenarında-köşesinde , şapkalarda, patiklerde, eşoftmanların belinde..!