30 Kasım 2012 Cuma

gitmek...gelmek

Git gidebilirsen! imkansız durumlar vardır, iki arada bir derede ...kararsız durumlar.
gitmek mi zor kalmak mı zor, o sabahı gel bana sor...kimdi giden kimdi kalan, giden mi suçludur her zaman....aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık...elin kolun bağlanır, çünkü senin gitmeni engelleyen, seni bağlayan bir şeyler vardır...sevgili, aile, iş, güç, bir dost belki...gidip de dönememek diğer ucunda bilinmezlik belki...
istersin ama gidemezsin bazen; durumun, paran pulun yoktur...ya bir yanın gitmek isterken diğer yanın kalmak isterse!..


Evden işe, işten eve gidip geliriz her gün aynı koşuşturma içinde; sanki iki ayna arasında oluşan sonsuz görüntü içinde derinlere doğru kaybolur gideriz...gittiğimiz yolda , geçtiğimiz yerde iz bırakırız...ama şehrin dokusunda kaybolur giderler kısa bir süre sonra görünmez olurlar yenilerinin arasında...

sevdiğimiz yerlere, gezmeye, sinemaya, alışverişe, tatile, balık tutmaya,bir dost ziyaretine falan gitmeyi arzularız...zamansızlığın parasızlığın gözü kör olsun! 
battı balık yan gider diye bodoslama daldığım çok oldu olayların içine...her gidiş ve dönüş bir maceradır bile bile...gider gelirim gel-git bölgesinde bir yengeç gibi...
...hoşa gitmek, boşa gitmek, dile gelmek,ele gelmek, dize gelmek, yola gelmek, aşka gelmek, işi bilip işe gitmemek...
sevdiğimiz için koşa koşa gideriz, istemediğimiz bir şeye ayakları sürüye sürüye...bir arkadaş arar; "neredesin, ne yapıyorsun?..hadi atla gel, takılırız biraz"der mesela bir şeylere biner(at, eşek vb. vasıtalara) gideriz!...


üstüne üstüne gelir bazen duvarlar, olayların üstüne üstüne gidersin, aklın başından gider-gelir, bazı sözler davranışlar ağrına gider, yangına körükle gidersin..."sakın geç kalma erken gel" der bir şarkıda sevgili...
vaktinde, zamanında ya da erken gidersin, tahmininden önce gelirsin(erken boşalma anlamında da kullanılır!)...gönderdiğin mesaj, mektup gitmez bazen; yerine ulaşmaz...sabırsızca ve uykusuz günlerce ne çok beklemiştim sevgilimden gelecek mektubu! Artık ne mektuplar ne de heyecanlar ve bekleyişler kaldı...
gelen gideni aratır, davulun sesi uzaktan hoş gelir, aklına gelen başına gelir...(tüm bunlar da yaşanan olaylar ve sonuçlar üzerine söylenmiştir)
En zor konuda  giderlerini gelirine göre dengelemektir...göz göre göre kabullenirsin bazı şeyleri, yüz yüze gelirsin sorunlarla...
gitmek mümkün mü artık gitmek, onca yollardan sonra yeniden yollara düşmek!? 
Başka türlü bir şey benim istediğim
ne ağaca benzer, ne de buluta...burası gibi değil gideceğim memleket denizi ayrı deniz, havası ayrı hava..Can Yücel'de söyleyeceğini söylemiş bu gitme isteği tespitini yapıp da üzerine; Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...

Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey...
Her şeyi, herkesi bırakıp gitme isteği...

Gitmek için mecburiyet, istek ve en önemlisi gideceğin bir yer olması gerekir...dönüp geleceğin yer kürkçü dükkanı da olabilir...burası Muş'tur yolu yokuştur giden gelmiyor acep nedendir...gele gele geldik bir kara taşa, yazılanlar gelir sağ olan başa, bir hasret koyar kavim kardaşa, bir ayrılık bir yoksulluk, bir ölüm...şarkılar, türküler şiirler derken yazı uzar gider! Müsadenizle ben gideyim!.. 

28 Kasım 2012 Çarşamba

Çiki-ta...çikinin ta kendisi!

























Köpeğin adı Çikita , dişi bir İngiliz Buldog'u...Geçen kış, bir gece Çağlayan'da bulmuş Volkan arkadaşım...sefil bir vaziyetteydi hatırlıyorum; ben de ertesi sabah tanıştım kendisiyle...sokaklarda uzun süre kalmış...egzaması yüzünden mi atıldı, yoksa sokaklarda mı oldu bilemiyorum...veteriner, ilaçlar, iğneler, banyolar derken kısa sürede kendini toparladı ve mahallenin maskotu oldu...iki ay kadar önce birden sokakta tasmasız olduğu bir anda kayboldu...aradılar, taradılar ve Kumkapı'da buldular...tinercilerin kötü emellerine alet olmuştu...yeniden döndü hayata ve aramıza...ama biz bu yaşananları düşündükçe hala kendimize dönemiyoruz...
Bu sakin, sessiz, dünyalar güzeli hayvana yaptıkları eziyetlerden insanlık utansın!
Bu arada uygun bir eş aradığımızı da söyleyelim; belli mi olur belki bir kısmeti çıkar! Bir de isim seçimi var...doğru isim midir, isim koyulana yakışır mı, ne anlama gelir pek düşünülmez! Bunu da vurgulamak istedim; tıpkı Uludağ limona-ta, nara-ta, mandalina-ta da oduğu gibi...ta...ta..tataaaaa!

27 Kasım 2012 Salı

yersiz öfke


İnsan öfkelenince göz bebekleri büyür ( göz bebeklerinin büyümesi ayrıca suçluluk duygusunu da gösterir), burun delikleri genişler hızlı hızlı , derin derin solumaktan...kaşlar çatılır, dudaklar sıkılır...kaslar gerilir...velhasıl değişir tüm çehresi...işte afişin iyi yapıştırılmamış olması, hafif rüzgar ile kıvrılan kağıt, fotoğrafı bu hale getirmiş de ondan böyle görünüyor zannedebilirsiniz!..ama bu yüz ifadesi ve bakışlar genelde böyle...içi dolu yersiz öfke...haaa!..bir de gülüşü var ki alaycı mı alaycı ve sahte...içten bir gülümseme olmadıktan sonra hiç gülümsemesin bence!

yasak!


Geçenlerde bir hastahanenin arka bahçesinde viziteye 1 saat kadar geç kalmış doktoru beklerken bir sigara içeyim dedim...ortalıkta içmektense sırtımı bir duvara vereyim dedim...o duvarı buldum! Fazla söze gerek yok! Önce biraz ikilemde kalsam da sonra  saatime baktım 10:05; tamam dedim...sorun yok, çizelgeye uyduktan sonra!..bir sigara yaktım...

5-süt kabı

Mezarlık yolunun girişinde durdu spor araba...önce kadın indi şöför koltuğundan, sonra yanından küçük bir kız çocuğu...mezarın önüne vardıklarında ayakkabıları çamur içinde kalmıştı her ikisininde...kadın mezar taşının üzerini okudu mırıldanarak...dua etmek için kızın elini bıraktı sımsıkı tuttuğu...işlerini düzene koyup onca yoldan anca gelebilmişlerdi!..biraz geç kaldığının bilincinde ve ezikliği içindeydi..."ama mezarlıktan çıkınca bu duygu geçer" dedi kendi kendine..."o"nu en son üç yıl önce İstanbul'a yılbaşı için geldiklerinde görmüştü galiba!.."o" kedileriyle uğraşmaktan pek ilgilenmemişti kendisiyle...belkide kasıtlı olarak yapmıştı bunu kim bilir?!...yok yok canım! varsa yoksa kedileri!...hem zaten kedilerin kabına süt koyarken düşüp, kafasını vurup ölmemiş miydi?!...duasını bitirdi kızına sarıldı...sonra kızına elindeki çiçekleri mezarın baş tarafına koymasını söyledi...kız yavaşça elindeki çiçek buketini toprağa bıraktı...küçük kız, topraktan dışarı doğru çıkmış bir kemiğin ucunu fark etti; uzanıp aldı...kadın birden kızının elindeki kemiği gördü ve çığlık attı..."ıııyyyğğ!...bırak onu...at elinden çabuk!" kız kemiği düşünmeden olabildiğince uzağa fırlattı. Kemik havada döne döne gidip bir başka mezar taşının üstüne çarptı...mezarlığın mutlak sessizliği içinde kemiğin tok sesi yankılandı...ister istemez o yöne baktı her ikisi de...kemiğin önüne düştüğü mezarın taşını okudular...daha hızlı okuyan kadın irkildi! Anneannesinin adı yazıyordu taşın üzerinde...tarihlere baktı emin olamadı..."yanlış mezara mı geldik"dedi...iki mezarın taşlarında yazanları karşılaştırdı...birinde ölüm tarihi farklı yazıyordu...emin olamadı...isim benzerliği ona bir oyun oynuyordu herhalde...
Anneannesi evvelki yıl mı ölmüştü, geçe yıl mı? Bir süre tereddütte kaldıktan sonra bir karar verdi...diğer mezarın önüne gidip orada da dua etti...sonra çiçek buketini iki küçük demete dönüştürdü...kızı çiçekleri iki mezarın da baş taraflarına yavaşça koydu...mezarlığın yolundan dönerlerken, kadın geriye doğru baktı; anneannesi kalça çıkığı yüzünden ağır aksak yürüyordu...temkinli bir biçimde süt kabına sütü boşalttı...kediler koşa koşa  kabın başına toplandılar...anneannesi onlara doğru bakıp gülümsedi...diğer yaşlı kadın da elindeki çiçekleri salladı...

26 Kasım 2012 Pazartesi

4-...tenekede midyeler


Çocuk ağacın dallarını salladı...aşağıda gerili çarşafın üstüne "pıt...pıt!" düştü olgun dutlar...ağacın gölgesinde oturup yediler göbekleri şişene, karınları ağrıyana kadar...bir ay geçmeden incirler de olmuştu; en olgunlarını seçtiler...özenle sepete dizdiler...4 sepet dolusu incir...Surların dışında akşam olmadan üç sepeti satmışlar kalanları aralarında paylaştırmışlardı...20 yıl sonra buluştukları birahanede sohbet o günlere vardı...o günlere yeniden döndüler...bira bardakları bir boşaldı, bir doldu saat geç olmuştu...hadi dediler yıllar sonra mahalleye...Bostanın önünden geçerlerken bostanı göremediler! Halı saha vardı önlerinde; halı sahada bir gece maçı....Aysel Teyzenin bahçesinin önünden geçtiler...bahçeyi göremediler...oto yıkama ve garajın  tabelasının önünden geçtiler...içeriden su sesi geliyordu...bahçedeki kuyudan yankılanıyor sandılar...ama bahçe yoktu, kuyu da...top oynadıkları boş arsanın önünden geçtiler; çocukluğun dizkapaklarındaki kabukları yola kanata...ama  koca bir site dikilmişti karşılarına...güvenlik görevlisi ipsiz sapsız serseri zannetti onları...köpeğin zincirini saldı!..yürüdüler...yürüdüler...tren yolunun altındaki geçite kadar...oradan Narlıkapı'dan denize girdikleri sahile kadar...deniz doldurulmuş, park olmuştu...eskiden en uzağa kim yüzecek diye yarışıp,  sonra da o "uzak"dedikleri, dalıp midye çıkartıkları yerin üzerinde duruyorlardı şimdi...tam o noktada yanlarında koca bir çöp konteynır'ı, içinde sahil yolunun öte tarafını bilmeyen bir kaç kedi...elbiselerini çıkarıp; sadece donla kaldılar...ayaza falan aldırmadan suya atlayıp yüzdüler...karanlıkta içlerinden biri kayboldu...sağa sola kulaç atıp seslendiler...az sonra sakin denizin bir yerinden bir fokurtu ile yükseldi kaybolan....derin bir nefesin ardından elindeki koca midyeleri havaya kaldırdı...gülümsediler birbirlerine...sahilde parkın içinde bir ateş yanıyordu...tenekenin üzerinde midyeler sularını salıp açılırken  "koca çocuklar" kurumaya çalışıyordu...geçmişteki gibi tıpkı..!

3-..."je veux..."-istiyorum!

Bu oyunu çocukken çok oynardı...hiç sıkılmadan tekrar, tekrar oynardı...aslında oyun dediği bir çeşit sihirdi! Mabel-Zambo sakızlarının üzerindeki çikolata renkli-zenci kadına  gözünü kırpmadan bakar, sonra duvarın önünde o resimdeki kadının siluetini koybolana kadar seyrederdi...Kadının Afrikalı ve zenci olması görüntünün kalıcılığını arttırıyordu! Yine öyle yaptı; metronun vagonunda, karşı sırada oturan siyahlar giymiş kıza gözünü kırpmadan uzun uzun baktı..."belki gitmez...inse de bir istasyonda; bir süre daha kalır benimle...en azından görüntüsü!.."diye düşündü adam.
Genç kız I Phone kulaklığının düğümünü çözmeyi başarmış ve müzik dinlemeye başlamıştı ki yanındaki yer boşaldı...adam bir anda kendisini genç kızın yanında buldu. Zaz'ın "Je veux"(istiyorum) parçası kulaklıklardan dışarı taşıyor adamın "ne istediğini" düşünmesi güçleşiyordu....birden kızın tırnakları üzerindeki yeşil küçük beneklere takıldı gözleri...renkli çiçeklerin üzerine konmuş küçük kanatlı küçük yeşil böceklerdi yerin onlarca metre altında, metronun içinde bir vagonda...gülümsedi bu benzetmesinden dolayı kendine! Bu gün yolculuk daha eğlenceliydi diğer günlerden farklı...

...kızın telefonunda birden bir fotoğraf belirdi...bir mesaj mı gelmişti yoksa bir arama mı?..anlamak için daha da dikkatli baktı telefona...kız tepki vermedi...adam tepki verdi; fotoğraf tıpkı çocukluğunda oynadığı o sihir oyunundaki kadının resmine benziyordu! Adam için bu kadarı fazlaydı!...ve bu oyunu bir daha oynamamaya karar verdi...ama zaten telefondaki fotoğraf da telefon da yoktu...olmayan telefonun sahibi kız yoktu...küçük yeşil frenç böcekler ve kondukları çiçekler de yoktu...Zaz'ın "Je veux"sü duyuluyordu sadece...


Je veux de l'amour, de la joie, de la bonne humeur
Ce n'est pas votre argent qui fera mon bonheur
Moi je veux crever la main sur le coeur
Allons ensemble, découvrir ma liberté
Oubliez donc tous vos clichés
Bienvenue dans ma réalité
Aşk isterim, eğlence, iyi huy
Beni mutlu edecek olan paran değildir
Ölürken kalbimde bir el olsun istiyorum
Haydi birleşelim, özgürlüğümü keşfedelim
Tüm önyargını unut
Buyur benim gerçekliğime...
...sonra adamın ineceği istasyonun anonsu duyuldu her günkü gibi...adam döndü kendi gerçekliğine...her günkü gibi! 

25 Kasım 2012 Pazar

2-"Dilini yutmuş adam" ve "öpücük"!

Küçük dilini yutmuştu adam...büyük dilini de...öyle suspus işte! Söyleyecek bir sözü yoktu sandım önce...sonra belki de korkudan yutmuştur; korku geçer ise konuşur sandım...yok! Öyle suspus işte! kendi içinden konuşuyordur dedim umarım; dile gerek yok hem de!..telepatiyle anlaşırız dedim...sordum telepatik yolla, gönderdim düşüncelerimi...cevap yok...adam suspus kendi içinde de!..düşüncelerinde de...yüzü yok! Ağzı ve dudakları da...ses yok, söz yok, kelime olmayınca cümle de...zaten adam da yok...sadece her günkü koşuşturmalar ve  gürültüler her yerde!




Kadın dudaklarını kıpırdattı...sonra mırıldanmaya başladı şarkıyı...şarkıyı daha önce duymamıştım...şimdi de duyamıyordum...şarkı yoktu...mırıldanma da! Güzel bir kadındı...dudakları da güzel ama hiç bir ses yoktu arasında! Güzel; olsun varsın...dırdır da olmaz!...ama dedim güzel sözler de olmaz ki o zaman!..kadın güzeldi ama sessiz! Dudaklar güzeldi ona yakışan; ama sessiz! Sonra bir öpücük gönderdi...sessiz ama tehditkar! Havada yakaladım öpücüğü ama kadınsız! Dudak yoktu aslında...tabi dudakların sahibi kadın da! Dudaklar yoktu ama öpücük vardı...hem de her zamanki gibi tehditkar!

24 Kasım 2012 Cumartesi

1-siyah rugan ayakkabılar



Eski günlerde otelin girişindeki makinede parlattığı gibi parlattı ayakkabılarını...metronun yürüyen merdivenlerinden inerken kenardaki fırçaya sürterek...aslında o sürtmüyordu...aşağı inerken açısını değiştirdiği ayağı ve ayakkabıları sırasıyla  boydan boya fırçalanıyordu...pırıl pırıl olmuşlardı eski günlerdeki gibi...bir beyefendi kılık kıyafetine azami özeni göstermeliydi...öyle değil mi kuzum! Peronda metroyu beklerken sarı çizgiye bastı ayakları...yüzünü göremedim...görebildiğim sadece siyah, parlak, rugan ayakkabılar...sanki hiç giyilmemişler gibi...sonra yüzünü döndü olduğum tarafa...yüzü yoktu!...gövdesi...kolları, bacakları, ayakları...ayakkabıları da yoktu!..Çünkü adam yoktu...oysa sarı çizgi, metro, metronun yürüyen merdivenleri ve yüzlerce adım yerli yerindeydi...her günkü gibi! 

AKM'de son durum...




Geçen hafta, Fındıkzade semtindeki bu afişleri görüp fotoğraflarken  uzun zamandır gidemediğim AKMyi ve geçmişte olabildiğince takip ettiğim; sergi ve konser, tiyatro ve opera etkinliklerini hatırladım...ne güzel günlerdi!.. bir ihtimal  restorasyon çalışmaları 2013 -29 Ekim tarihinde bitebilirmiş!


MODERNİN İCRASI:
ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ,
1946-1977

21 EYLÜL 2012 – 06 OCAK 2013



Küratörler: Pelin Derviş ve Gökhan Karakuş
Atatürk Kültür Merkezi (AKM), mimarlar, kamu, idari gruplar ve kültürel oluşumların modern kültürün gidişatını denetlemek üzere birbiriyle yarıştığı günümüzde, süregelen tartışmaları alevlendiren kritik bir konuma sahip. Bu önemli mirası ideolojik doğrultularda biçimlendirmeye çalışan farklı taraflar, AKM’nin mimarisi, kentselliği ve programlarını kendi vizyonlarına göre yönetmeyi deniyor. Bu durum, ülkedeki kültür işleyişini merkeze alan ve kurumun geçmişteki farklı rollerine bağlanan bir dizi soruyu beraberinde getirmekte. Modernin İcrası: ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ, 1946-1977 sergisi, öncelikli olarak bu tarihsel geçmişe bakmayı amaçlıyor.

Türkiye’nin modern kültüründeki mihenk taşlarından olan AKM, Lütfi Kırdar’ın İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı olduğu 1946 yılında, bir opera binası olarak projelendirildi. Bina, birçok mimari müellifin çeşitli tasarımlar yaptığı uzun ve zorlu bir sürecin sonunda, 1969 yılında mimar Hayati Tabanlıoğlu tarafından tamamlandı ve “İstanbul Kültür Sarayı” adıyla faaliyete başladı. Ancak ertesi yıl çıkan ağır bir yangın nedeniyle yedi yıllık bir inşa dönemine girerek 1977 yılında “Atatürk Kültür Merkezi” adıyla yeniden kullanıma açıldı. 20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca AKM’nin planlama, yapım ve işleyişinde meydana gelen bu iniş çıkışlar, modern devlet ve toplum kurumları oluşturmaya çalışan Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşme çabalarının arka planındaki dinamiklere işaret eder.

Hayati Tabanlıoğlu önderliğindeki mimar ve tasarımcılar, AKM için geliştirdikleri planlarda güçlü bir modernizm öngörmekteydi. Alman ekolünden gelen Tabanlıoğlu’nun opera ve tiyatro binalarına dair ileri düzeydeki bilgisinin yanı sıra, mimar Aydın Boysan, mühendis Willi Ehle, aydınlatma tasarımcısı Johannes Dinnebier ile seramik sanatçıları Sadi ve Belma Diren’in teknik ve tasarım becerileri dikkat çekiciydi. Oluşumunda İstanbul’daki belediyecilik ve kentsel yapıdan öte Ankara’daki merkezî hükümetin politikalarının etkili olduğu AKM, Türkiye’de daha önce var olmamış bir ölçekte üretildi. 

Ülkenin en büyük kentinin merkezinde modern kültürü temsil eden kurum, gerek mimarisi ve kentsel tasarımı gerekse iç mekânları ve opera, tiyatro gibi özel işlevleriyle Türkiye’deki kültür üretimini sergileme görevini üstlendi. İkinci Dünya Savaşı sonrası Türkiye’sinin belirgin siyasi atmosferinde, bina ve işleyişi kadar modernliğin kapsamı ve etkinliklerin içeriği de önem kazanmaya başladı. Avustralya’daki Sydney Opera House, ABD’deki Metropolitan Opera House ve Almanya’daki kimi tiyatrolar gibi aynı dönemde dünyanın başka yerlerinde kurulan kültür kurumlarına paralel şekilde AKM, ülkede önemi giderek artmakta olan sanatın kamuya açılması çabasının güçlü bir temsili oldu.

Kalebodur’un desteğiyle gerçekleştirilen Modernin İcrası: ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ, 1946-1977 sergisi, AKM’nin mimarisi ve yapımına dair bir kavrayış sunabilmek üzere belirli kilit arşiv malzemelerine odaklanıyor. Mimari, toplum ve yapılı çevre arasındaki ilişkileri inceleyen sergi, Türkiye, bölge ve dünyadaki daha geniş temalara ışık tutan bir zaman çizelgesi çerçevesinde AKM özelindeki aktörler ile tasarımlarını ortaya çıkarıyor. Bu proje için özel olarak üretilen AKM maketi, binanın mimarisini -izleyicinin erişemediği yapılanmayı- okumayı sağlıyor. Tabanlıoğlu Mimarlık’ın katkısıyla SALT Araştırma bünyesine dâhil edilen Hayati Tabanlıoğlu mimarlık arşivi de, serginin başlangıcından itibaren araştırmacı ve ilgililerin erişimine açık olacak.    www.saltonline.org

22 Kasım 2012 Perşembe

Elmaların yongası...armudun sapını gümüşlerim...şeftalisi bala benziyor


Hava ışığını, ruhunu yitirince içimiz biraz açılsın, gözümüz, gönlümüz şenlensin dedim...Çanakkale'de yazın sonuna doğru çektiğim bu güzellikleri gözünüzle yi(ğ)in bitirin gari!
Hem güneşin o ılık ışığında ilikleriniz ısınsın, hem de türkülerle kanınız kaynasın! 
Türküler, şarkılar daha önce sebzelerle ilgili örneklerini verdiğim gibi meyveleri de konu alır...



Ben Armudu Dişlerim Yalelel Yalelel,
Sapını Gümüşlerim Yalelellim.
Sevdiğimin İsmini Yalelel Yalelel,
Mendilime İslerim Yalelellim.
Amanın Aman Aman,
Zamanın Zaman Zaman,
Bizim Düğün Ne Zaman Yalelellim....




Entarisi ala benziyor
Şeftalisi bala benziyor
Benim yarim bana benziyor
Olamaz ne çare o nişanlıdır
Kaytan bıyıklı delikanlıdır

Şekerli misin vay vay
Kaymaklı mısın vay vay
Sen de benim gibi
Sevdalı mısın vay vay

Entarisi biçim biçim
Ölüyorum senin için
Bekletme gel başın için
Olamaz ne çare o nişanlıdır
Kaytan bıyıklı delikanlıdır

Şekerli misin vay vay
Kaymaklı mısın vay vay
Sen de benim gibi
Sevdalı mısın vay vay...

Elmaların yongası
(Aslanım aman aman aman ey)
Haydi sağ cebinde aynası
(Aman aman aman)
Aman sağ cebinde aynası
(Vay vay)

İki duvar arası
(Aslanım aman aman aman ey)
Haydi hovardalar yaylası
(Aman aman aman)
Aman hovardalar yaylası
(Vay vay)

Hop tara leyli leyli ellerine
Sarılaydım o incecik bellerine
(Vay vay)

Elmaların incesi
(Aslanım aman aman aman ey)
Haydi dibindedir goncası
(Aman aman aman)
Aman dibidedir goncası
(Vay vay)

Diz dize otururken
(Aslanım aman aman aman ey)
Haydi çıka geldi amcası
(Aman aman aman aman)
Aman çıka geldi amcası
(Vay vay)

Hop tara leyli leyli ellerine
Sarılaydım o incecik bellerine
(Vay vay)




21 Kasım 2012 Çarşamba

Boş kapan


















çevrim içi sancıları
zamanın izdüşümlerinde kalmıştı
pergelin...
sivri ucu benden uzak olsun da...
vakitsiz öten horozlar oldu hep
sabah çabuk olsun diye
ben de aldandım...
reis dedim, resul dedim
hep inanmak istedim...
bir karıncayı incittim diye
hala üç gün düşünüyorum...
temel sorunu kavradım sonunda
"var olmakmış"!
painir (pioneer)de yok
peynir de
ama kapan yerli yerinde

19 Kasım 2012 Pazartesi

Tavus Kuşu ve Simurg


Yunan Mitolojisinde Kronos ile Rheia' nın
kızı, baş tanrı Zeus'un karısı ve kız kardeşi olan tanrıça  Hera kendi simgesi haline gelmiş "Tavus kuşu"nu  yanından hiç ayırmazmış...
Efsaneye göre Hermes'in öldürdüğü Argos çok gözlü(bir anlatıya göre yüz gözlü, bir başkasına göre;iki önde, iki arkada toplam dört gözlü)bir devmiş...
Üstün bir gücü olan bu dev Arkadya bölgesini yabani bir boğadan kurtarmış. Tartaros'la Gaia'dan doğma Ekhidna canavarını öldürmüş. Sonra da Zeus'un inek biçimine soktuğu sevgilisi Io'nun başına Hera tarafından bekçi olarak dikilmiş. Argos gündüz gece Io'yu gözler dururmuş. Uyurken bile gözlerinin bir kısmı hep açık kalır, gözler dururmuş. Zeus, Hermes'e Io'yu kurtarmayı buyurmuş ve Hermes de Argos'u öldürmeyi başarmış. Buna üzülen Hera çok sevdiği tavus kuşunun kuyruğuna Argos'un gözlerini yerleştirmiş.

"Yezidi" kelimesi bu dinin tanrısı olan "Azda"  kelimesinden türetilmiş...
Kürt dilinde "Allah" ismini karşılayan iki kelime mevcutur bunlar: "Xweda" ve "Ezda"...


"Ezda" beni yaratan, veren ve var eden anlamlarına gelmekte..."Xweda" ise kendiliğinden var olan anlamında...Yezidilik, Zerdüştlük ilkeleri üzerine kurulmuş olup, evrenin ve insanların  "Azda" adında bir tanrının görevlendirmiş olduğu  "Melek Tavus" tarafından yaratıldığına inanır.


"Yezidilik"te tanrı dünyanın sadece yaratıcısıdır, ancak sürdürücüsü değildir. Tanrısal iradenin vücut bulması için "Düşmüş melek" bir nevi aracılık rolü üstlenmiştir. Düşmüş melek olan "Melek Tavus" olarak adlandırılır ve bir tavus kuşu ile simgelenir. Tanrı özünde iyilikle dolu olduğundan ibadet edip onun gönlünü kazanmak gerekmez. Aksine ibadetin ona değil içi kötülüklerle dolu olana, Tavus'a yapılması ile kötülüğün en büyük kaynağından korunulur. Bu anlamda iyilik ve kötülüğün kaynağı aslında Melek Tavus'tur... 


...Başlangıçta hiçbirşey yoktu, Tanrı’nın emriyle bir ağaç yükseldi. Ebedi Ağaç, 90.000 yıl karanlıklar arasında uçan Melek Tavus bu ağaca kondu.Tanrı’ nın emirlerini bekledi...


Yönetmen Derviş Zaim'in 1996 yapımı Tabutta Röveşata" filminde karşımıza çıkan Tavus kuşu  acaba böyle bir gönderme yapma amaçlı  kullanılmış mı  diye düşündüm ama yıllar sonra filmi yeniden izlemem gerekiyor...bu arada Sunay Akın'ın bir tespiti de mantıklı sayılabilir. Filmin çekilmesinden önce yazılmış, Akgün Akova'nın  "Sansürttürme şair Abüüü" adlı şiirinde tavus kuşlarını midesine indiren adam da bir otomobil hırsızıdır! 
"Bu dizelerden etkilenmiş olabilir" diyor ve ekliyor Sunay Akın: "Derviş Zaim'e sorarsanız, Gülhane Parkı'ndaki tavus kuşlarına göz koyan bir adamı anlatan bir gazete haberinden etkilendiğini söyleyecektir". 




İki tavuskuşunun katlin ferman yazıp aç midemle
Gülhane Parkı'nda pişirip yediğimden
Fişlediler karakol karakol

Simurg( Ateş kuşu,Zümrüdü Anka), Phoenix, Pers Mitolojisi kaynaklı  efsanevi bir kuştur. Zamanla diğer Doğu mitoloji ve efsanelerinde de yer edinmiştir diğer bir adı da Sênmurw (Pehlevi)dir...Şah Rıza Pehlevi'de olduğu gibi...Mistik kuş Simurg, Fars Sanatında kuş şeklinde, kanatlı dev bir yaratık olarak resmedilmiştir. Zaman zaman köpek başına ve arslan pençelerine sahip bir tavus kuşu olarak da resmedilmiştir.

Bir antik İran tanımına göre; Simurg'un kendisini alevlerle kaplayana kadar 1700 yıl yaşar, daha sonraki diğer tanım ve kayıtlarda ise onun ölümsüz olduğu ve Bilgi Ağacı'nda bir yuvası olduğundan bahsedilmiş...İran efsanesine göre, bu kuş o kadar yaşlıdır ki dünyanın yıkılışına üç kez tanık olmuştur. Tüm bu zaman boyunca, Simurg o kadar çok öğrenmiştir ki tüm zamanların bilgisine sahip olmuştur. Simurg uçuşa kalktığında, bilgi ağacının yaprakları titrer her bitkinin tohumlarının dökülmesine neden olurdu. Bu tohumlar dünyanın her yanına dağılır gelmiş geçmiş her bitki çeşidinin kök almasını sağlar ve böylece de (bu bitkiler yoluyla) insanoğlunun tüm hastalıklarını tedavi ederlermiş...Onun iyilik sever bir doğası olduğu ve kanatlarının bir dokunuşunun her türlü hastalık veya yarayı tedavi edeceğine inanılırmış. Batı’da(phoenix) Feniks, İran geleneğinde Simurg, Orta doğu geleneğinde Anka kuşu, Türk geleneğinde Kerkes adını alan bu efsanevi kuşların ortak bir özelliği ölümsüzlüktür. Ayrıca bu kuşlarla ile ilgili anlatımlarda genellikle bir "yanma" motifi bulunur. 

Ateş kuşu örneğin, Kerkes, Herodot ve Plütark’ın değindiği Feniks’te de görüldüğü gibi, öleceği zaman, bir tür ateş olup kendi kendini yakan ve küllerinden yeniden doğan bir kuştur. Anka ya da Zümrüd-ü Anka Orta doğu geleneğine göre, Kaf Dağı’nda yaşar. Bu efsanevi kuş sembolizmlerinde simgelenen başlıca anlamlar, spiritüel aydınlanma ve reenkarnasyon olarak açıklanır. Feniks sembolizminde kuşun yanması cehenneme iniş deneyimini, yeniden doğması ise arınılarak saf şuur halinin elde edilişini simgelemektedir.
Anka Kuşu,ölümünün yaklaştığını hissetmeye başladığı an kendisine kuru dallardan bir yuva inşa etmeye başlar ve bunu ne olduğu bilinmeyen bir zamkla sıvarmış.Daha sonra yuvanın içinde ölümünü bekler ve şu şekilde bekler; güneş ışınlarının kuru dalları yakarak yuva içinde ölmeyi.Yanarak ölür ve efsaneye göre küllerinden doğar yavru bir Anka Kuşu olarak bu yüzden Hristiyanlık dahil birçok dinde yeniden varoluş,diriliş sembolü olarak benimsenmiştir. 
MayaAztek ve İnka gibi bir çok kültürde Marduk ve Venüs’ün çarpışması anlatılmış...Marduk, 3661 yılda bir Güneş çevresindeki yörüngesini tamamlayan bir gezegen(Nasa bir gaz bulutu olduğunu açıklasa da)...Anka kuşu, Phoenix ve Simurg kuşu  da çeşitli uygarlıklarda Venüs gezegeninin Marduk ile çarpışması sonucu başına gelenleri anlatıyor... Mayalar da bu gezegenin yörüngesine uygun olarak dünya çağlarını gösteren Maya Takvimini oluşturmuşlar ve bir ay,2 gün sonra takvim bitiyor!..Benzer bir takvim sistemi Sümerler’de de mevcutmuş!..bir de o takvime bakmak lazım!


15 Kasım 2012 Perşembe

"Dip"

























dizinin dibinden kopalı çok oldu anne
yolda  amacımı  kaybedeli çok...
geri dönmek için
dualar, ağaçlara çaputlar, adaklar nafile
dibi buldum çoktan
anne!
neden şiirler
neden şarkılar...
neden herkes
"anne"nin şevkatli kucağını arar...
sıklaşınca soluk alıp vermeler
hatırladıkça huzur yerine
düztaban yalnızlıkları
kendi içindeki denizlerde
boğulacaksın...
ne acıdır ki bile bile
uzanıp soğuk zemine
kalabalıklar içinde
yalnız kalacaksın...
doğumdan ölüme
bir karanlıktan
diğerine...


Fotoğraf: Turkuazoo-2012

alt geçitte bir fil ölmüş!




















...
alt geçitte bir fil ölmüş dediler
inanmadım
filler ölülerini
ölümlerini gizlerler...
fil mezarlığına gider
sürüden o yaşlı yorgun adımlarını alıp
kimsenin bilmediği
bir vadide
kimsenin bilmediği
bir mezara
dedim...
aynı vadide
sonsuz bir hüzünle
yüzlercesi yan yana
yatarmış ya dedim...
inanmak istemedim!
alt geçitte bir fil ölmüş
yok yok
öldürülmüş
dişleri için
düşleri için
besbelli!..

Fotoğraf: Yedikule - Narlıkapı tren yolu alt geçidi

14 Kasım 2012 Çarşamba

"otomatik portakal"-orada kal!

Eskiden milyonları ekran başına çivileyen Tv dizileri hayatımızın içine bir yaşam biçimi olarak nüfus eder, iş sahipleri dizi adlarını dükkanlarına verirdi... bu bir moda haline gelmişti ve karakterlerle özleştirme Küçük Ev, Bonanza, Dallas gibi dizilerle başlamıştı...








 Lokantanın adını "Küçük Ev-Ev yemekleri" koyanlar mı istersiniz, kuaförün adını "Mavi Ay" koyanlar mı....Kasap "Bonanza" oldu, simitçi simit arabasının camına "Dallas "simitçisi yazdı, "Ceyar bile simitleri benden alıyor "diye caka sattı!...
yıllar aktı gitti kimileri etkisinde kaldığı ve yaptığı iş ile bağdaştırdığı dizi ve sinema filmlerinin isimlerini eskisi kadar olmasa da dükkanlarına vermeye devam etti...
Dün Koca Mustafa Paşa'ya gider iken, Esekapı'da bir kuaför gördüm "Scissorhands"-KUAFÖR....Makas eller... 
Evet dedim işte budur...bazılarına özenti gelebilir ama net bir biçimde yaptığı iş ile ilgili iyi bir seçim..."muhit" yapılan iş ve verilen ad ile çok ilgili...şimdi sıra bende, aslında sıramı Bebek semtinde 2001 yılında açtığım, "DEM" adını  verdiğim  ve Ekolojik-Doğal ürünler satıp, yemekler ürettiğim dükkan ile savmıştım...


Dem Natural, Ev Yemekleri sunan ekolojik ve doğal ürünler dükkanı. Shop bölümünün, ekolojik standında meyve kuruları ve yemişlerden taze meyve ve sebzelere, kuru bakliyat, tahıl ve unlardan bal ve pekmeze, şiaflı bitkilerden hazır çorba ve sebzelere, yemiş ezmelerine kadar bir çok şey bulmak mümkün.

Doğal ürün standında ise peynir ve zeytinyağı çeşitleri, reçel ve marmelatlar, meyve şarapları ve her derde deva aromaterapik yağlar gibi bir çok ürün satılıyor. Mekanda kredi kartları geçerli. Pazar hariç her gün 10.0-21.00 arasında açık. 
Küçük Bebek Caddesi. No: 19
Bebek İstanbul
Tel : 0 212 287 27 18

2003 yılında kapatmak zorunda kaldık...zira Bebek halkı 6 ayını Kuzey Ege ve Güneyde geçiriyordu...Hey gidi günler!..





...yıllar sonra yine riske girmek istiyorum...bu sefer hazırlıklı ve tecrübeliyim...semt yine aynı semt olmalı; Bebek-Küçük Bebek zira yapacağım iş ve adı burada daha fazla değer bulur..."Otomatik Portakal" organik manav???!!!!!!!!!!
otomatik  portakal sıkıcısıyla her daim taze meyve suyu içebileceğiniz bir manav...

"Kazan"

"Kazan" kelimesinin farklı kişilerde farklı imgeleri var...Aşure kazanı, etli pilav kazanı, yamyam yerlilerin içinde  insan pişirdikleri isli kazan, çamaşır kazanı, mısır kazanı...sonuçta hepsinde de ortak olan kazanın işlevi; bir şey kaynatmak ya da pişirmek!

Kazan için devasa tencere desek yanlış olmaz...tencere büyük olunca altında yakılan ateş de büyük oluyor! O yüzden dış yüzeyinin isli olması görüntü olarak normal..."Kazan kaldırmak" Yeniçeri isyanlarından dolayı kullanıla gelen bir tabirdir...  Yeniçeriler isyan ettikleri zaman yemek pişirilen kazanlarını da, toplandıkları at meydanı'na getirirlermiş...sonradan da devlete karşı koymaya kalkanlar için kullanılmaya başlanmış...

İçmeyi, demlenmeyi seven bir insana kazan deyince aklına ne geliyor diye sorarsanız,, direkt olarak Beşiktaş'taki "Kazan" birahanesi gelebilir aklına...hiç aklında yokken bu çağrışım da onu akşam iş çıkışı Beşiktaş'a götürebilir! "30 yıldır hep dostluk kazandı"
"Kazan!" kazanma işleminin gerçekleşmesi için bir dilektir aynı zamanda..."kazı kazan" örneğinde kazan birahanesinin sloganı benzeri  bir slogana da bürünür..."kazımazsan kazanamazsın!" ister kazı kazan, ister ördeği kazan...kazan da!...yaşam mücadelemizde bir  iş-güç ile uğraşıp emeğimizin karşılığında bir şeyler kazanırız...bu çoğu zaman adil olamıyor...65 yaşındaki baltacı amca her gün iki buçuk, üç ton odun kırıyor ve günde 45 lira alıyor, net 700 lira asgari ücret ile çoluk çocuğu doyurup ev geçindirmek de tam olarak mantık dışı bir cambazlık işi!

Bir de Tataristan Özerk Cumhuriyetinin  başkenti Kazan var... Kazan, şehre adını veren Kazan (Kazanka) nehrinin  Volga(İdil) nehriyle birleştiği ve İdil’in bir dirsek şeklini aldığı noktada kurulmuş...

Katmandu, Sukubidu, yabadabadu,



Hanna- Barbera ikilisinin çizgi karakteri köpek (Danois) "Scooby Doo"nun maceralarında

Shaggy ile Scooby Doo dostluğu öne çıkar tıpkı yine bir  Hanna -Barbera prodüksiyonu "

"Taş Devri"dizisinde Fred Çakmaştaş ile Barn(i)y Moloztaş dostluğunda olduğu gibi...

...bu konuya nereden nasıl geldiğim ise gerçekten ilginç; Sabah gördüğüm bir 

bilboard panosundan?! "Peki panoda ne gördünüz?" diyeceksiniz...panoda üst üste

 yapıştırılmış afiş "katman"larının yırtılması sonucu "şehirli bir doku"

oluşmuştu...evet katmanlardan Katmandu çağrıştı..."Katmandu" dan 

ise Sukubidu ve Yabadabadu!!!!!!!!!!!!!!!!!!

İşte böyle acayip biçimde işliyor bu çağrışım mekanizması! Bazen görsel benzerlikler üzerinden bazen de kelimelerin ses benzerlikleri üzerinden... 

"Taş Devri" dizisinde neredeyse her şey taş, ağaç ve ip ile oluşturuluyordu...dinazorgilleri ehlileştirip iş gücünde kullanılıyorlardı...aynı zamanda evlerinde bekçi köpeği yerine "Dino" adlı bir dinazları vardı...barbeküde dev biftekler pişirip "Dinazorburger" yiyorlardı....o koskoca taş kütlesi arabaya neden binerler anlamak çok zordu zira arabayı adım ve bacak güçleriyle, koşarak hareket ettirebiliyorlardı...tabi freni de yine ayakları ve  topuklarını yere sürterek...bir bölümde fotoğraf çektirdiler; Ağaçkakana benzer bir kuş sivri gagasıyla büyükçe bir taş levhaya vurarak hızlı bir şekilde resimlerini oymuştu! ...


Fred Çakmaştaş'ın neşeli enerjik narası "Yaba daba duuu!"da o devirden kalma bir ses kulaklarımızda!

Bir kaç yıl önce, "Survival International" adlı sivil toplum kuruluşuna bağlı bir ekip, Brezilya'nın Peru sınırında bulunan "Acre" "Eyaletinde, helikopterle bölgeyi tararken daha önce kendi kabileleri dışında kimseyle iletişim kurmamış ve modern insanla hiç karşılaşmamış yerli bir kabilenin yaşamını görüntülemişti...neredeyse Taş Devrinden kalma diyebileceğimiz bu kabile  yapraklardan yapılmış kulübelerde yaşıyor...yerliler bölgelerinde bir tehdit olarak algıladıkları helikoptere ok ile saldırmışlardı...



...teknolojinin ve insan yaşamının geldiği son noktada nereye vardığı ya da buradan da nereye varacağını kestirmek çok da zor değil...tüm kaynaklar tükendiğinde bizi ilkel bir yaşam bekliyor...belki eski çöp ve atıklarımız bir çok filmde; Mad Max (1979), Waterworld (1995) ve onlarca benzerinde öngörüldüğü gibi... 

Gelelim Scooby-Doo'ya...hayaletler, zombiler, hortlaklar, canavarlar, robotlar, maymun adam, kurt adam, Frankenstein ve benzerleriyle uğraşan ekip sonunda tüm bu olayların ardında insanları kandırmaya çalışan şarlatanları ortaya çıkarırlar...isterdim ki gerçek yaşamda böyle bir ekip tarafından olmasa da da buradaki şaklabanlıllar ve şarlatanlar ortaya çıkartılıp bir bir ifşaa edilsin!






Buradan ise çıkış noktamız "katman"a dönelim..."katman"ın asıl anlamının dışında toplum bilimi açısından bakarsak; bir toplum içinde makam, şöhret, meslek vb. bakımdan ayrılan topluluklardan her biri, tabakayı ifade ettiğini görürüz...kesinlikle Dünya'da böyle bir oluşum ve ayrım var...Tanrının oyun bahçesinde böylelikle farklı oyunlar daha heyecanlı ve çekişmeli bir biçimde oynanabiliyor...ve bu oyunlarda dengesizlikler alıp başını giderken bir yandan denge ve adalet isteyenler ise level bile atlayamıyor!



O zaman Katmandu'ya!
Nepal’in en büyük şehri olan Katmandu aynı zamanda ülkenin başkentidir. Etrafı karlı dağlarla çevrili Katmandu şehrinin çevresi verimli tarım alanları, kiremitten yapılma, geleneksel evlerle dolu köyler ve çok sayıda tarihi Budist ve Hindu tapınaklarıyla doludur.Nepal’in kültür, politika ve ticaret merkezi konumunda bulunan şehrin yazılı tarihi, M.Ö. 7. yüzyıla dek uzanmaktadır. Ancak Katmandu şehrinin esas keşfediliş tarihi 12. yüzyıl Mallalar zamanına denk gelmektedir. Mallalar eski adı Kantipur olan şehre Durbar Meydanı’nı inşa ettikten sonra, “tahta sığınaklarla kaplı şehir” anlamına gelen Kaasthamandap adını vermişlerdir. Bu isim zamanla aynı anlamı taşıyarak Katmandu kelimesine dönüşmüştü... Katmandu şehri, ziyaretçilerine sahip olduğu eşsiz doğayı, zengin kültürel mirasları ve bohem hayat tarzını sergileyerek kendini dünyanın en merak edilen turistik cazibe merkezi haline dönüşmüştür...
Mottosu “city of love” (aşk şehri) olan Katmandu, 1960’lı yıllarda hippilerin akınına uğramış, Sevginin, barışın ve uyumun simgesi hâline getirdikleri Katmandu şehrine akın eden zamanın çiçek çocukları, şehirde özellikle Freak Street Caddesi üzerinde toplanmışlardı....
200 yıldır hiçbir ülkeyle sürtüşmeyen ve tarih kitaplarında “düşman ülke” diye bir kavram bulunmayan Nepal’in Katmandu şehrinde, 40’tan fazla etnik grup uyum ve barış içinde yaşamakta; resmi dil Nepalce’nin yanı sıra 70’ten fazla etnik dil konuşulmaktadır. Sahip olduğu etnik farklılıkları, bir bahçedeki farklı güzel çiçekler olarak gören ve hümanist ve barışçıl bir yaşam ortamı sunan Katmandu şehri, bu anlamda tüm dünyaya örnek teşkil etmektedir. (maximiles.com.tr)
.

11 Kasım 2012 Pazar

...bayat ekmeğe eski kaşar...

...bu gün düşünce balonlarım dolup dolup boşalıyor...iş ile ev hayatını düşünüyorum...eve sıkıntıları taşımamak mümkün değil! işime gösterdiğim saygı ve özeni hayatıma gösterebilseydim; çalışmazdım!...
kimseden apolet istemiyorum; sadece işimi bildiğim gibi yapmamı engellemesinler! ama işimi baltalayan çok şey ve çok insan var...her şeyden önemlisi koskoca bir "sistem" var...cuma günü istifa etmek istedim; üst üste gelen şeyler sonunda yüreğim sıkıştı, ellerim, tüm vücudum titredi durdu...ama "çare yok çalışacaksın" diyor bir başka düşünce balonu...sorunu yetkililere ilettim, en bi yetkili bile "bu gün git haftaya gel" dedi...oyalama taktikleri, savuşturma...dürüstçe söylüyor bir başka balonum "kovun beni!"
Herkese davrandığım gibi davranmaya çalıştığım bir öğrenci beni ilgisizlikle suçlayıp üzerime yürüyünce "göreceksin" diye bağıra bağıra...gururuma dokundu! bardak taştı...üstelik sınıftaki bilgisayar çöküp, değiştirdiğimiz  diğer sınıfta da benzer bir sorun yaşamıştım; sayısız benzerlerini yaşadığım gibi yıllarca...ama bu sefer tükendiğimi hissettim...böyle olunca işin mutsuzluğu ve huzursuzluğu hafta sonu beni yedi bitirdi.

...yaşamın farklı evrelerinde farklı maskeler takıyoruz,
farklı kimliklere, farklı rollere bürünüyoruz...
bir yanda yine kendimiz olmaya devam edebiliyor muyuz?..konuşma balonumda cevap yok!

zaman koşup gidiyor bir yöne...yoruyor, yoğuruyor, çiğneyip tükürüyor, tüketiyor kim olursa, ne olursa olsun!
Dişimi, ruhumu çürütüyor ağacın dibine düşmüş bir elma gibi...
içini boşaltıyor düşüncelerimin tekinsiz  simyacılar...
öyle şeyler oluyor ki akıllara zarar; mantığı geçtim emeği de geçersiz sayıyor...
sanki  ekmeğin bayatlaması kadar doğal bir şeymiş gibi kimse bir şey demiyor!
Göz göre göre gidiyor yaşam inancım...
vaatler, yalanlar...nimetler, hırsızlar...sevgisizler...bozacılar, şıracılar, soytarılar...dalkavuklar, ehli keyifler ve hacıyatmazlar...
kurbağa prens, prens midir? aynı zamanda hem kurbağa hem prens olunabilir mi? hem dingil hem tekerlek? şimdi biri çıkıp "hooop olmuyor ama !" ya da "boooşşşver! sana mı kaldı? derdin ne? Etliye sütlüye karışma....maazallah sonra...!"vb.vs.diyecek de; kime, niye, neden söylediğimi o da bilecek!
bu sefer  inat ettim...bu sözleri  kim ya da kimler için sarfettiğimi söylemeyeceğim işte...zira liste çok uzun, yarası olan gocunsun!
son düşünce balonum gerçekleri biraz alaycı bir şekilde dile getiriyor...işe devam...
"bayat ekmeğe eski kaşar, insan ancak özgürlüğü düşüncelerinde yaşar!"