31 Ocak 2012 Salı

nal




















Taşın soğuk yüzünde
Düş tabletlerinde yazan
hüznün dik açısı
Değil
Hemen oracıkta
Bükülmüş
Eksik bir daire
Çığırtkanlar sesiz bu sabah
Güvercinler
Boş uçurulmuş
Yüksek kalelerin gölgesinden
Ilık rüzgar otlara sırtını yastlıyor
O vakit “bu” vakit
Herşeyi unutup
Yeniden doğmanın vakti
Şuursuzca dönen gök kubenin kusursuzluğunda
Salınım
salınım
boşluk özgürlükse
salın o zaman
zaman-sız
nefesin ateşi canlandırsın
hemen oracıkta
örs ve çekiç
çelik yelelerin korlarından çıkıp
yaşam bul
toynağında bir atın...




30 Ocak 2012 Pazartesi

elma...dünya

Elma bir günah nesnesi mi dir? sorusuna verilecek cevabım: "sert ve sulu olanı makbuldür" ...hem de kabuklarıyla, ısıra ısıra yerim olacaktır!. Oysa "elma", Adem ve Havva'nın başına gelenlerden sorumlu tutulmuştur hep. Yaratılan ilk insan Adem ve Havva'nın başına gelenleri şöyle bir hatırlayacak olursak; ilk günahını işleyenler olarak anılmışlar ve elma da bir günah nesnesi olagelmiştir.  Cennette yasaklanan ağaçtan  elmanın kopartılması ya da Havva'nın Ademi elmadan ısırması için ikna etmesiyle "düzen"i temsil eden Tanrıya karşı gelmişler, onun yasakladığı iki ağaçtan biri olan "Bilgelik Ağacı"ndan meyve yiyerek şeytanın safına geçmişlerdir... bunun cezası ise cennetten kovulmak, ölümlü olarak "kaotik" dünyaya yollanmak olmuştur...diğer ağaca gelince "Hayat Ağacı"; işte Adem ile Havva'nın dünyaya indirilmelerinin nedenlerinden biri de bu ağaçtan uzak durmalarını, ölümsüzlüğün sırrına ulaşmamalarını sağlamaktı...onlar "Bilgelik Ağacı"nın meyvesini yiyerek değişim ve dönüşümü başlatmışlardı; edep yerlerinin belirmesine yol açmışlardı; cinsellik-üreme ayrımına varmışlardı.....ölümlü ve günahkar "insan"dılar artık...sorun elma ya da meyve sorunu değildi sorun Tanrısal bilgiye ulaşma isteğiydi...o yüzden elma masum bir meyvedir, tıpkı Havva gibi...



1998 yapımı Garry Ross'un "Pleasantville"-"Yaşamın Renkleri" filminde deki göndermeler hep hoşuma gitmiştir. Sorunlu bir geleceğin söz konusu olduğu dünyadan, doğa üstü bir biçimde bir Tv dizisi içine dahil olan iki kardeş hem kasabayı değiştirecekler hem de kendileri değişeceklerdir.. Dizinin geçtiği kasabadaki gerçekliğin içinde hiç sorun yoktur, herkes halinden memnundur. Siyah-beyaz dünyaları aslında bir tekrar ve inkar üzerine kurulmuştur...bilgiler ve dünyaları kasaba ile sınırlandırılmıştır...kitapların içi boştur...iki kardeşin onların dünyasına getirdikleri bilgiler onları değiştirmeye başlayınca, sistem-düzen bu değişimin karşısında ırkçılık ve vandalizm boyutlarına varan tepkiler verir... öğrendikçe bilinçlenen gençlik ise onları durduracaktır...gayet masumane biçimde yaşanan bir elma kopartma ve yeme sahnesi ve yine aynı şekilde "çıkma teklifi" dışında bir cinsellik keşfedilir ve yaşanır...  gün geçtikçe renklenen dünyalarında   en önemlisi cesaret etmeyi ve inanmayı öğrenirler ve Pleasantville dışında da bir dünya olduğunu...

Gelelim Newton'a... elma kafasına düştüğünde o ağacın altında neler düşünüyordu...tabi ki "genel çekim yasaları"...daldan kopan elma niye yukarı doğru değil de aşağı yere düşüyordu?!...ay ve yıldızlar niye düşmüyordu vs.vb...? gibi ...yeryüzündeki yer çekimi kuvvetini ve  daha  bir çok sorunun cevabı onun başında patladı!...sonuçta düşünüyor ve cevap arıyordu...gökten inen bir vahiy değil sadece kafasına düşen bir elmaydı...

13.yy. sonu, 14.yy başı İsviçre'de yaşadığı rivayet edilen William Tell (Guillome Tell) okçulukta nam salmıştır...o sıralar despot Vali Gessler, şapkasını meydana astırmış ve herkesin o şapkayı selamlamasını istemektedir...Bir gün Vali şapkasını selamlamayan Tell yakalatıp, Tell'in oğlunun başı üzerine koyulan elmayı vuramaz ise ikisini de idam ettireceğini söyler...Tell vuruşu gerçekleştirir, elmayı ikiye böler...bu atışı yapmadan eline iki ok almıştır biri elma için ; ama elma yerine oğluna isabet ederse ikinci ok Vali için olacaktır...bunu fark eden Vali onu hapsettirir...

Masal kahramanı Pamuk Prenses'in taş kalpli üvey annesi kendisinden daha güzel olduğu için onu bir avcıya vurdurmak ister ama avcı onu kandırır ve vurduğu ceylanın kalbini Pamuk Prensesinmiş gibi Kraliçeye getirir. Bir gün gerçeği aynasından öğrenen Kraliçe ormanda Yedi Cücelerin yanında kalan prensesi bulur ve ona zehirli, kırmızı elmalardan birini vermeyi başarır... Pamuk Prenses elmadan bir diş alır, elma boğazına takılır ve onu sonsuz bir uykuya yatırır...devamını herkes hatırlıyordur...

Son olarak elma kurtlarından bahsedeceğim; en makbulü sert ve sulu olanıdır demiştim başında elma için...bir de kurtlu olanı diye ekleyeyim...organik olana, ilaçsız olana kurt girer çünkü...bol elmalı günler!

26 Ocak 2012 Perşembe

Monologlar-Diyaloglar -2--


Ağzımızdan çıkan her söz bizi bağlar...ya inkar edip işi  kaypaklığa dökebilirsiniz ya da sonuna kadar söylediklerinizin arkasında durursunuz cesurca...bazen konuşma sizin kontrol edemeyeceğiniz boyutlara girer, bazen inanmadığınız bir şeyi söyler, savunur durumda bulursunuz kendinizi...bazen de kendi yalanlarınıza inanır hale gelirsiniz... kararlı olmak çoğu zaman işe yarar...en azından kendi kişiliğinizden ve duruşunuzdan ödün vermezsiniz ama  hiç bir yere varamadığınız zamanlar da olur, karşınızdakiyle uzlaşamaz, bir düşüncenizi anlatamaz, kabul ettiremezsiniz... iletişimi bozan o kadar içsel ve dışsal faktör varken ne yazık ki sağlıklı diyaloglardan bahsedemiyorum...ama bildiğim bir şey var: konuşmalar tartışmaya dönüşüp işin içinden çıkılamaz bir hal söz konusu olduğunda; taraflardan biri tam anlamıyla üstünlük sağlayamadığında; iş -aşağıdaki diyalogların sonunda olduğu gibi-sorunu ortadan bir süreliğine  kaldıracak olan tek bir "aktivite"ye kalıyor...
*Aşağıdaki diyaloglar, yaşanmış, yaşanmakta olan benzer olaylar ve kişilerden esinlenilerek kurgulanmıştır.


“İçim üşüyor”diyorum
"benim de" diyor...


Yemek yeni bitmiş…kadın adama “ellerine sağlık” demiştir…sonra sofra içeri, mutfağa taşınır…
y-…”sana kaç kez bulaşıkları lavabonun içine koyma” demedim mi?!
x-sen de koyuyorsun!
y-musluğu fazla açma tezgahın üzerine sıçrıyor…
x-olur… ama evye ve bataryayı yanlış seçmişsin, musluk evyeyi ortalayamadığı için sıçrıyor…
y-ev eski, hiçbir şeyi uyduramıyoruz.
x-eski, küçük ama başımızı sokacak bir yer var Allahtan…bir de kira verseydik nasıl geçinirdik…sen çalışmasan işler sarpa sarıyor ama çalışınca da birbirimize zaman ayıramıyoruz…yoruluyorsun, agresif oluyorsun…
y-agresif diyene bak…sen her zaman saldıracak yer arıyorsun…ben çalışsam da çalışmasam da…hep kendi dünyandasın, hep geçmişinde…hiç düşünüyormusun ben nasıl bir gün geçiriyorum bu nefretlik işyerinde…ne bir insiyatif…ne güzel bir söz…herkes birbirini takmış kafaya…boğuluyorummm!
x-dolu bir geçmişim ve zevklerim olması bir suç mu…sen de bir şeylerle uğraşsan kafayı boşaltırsın…bana bir bak bu güne gelebilmek için çok şeyden vazgeçtim, tüm özel zevklerimi gömdüm neredeyse…bir müzik, bir de balık kaldı ona da kırk yılda bir çıkıyorum çok mu?
y-her akşam gitarla kafa şişiriyorsun ama…bir takılıyorsun bir hafta boyunca aynı şeyleri dinliyoruz! haa.. Bir de eski eşya toplama, bit pazarı falan…unuttun mu?…nereye koyacağız bu kadar ıvır zıvırı…
x- ıvır zıvır dediğin şeyler benim için özel!
(yakıp unuttuğu sigara bitip küllükten kilimin üzerine düşer...kadın da sigara içtiği için bir şey demez,
( x yeni bir sigara yakar)
( mutfak  aspiratörüne daha yakın olan y'ye doğru seslenir…)
x-aspiratörü açsana tüm duman çocuğun odasına doluyor!
y- sen aç o zırzırı…gürültüden başka bir şey yapmıyor…
x- nasıl olsa birazdan tv’nin karşısında uyuyup kalacaksın sorun olmaz
Aspiratörden çıkan motor sesi, rölantide, uzak bir kıyıdan balığa açılan bir teknenin içine götürür adamı…dümen yekesini tumuş, bir yandan midyeleri açıp içlerini süngerin üzerine koymaktadır…Göztepe denilen kayalık bölgeyi kerteriz alıp çapayı hazırlar…oltanın iğnelerini yemler…
xjr-…baba…babaaa Nintendo Wii’nin kablosunu gördün mü?
Motor susar…olta denize inmeden tekne batmıştır…
x- oğlummm! sen bana baba dermiydin…işin düştümü nabza göre şerbet veriyorsun…helal olsun sana
xjr.-nabza göre şerbet ne demek…ben anlamadım…kabloyu gör-dün-mü?
x-annene sor oraları temizleyen o…
(içerden, salondan)
y-kablo yayın kesik galiba…
x- anten kablosu yerinden çıkmıştır…her temizlik sonrası olduğu gibi…
Adam kabloyu bulur ama tv kapılınca Wii yalan olur…çocuk tekrar bilgisayarı açıp "Mine craft" oyununda blog kırmaya devam eder. Adam akvaryumun önünde, kadın kanepede…biraz zaman geçer
Ritüellerden “biri”; “kahve saati” gelmiştir…suskun bir biçimde kahveler içilir…kadın alışkanlıktan fal kapatır.
x-niye kapatıyorsun? Kim bakacak ki?
y-sana ne benim fincanım…ister ters, ister düz koyarım…uğraşma benimle 12 senedir senin istediklerin oldu hep…bundan sonra benimm…
x-açtırma kutuyu söyletme kötüyü…tabii…hıhıı…sen nasıl istersen, neden olmasın
(kendini kasar)
xjr.-annneee…suu!
y-kalk kendin al!
xjr-temiz bardak bulamıyorum ki…makine hiç yıkamıyor…ne zaman değiştireceksiniz…
y- çalışıyor çalışmasına da onun dilinden ben anlarım…dur makine dolmuştu…bir döndüreyim..
(Bulaşık makinesi çalışır…bir türlü su almaz…kadın kapağı açıp zaman zaman içeri çaydanlıkla su gönderir kanepeye döner)
Adam aspiratörü açıp bir sigara daha yakar… kendi kendine konuşmaya başlar…hem bulaşık makinesi, hem aspiratörün sesleri arkasına sığınıp…
Yok oğlum…sen adam olmayacaksın…bile bile lades…kendin ettin, kendin buldun…şimdi otur istediğin kadar düşün…insan ne ile yaşar…hayalleriyle, sevgisiyle…sen nasıl yaşıyorsun…cam kırıkları üstünde…ne uzuyoruz, ne kısalıyoruz…yok yok…kısalıyoruz…sonra “yaşandı bitti saygısızca…”mı diyeceksin…anlayış, saygı falan hak getire…ama her şeye rağmen seviyorum yahu…bu ne yaman çelişki anne!! Annem kendi derdinde… duyar mı ki sesimi?!…şimdi okşasa saçlarımı, “her şey düzelecek oğlum”diye diye bir ninni, bir masal dinler  gibi uyuyup kalsam kucağında…
(Birden elektrikler kesilir…)
xjr’nin bilgisayarı, y’nin Muhteşem Süleyman’ı karanlığa karışır…x’in akvaryumunun ışığı, aspiratörün rölantisi, bulaşık makinesinin aksak deviri hepsi…bir anda susar
x bir mum bulur, yakıp salona geçer
xjr-…hikayelerinden anlatsana…
x-hangisini…elma bahçesinde gördüğüm ufo’yu mu…yoksa teknenin yanına gelen yunusları mı…
xjr.- ufoyu!…nasıldı…yeşil ışık mıydı…şeklini görmüş müydün…kaç yaşındaydın???
y-durun başlamayın…elma getiriyorum!
Hikaye biter…bir tane daha derken xjr. uyur kalır…yataklara yatılır…
y kapısı olmayan yatak odasının kapı yerinde duran açık perdeyi göstererek…
y-kapa da gel!
x-uykun gelmedi mi?
y-fazla konuşma da gel…kaçırıyorsun bak!
Perde kapanır odada sesler yorganın altında boğulur… hafif kıkırdaşma ve gülüşler kesilir…biraz sonra derin solumalar kalmıştır koca günden geriye…
  

Monologlar-Diyaloglar -1-


Ağzımızdan çıkan her söz bizi bağlar...ya inkar edip işi  kaypaklığa dökebilirsiniz ya da sonuna kadar söylediklerinizin arkasında durursunuz cesurca...bazen konuşma sizin kontrol edemeyeceğiniz boyutlara girer, bazen inanmadığınız bir şeyi söyler, savunur durumda bulursunuz kendinizi...bazen de kendi yalanlarınıza inanır hale gelirsiniz... kararlı olmak çoğu zaman işe yarar...en azından kendi kişiliğinizden ve duruşunuzdan ödün vermezsiniz ama  hiç bir yere varamadığınız zamanlar da olur, karşınızdakiyle uzlaşamaz, bir düşüncenizi anlatamaz, kabul ettiremezsiniz... iletişimi bozan o kadar içsel ve dışsal faktör varken ne yazık ki sağlıklı diyaloglardan bahsedemiyorum...ama bildiğim bir şey var: konuşmalar tartışmaya dönüşüp işin içinden çıkılamaz bir hal söz konusu olduğunda; taraflardan biri tam anlamıyla üstünlük sağlayamadığında; iş -aşağıdaki diyalogların sonunda olduğu gibi-sorunu ortadan bir süreliğine  kaldıracak olan tek bir "aktivite"ye kalıyor...
*Aşağıdaki diyaloglar, yaşanmış, yaşanmakta olan benzer olaylar ve kişilerden esinlenilerek kurgulanmıştır.


“İçim üşüyor”diyorum
“Mutsuzsun”diyor…


Y-Seni mutsuz eden şeyleri hiç var olmamışlar gibi unut...
(X sesli düşünüyor, bize anlatıyor...)“Seni de mi?!”diyorum... istemeden…
 o mutsuz etmiyor, aslında mutsuz eden onunla olamamak...“Mutlu olman için başkalarına ihtiyacın yok” diyerek kendi kendine yetmeyi öğrenmem gerektiğini söylüyor…Yazık  ki beni yeterince tanıyamamış...Tanısaydı bilirdi; bu oyunu oynamaktan yorgun düştüğümü çocukluğumdan beri...Sevdiğimi söylüyorum onu her şeye rağmen
Söyleyemediğim zamanlar belli etmeye... kaçak bakışlarla
“Sen herkesi ve her şeyi sevebilirsin ama senin asıl sevilmeye ihtiyacın var”diyor Y…
“Ya sen” diyorum ?! “o zaman sen de sevmiyorsun beni...
Yalan mı?”
İnkar etmiyor sevmediğini ama sevdiğini de söylemiyor Y…Bir sigara yakıyor
Kibritin kava sürtünüşü yırtıyor suskunluğu
Sonra gri mavi duman
Silikleştiriyor yüzlerimizi
Bana da bir sigara yakıp veriyor…
Y-Seni sevmemem gerekiyor. Başlarsa bir gün biter...Hem de hızla koşar her şey sona doğru…En güzeli bunu hiç yaşamamak
X-O zaman kimseyi sevemiyeceksin ya da sevecek kadar tanıyamıyacaksın...
(Beni bastırmaya çalışıyor...)
Y-Hem ben çok uçarıyım…Sıkıntıya gelemem başka birine kaçar sığınırım
Beni idare etmek zordur...taşımak...Sen alıngan hem de kıskançsın buna dayanamazsın”
X-Olsun varsın eğer beni gerçekten seversen, benim gibi başkalarını da sevmen sorun değil dersem ...  ya bitmesini kimse istemez güzel bir ilişkinin ama korkunun da ecele faydası yok dersem... bunun gibi bir çok açılım yapabilirim…
Y-Evlisin, çocuklusun...
X-Ne yani daha önce birini sevmiş olmak hep seveceğim ve başkasını sevemem demek mi?
Y-Benden çok yaşlısın
X-20 yaş fark çok mu?
Y-Ne inatçısın “hayır” diyorum bu “iş” olmaz
X-Peki niye böyle bir şeye inandırdın beni!...yoksa ben mi kendimi kandırdım?!
Y-Tabi ki sen...
X-Yani sen bana hiç pas vermedin, gidip gelip sevgiye aç bir bir kedi gibi sürtünmedin...hem de en olmadık zamanlarda...tabi yaa ...böylesi “oyunu” daha da heyecanlandırıyor...öyle değil mi?
Y-Sana öyle gelmiş...sen öyle hayal etmişin ya da öyle görmek istemişin...oyun moyun yok...
Ben senin dostunum
X-İnsan dostuyla fransız gibi öpüşür mü?
Y-Sana olan sevgim farklı tamam mı sana saygı duyuyorum...bırak öyle kalayım...sen de saygı duyduğum o insan olarak kal...hıı!
X-Şu an için daha fazla tartışmayalım ama bu konunun kapandığını düşünme...
Y-Yoo.. tartışacaksak tartışalım ve bu “iş” sonlansın
X-Ne işi..!ne kadar garipsin…bir anda savunma kalkanlarını açıyorsun ve duygusuz, mekanik bir tavırla herşeyi kontrolünün altına almaya çalışıyorsun
Oysa ki beni derinlerden çıkan  gözlerindeki o ışık nasılda heyecanlandırmıştı ...yeniden bu duyguları hissedebilirmiyim derken kaptırıp gitmişim kendimi sana
(....biraz suskunluktan sonra)
X-Yoksa şu bizim uçarı kızımız sorumluluk almaktan mı korkuyor; sevdiğini söyleyerek
Yoksa işin cinsellik boyutundan mı-nasılsa er ya da geç oraya varacak diye-kaçıyor…
Kendi kendime yetebilirim elbet mekanik bir şekilde yasak savarak...”çeki elden bozdurmak” diyorum ben buna.. ama bunlara gerek var mı!?...orta okul öğrencisi değilim ki...hem
sevilmeyecek kadar da çirkin...
Y-Peki...peki beni bastırdın…Ne de olsa tecrübelisin bu konularda.
X-İltifat ediyorsun ...sen de hiç fena sayılmazsın hele şu son” ikisi”yle aynı gün peş peşe yaşadıklarından sonra tecrüben artmıştır
...
Y-…O zaman şöyle yapalım önce temel ihtiyaçları giderelim ...bir gevşeyelim...baktık ki içten de geliyor; o zaman ismini koyarız!
X-Vayy...demek öyle! ...şimdi de benim inanasım gelmiyor.
Y-İnan...inan...inandığın şeyler için savaşmalısın
X-Ne yani şimdi de rakiplerim olacağından, savaş, yarış vb.den mi bahsediyorsun?
Y-Kadınların hoşuna gider paylaşılamamak…
X-Erkeklerin de... madem sen kızıştırıyorsun...ben de boş mu duracağım!
Bu arada cinsellik demişken biliyorum ne zaman cinselliği yaşamaya başlarsan aşktan bir şeyler eksilir... özelliğini kaybetmeye başlar..sanırım bunu sen de biliyor ve madem öyle “başlasın” ve “sona doğru daha hızlı koşsun” diye düşünüyosun…
Y-Ne kadar paranoyaksın. İsrar ettin, susturdun, bastırdın...ikna ettin hala konuşuyorsun
Sus artık...sus…
(bir el odanın ışığını söndürür...hafif kıkırdaşma ve gülüşlerle… dik ve durgun siluetler yatayda  hareketlenir vs.vb...)

25 Ocak 2012 Çarşamba

"özgürlük"-"hayyaaa..."


O doğduğundan beri özgür bir "Şahin"di...onu gördüğümde kafesin içinde yaralı ve esir...1992-93 yılıydı onu gördüğüm yer Yenicami önü...ihtiyar adam akşam eve iki lokma götürmek zorunda...cebinde sadece banliyö bilet parası var...hava kararmak üzere...ve iki simit parasına kurtarıyorum bu canı...kafesin içi fare kemikleriyle dolu...belli ki yiyecek olarak fare verilmiş ama Şahin çok bitkin...kanatları lime lime olmuş avcıların tüfeklerinden çıkan saçmalarla...2-3 ay ciğer, tavuk ciğeri yiyerek ve kafesin dışında, evin içinde biraz daha özgür oldu...sonunda kendini toparladığını düşündüğüm bir gün Çekmece gölü civarında doğaya ve özgür yaşama uğurladım...90'lar...Hi-8 videoları kurtarmaya devam...
Özgün müzik: "hayyaaa..." Cüneyt Gök

24 Ocak 2012 Salı

..."onun arabası var..."..."otomobil uçar gider..."





Hiç araba merakım olmadı...yere sağlam basmayı ve "toplu taşınma"yı tercih ettim. Eskiyi anlatmaya başlayınca babam, mutlaka mahalleye bir araba geldiğinde tüm çocukların peşine nasıl takıldığını anlatır. O zamanlar parmakla sayılacak kadar araba varmış İstanbul'da...ben de kenarından köşesinden hatırlıyorum o koşturmaları...sonra 70'li yılların sonuna doğru Dodge, Desoto gibi kırmızı renkli kamyonetler, sokak  bakkallarına ekmek taşımaya başladı  ve parke taşlı yolda takırdayarak gidip gelen teneke at arabalarının yerini aldı...parke taşlı yollar da asfalt oldu ...işte o zaman koşuşturmalar, arkadan asılmalara dönüştü...hepsi de asılanın farkında, hiç hız kesmezdi...eee.tabii düşenler olurdu çoğu zaman...


Anadol, Murat 124 öncesi hep Amerikan klasiklerini görmeye alışmıştık..Taksi, dolmuş derken hala ayakta olan modelleri görünce ne kadar da dayanıklılarmış diyorum...şimdilerde dönem dizileri sayesinde yeniden karşılaşıyoruz. "Yerli otomobiller" biraz daha dayanıksız oluyordu...cam elyafından kaportayı (Anadol'da olduğu gibi) çeşitli hayvanlar yiyebiliyor, küçük bir darbede kırılıp çatlıyordu...o zamanlar başlamıştı park sorunu! Mesela kırsal bir yerde park halindeki bir Anadol'u yerlerken gördüm iki ineği...inekden daha meraklı olan keçilerde vaktinde ne geviş getirmiştir Anadol'u tırtıklarken...bir de kediler var onlarda çok gezen tekerleklerin taşıdığı farklı kokuların peşine gelir, küçük kediler soğuk akşamlarda motorun sıcaklığına tav olurlar, lastik üzerinden içeri sızıp sonra da çıkamayınca ciyakk ciyak bağırırlardı. O geniş Chevrolet'lerde  Belgrad Ormanına gittik. Taksi olarak onlar işliyordu. Taksimetreler dışarda ve üzeri damalıydı...
Tv reklamları araba satışlarını körüklüyordu"Otomobil uçar gider..."diye
80'lerde ise Mustafa Sandal..."Onun arabası var" dedi...


Delikanlı olunca, mahalleden Renault arabası olan arkadaşımın ağabeyini içinde müzik dinleyeceğiz diyerek kandırıp arabayı  kaçırırdık. O zamanlar kenara park etmiş bir Renault görseniz, hız kontrolüne yatmış bir polis arabası zannederdiniz. Biz de izbe bir yere çeker yoldan geçen diğer arabaların bizim aracı görünce birden yavaşlamasıyla eğlenirdik. Bir kaç yıl içinde yazlıkta yeşil Mercedes ile tanıştık...Kuyumculuk yapan arkadaşımın ailesinin arabası, yine ağabey kontrolü ve refakatinde, ilk aşklarımızı konuşup, teybinde "Gülden Karaböcek,, Ferdi Özbeğen, Ümit Besen ile "Nikah Masası","Dilek Taşı"ile ilk efkarlanmaları yaşadığımız yer oldu... "King Crimson'dan  "Epitaph ve İlhan İrem'den "Anlasana"...bu liste uzar gider...Arkadaşın ağabeyi kıyak yapar, Samanlı Köyü yoluna girip gaza basar ve köprü yolunda rampaya hızla girince kısa süreli bir uçma yaşardık...80'li yıllardı Hasan'ların Peugeot'yu sonraki yıllarda Ford'u dereye götürüp yıkar bu arada bir sürü balık ve su yılanı görürdük...
Yıllar sonra eşimin isteği üzerine iki defa araba sahibi olduk...Hyundai  tramvayın yolunda ilerlerken triger kayışı koptu ite ite son anda paçayı zor kurtardık...sonra kapının önünden çaldılar...bulunması için gittiğimiz karakolda A-4 kağıt, fax toneri gibi temel ihtiyaçları karşıladık...araç bulunduğunda perişan haldeydi ve bagaj karakolun önündeyken darbe aldığı için açılmıyordu...ertesi sabah teslim almaya gittiğimizde bagaj açılmış ve yılların kolleksiyonu kasetlerim, olta takımım gitmişti...tabi bir önceki gece içinde gördüğümüz paspaslar da...sonraki araç Opel'di, siyah ve spordu... bir ara ben bile sürüş talimleri yaptım...sonra ödemeler zorlaşınca onu da sattık...en güzeli böyle!...ne ilginçtir! canlı bir varlık olmamasına rağmen duygusal bir bağ kurulabiliyormuş bir arabayla...ama doğru ya bundan kat be katını; içten takma 4'lük Köhler'iyle teknemi özlemiyor muyum?!... geçmişi hatırladıkça duygusallaştım yine...sonuca gelelim : her şey fani...petrol de tükeniyor...yaşasın güneş enerjisi ve elektrik şarjlı arabalar...çevre dostu, trafik dostu araçlar ve yaşasın tüm bayan sürücüler; özellikle Ankara'lı olanlar.!.

Aşkımız


















Fotoğraf: Cüneyt Gök

Elinden tutup sarılıklı bir güneşi
Kimsenin bilmediği bir gölgede
Öpmek istesem...
Geri dönüşümlü kağıtlarda kalsa
Aşkımız
Postada kaybolsa...
Kendi kendine
Konuşsa 
Bir deli gibi aşkımız...
Ne kadar dillenir
Ne kadar dinlenir?!
Elinden tutup arka bahçemdeki yeşili
Herkesin gözü önünde öpsem
Gözlerimi kapatarak
Bir nisan günü
Yağmur başlar
Ve biter
Kendi kendine...
Yıllar sonra belki bir cevap gelir
Posta idaresinden bir özür
Kapının altından atılan onca fatura ve evrakla...
Gidip birkaç kağıt daha alıp bakkaldan
"Çizgisiz" olanlarından…
Sonra...
Elinden tutup kalemi
Boş bir sayfanın en üstünden 
En altına kadar doldursam
Tek bir satır yazmadan
Aşkımızla...


23 Ocak 2012 Pazartesi

Gövde-Vücut-Kimlik- "insan isterse neler yapar!"

Fotoğraf:Cüneyt GÖK

İnsan bedeninde baş, kol ve bacakların bağlı olduğu bölüm, ağaçlarda kök, dal ve yaprakların dışında kalan, hayvanlarda ayak, baş ve kuyruktan geri kalan bölümdür gövde... 
Ağaç  büyüdükçe gövde de kalınlaşır, dallar uzar, yapraklar gürleşir yıllar içinde…ama küçük bir çocuğun çizdiği ağaç , onun algılarıyla stilize edilmiş bir ağaçtır... o yüzden proporsiyon aranmaz…
Genelde gerçekçi bir bakış açısıyla tüm canlı, cansız varlıklar için gövde ve ona bağlı parçalarda de aranan  proporsiyondur; Oran ve Orantı her parçanın bütün ile doğru ilişkisini kurmamızı sağlayan önemli bir öğedir. Başın gövdeye göre büyüklüğü gibi…Oranı doğada gördüğümüz ve alıştığımız şekliyle  kabullenir ve uyarlarız. “Altın oran” ile bunu daha da idealize eder sanat.
Heykel gövdesine torso (tors) denir. Daha doğrusu kollar, bacakları ve kafası olmayan, sadece gövdeden oluşan heykele…zamanın, doğa koşullarının etkisi ve tahripler sonucu bir çok  antik heykelin parçaları kopmuş, kaybolmuştur. Bazıları için; parçalar bir daha asla bir araya gelemeyecekken, bazı heykellerin farklı parçaları da farklı ülke müzelerinde ya da özel kolleksiyonlarda ayrı düşmüştür… Discobolus heykeli, Antik Yunan dünyasının ideal güzellik kavramını yansıtır.Heykelde, kafa, gövde ve uzuvlar bir dizi birbirine zıt kuvvet halinde sıralanmıştır. Heykelin duruşu, denge, uyum, simetri ve oran gibi önemli idealleri simgeler. M.Ö. 5.yy’da yaşamış ünlü Yunan heykeltıraş Myron’un yaptığı, fakat günümüzde kayıp olan bronz bir heykelin kopyası olan Discobolus heykeli kafası eksik olarak bulunmuş…sonradan yine antik bir baş  gövdeye yerleştirilmiş . Uzmanlar öne doğru bakışının orijinaline uygun olmadığını vurguluyorlar. Orijinalde, geriye doğru diski tutan ele bakmakta olduğu varsayılıyor. Demek ki oran ve orantının ötesinde mantıkla ve bilimsel verilerle de bakmak gerekiyor  bazı gövdelere…

Benetton, Papa 16. Benediktus'u Kahireli bir imamı öperken gösteren fotomontajı,Vatikan'ın baskısı üzerine reklam kampanyasından kaldırmak zorunda kalmıştı.


“Fotomontaj”ı gerçekte fotoğrafın çekildiği anda kadrajın içinde olmayan bir şeyi -manuel bir biçimde baskı aşamasında ya da dijital ortamda- konuya dahil etmek, çıkartmak ya da konunun parçalarını değiştirmek olarak ifade edebiliriz. Photoshop ve başka görüntü işleme programları sayesinde başka bir gerçeklik yaratmak mümkün ama işin özünde inandırıcılık sorgulanıyor çoğu zaman. Yaşlı olanı genç göstermek, kırışıklıkları, selülitleri, sivilceleri yok etmek, saç ekmek, kaş almak…hepsi mümkün . Daha genç, daha güzel, daha az kıllı görünmek mümkün… ama daha akıllı görünmek zor… görüntüler, suretler bir çok kişi için görünümlerinin tasdiki…- mış gibi yapıyor olsalar da…

                                 Fotoğraf: Cindy Sherman

Özellikle gövde aynı bırakılarak kafa ve yüzdeki parçalar değiştirilen fotomontajda, yeni parçalar gövdeye ne kadar uyumsuz olur ve iğreti kalırsa o kadar gülünç oluyor… bazıları potansiyel şantaj unsuru sayılabilecek, insanların uygunsuz  hallerde fotoğraflarını çekmek isteyip bunu başaramayınca fotomontaja başvuruyor. Eğlenceli ve komik tarafını bir yana bıraktığımızda işi ciddi suç boyutuna yaklaştıran örnekler de var. O yüzden mahkemelerde uzman kişilerin görüşüne başvurulur bu tür delil sayılabilecek belgelerin incelenmesinde… Alttaki fotoğraflarda fotomontaj yok! Frank Zappa her zaman olduğu gibi...kategorize edilemeyen müzik tarzıyla her zaman aykırı...

Artık yüz nakli de  gerçek oldu…! Dünya da 15 kadar nakil gerçekleştirilmiş ve bunlardan 7-8 tanesi tam yüz nakli imiş…Türkiye‘deki ameliyatı beyin ölümü gerçekleşen Ahmet Kaya'dan alınan yüz küçükken yangında yüzü yanan,on dokuz yaşındaki Uğur Acar'a nakledildi... “Ahmet” “ Kaya” her halde en çok rastlanan isim ve soyad ama ister istemez merhum şarkıcı-müzisyen “Ahmet Kaya” geliyor akla… Yüz, bacak ve  iki kolu bağışlanan Ahmet Kaya'nın, 1996 yılında trafik kazasından sonra kan bulunamadığı için  yaşamını yitiren kız kardeşinin ölümünün ardından organlarının bağışlanmasını istemiş...  
Aile, müftüye bunun caiz olup olmadığını bile sormuş…Türkiye’de ilk yüz naklini gerçekleştiren Prof. Dr. Ömer Özkan,tam yüz nakli” yapılan kişi ne Ahmet Kaya’ya benzeyecek ne de yüzü  kendi yüzü gibi olacak diyor…. Yeni bir yüz ile kimlik ve kişilik de ister istemez değişecek…
Her birey çok kimliklidir aslında. Bir adam  karısına karşı koca, oğluna karşı baba, işyerinde patronuna karşı çalışan, tuttuğu futbol takımına karşı taraftar, fanatik  vs.vb…gibi. Kimlikte esas olarak dışa karşı yansıtılan bir cephe, topluma dönük sosyal bir yön, bir yüzdür. Kimliğin özü aslında soydan ve sosyal tarihten gelen aidiyettir. Kişilik ise iç dünya ile ilgili psikolojik bir yöndür.  Kişilik bireyin iç ve dış çevresi ile kurduğu, diğer bireylerden ayırt edici tutarlı ve yapılaşmış bir ilişki biçimidir. Her bireyde var olan etnik ve ulusal kimlik, dini kimlik, aşirete bağlı kimlik, bölgesel kimlik, dil ailesi açısından kimlik-dilsel kimlik, diyalekt/lehçeye dayalı kimlik, sınıfsal kimlik, ideolojik kimlik, felsefi bakış açısından kimlik, siyasal kimlik, ailesel vs.vb… gibi değişen dünya düzeni, yabancılaşmaya ve bir çok faktöre bağlı henüz oturmamış ve belki de oturamayacak bir kişilik, gelişmemiş kişilik, kişilik  bozukluğu, kişilik bölünmesi gibi farklı durumlar da görülebilir…

Nakli gerçekleştiren   Doktor,Akdeniz Üniversitesi,Tıp Fakültesinde daha önce de çift kol ve dünyada bir ilk olarak rahim nakli yapmıştı... Doktorların beklentisi rahim transfer edilen kişinin hamile kalması… Doğuştan rahmi olmayan Derya S. bebeğini dünyaya getirdikten sonra, nakledilen rahim alınacakmış...! Doğal olarak-cinsiyete bağlı olarak-  olması gereken parçanın  yokluğu, kendini tam değil yarım-eksik gibi hissetme, ödünç aldığı parçayla, doğurganlık özelliğini bir kez de olsa yakalayabilmek ve bir bebekle hayata farklı bir kimlik ve kişilikle...kadın ve anne olarak bakmak…insan isterse neler yapar!

20 Ocak 2012 Cuma

Ne istiyoruz bedenlerimizden?

                           Fotoğraf: Cüneyt Gök
İnsanlık tarihi içinde,  insan doğasına baktığımızda hep bir karşılaştırma ve kendini "bir başkasına benzetme" ile süregelen bir güzellik arayışı görülür ...bedenimizi tam anlamıyla, olduğu gibi sevemiyor, hep bir kusur buluyoruz...belki de hayatta kendi seçimlerimizi kullanamadığımız konulardan biri de bu...anne-babayı, ismimizi seçememek gibi "kendi bedenini seçememek"...Kimliklerimiz cinsel tercihlerimiz çerçevesinde ama asla tam anlamıyla özgür olamayacak biçimde şekilleniyor. ..."değişim" için her yol mümkün ve  mübah...ölesiye rejim de, 144 estetik ameliyat, cinsiyet değiştirme operasyonları da...saç boyası da, "mutluluk çubuğu"protez de ...
beğenmek, beğenilmek ve kabul görmek için tüm çabalar...Ama Balzac'ın dediği gibi "çoğu zaman kusurları gizleyen bir örtü" dür güzellik... Kusursuz güzellik, mutlak güzellik yoktur...Bu arada, medyada her fırsatta boy gösterenler de bir misyon üstleniyorlar.( "idealize edilmiş"ler işleri karıştırıyor ve yangını körüklüyor!). Toplumun ve kültürün beden-özne ilişkisinde değiştirip dönüştürdüğü bedenlerin dışında asıl sorun değişen bedenlerle, değişen kimlik ve kişilikler...kendi içinde kişilik çatışması kaçınılmaz...çünkü yeni kimlikler eski beden ve kişiliğe tam olarak uymuyor...

"Obezite", halk arasında bilinen adıyla şişmanlık, vücutta fazla miktarda yağ birikmesi sonucu ; besinlerle alınan enerji miktarının, metabolizma ve fiziksel aktivitelerle tüketilen enerji miktarını aştığı durumlarda ortaya çıkan bir hastalıktır. "Kendinle barışık olma durumu", "1gram et 1000 ayıp örter" düşüncesiyle değerlendirilebilir!. Bazılarına "su içse yarıyor". Risk miktarını görmek için bel çevrenizi bir ölçün. Erkek için risk 94cm de başlayıp 102 cm ye ulaştığında yüksek risk sayılıyor. Kadınlar için ise bu rakamlar 80cm ve 88cm. 


"Anorexia" ise insanların kendilerini açlığa mahkum ettikleri bir yeme bozukluğudur. Sanatçı, fotomodel camiasında dikkat çeken bu rahatsızlık; genellikle ergenlik dönemindeki gençlerde görülüyor. Kilo kaybı genelde hiç yemek yememe, aşırı egzersizler, diüretik ve laksatif ilaçların kullanımı ile ortaya çıkıyor. Anorexia problemi yaşayan kişiler çok aşırı derecede kilo kaybederler ( kiloları normalde olmaları gereken kilonun % 15 ‘ı kadar daha azdır). Anorexia problemi olan kişiler kendilerini aşırı kilolu görürler!...İkisi ortasında bir yerlerde olmak en güzeli...


 








Bütün bu farklı olma ve güzel olma arayışı içinde "jiletçi"ler var; tek satır boşluk bırakarak jilet atan,  "Müslüm Baba"yla anılan... "piercing"ciler var Guiness rekorlarını zorlayan...
Eski Mısır'da Firavunlar göbeklerini , Romalı askerler cesaret simgesi olarak göğüslerini, Mayalarda ruhani liderler dillerini  deldiriyorlarmış. Victoria Döneminde ise soyluların meme uçları ve cinsel organlarına piercing yaptırdığını biliniyor...sonra nerdeyse tüm vücuda aylarca acı çektirilerek sabırla yaptırılan  dövmeler de var ...en zararsızı vücut boyama ...dövme gibi kalıcı olmasa da vücut boyama da sanat bir  haline geldi artık.  İlkel toplumlardaki inanış ve gelenekler günümüzde de devam ediyor. Afrika, Avustralya, Yeni Gine vb.yerlerde burun deliklerine, hayvan kemiği vb.,  halkalar takıldığı gibi  boyunlarına halka geçirerek uzatma geleneğini devam ettiren Kuzey Tayland’daki Padaung kabilesinin kadınları var listede...( bu alanda rekor kayıt 40cm), yine Afrika'da Mali, Etopya vb.yerlerde, bazı kabileler dudakların içine, ağıza, kulaklara dairesel tahta plakalar "pelele"ler takıyorlar;  ki bunu da güzel görünmek için yapıyorlarmış! tüm bunlar bizim için uç örnekler olsa da onlar için doğal bir gelenek ve böyle daha güzeller!.


-DEVAM EDECEK-

18 Ocak 2012 Çarşamba

Gövde-Beden-Sanat

Gövdemiz, vücudumuz bir tasarımdır. Ama içsel, ussal yanımız sürekli geliştiği için bitmemiş bir tasarımdır insan diğer canlılardan farklı.... Doğumdan ölüme; gelişir, büyür, değişiriz fiziksel görünümlerimizle...bedenler genel olarak birbirine benzese de parçaları arasında küçük farklar vardır hep...kimi insanın kolları kısa, kiminin kulak memeleri bitişiktir, kimi tüysüz, kimi kıllıdır, kiminin kocaman elleri, küçücük kafası vardır...kiminin boncuk gibi gözleri...bazen orantısız ama kendine özgü... ama herkesin bir gövdesi vardır...gövdesiz bir uzuv ve organ bağımsız olarak yaşamaz! Ağrı, acı, hastalık, kaza, yaşlılık...her türlü ölüme yaklaşma uyarır bizi. En özgür anımız doğduğumuz andır,bir daha öylesine özgür olamayız...hep uyarılırız...hep bir şeyler verilir, dayatılır, benimsetilmeye çalışılır...toplumun değer yargıları çerçevesinde şekillendirmeye çalışılır hem fikirlerimiz, hem bedenlerimiz...ayaklarımızdan prangalarla bağlanırız yaşadığımız çevreye, şehre, aileye, geleneklere, tabulara...moda, kişilik-kimlik, statüko,makyaj vb.vs ile giydirilir, ambalajlanır çıplaklığımız.


Harddiskimiz doldurulur başkalarının düşünüp bulduğu formüller, mutlak doğru diye kabul edilenlerle...
çoğu hiç bir zaman işe yaramayacak bilgilerdir bedenimiz gelişirken beynimiz ona oranla bu yüzden fazla gelişemez...çünkü işin içinde bir isteksizlik vardır bu çarpık, yamuk bir eğitim sistemi içinde yanlışlarla yükleniriz...yasaklarla...baskılarla donatılır bedenimiz; kendisi de bir baskı oluştururken üzerimizde...ve insanı insan yapan, ölünceye kadar insan olma uğraşı, çabasına iten duygularla...yine de sorgular insan bazen...işte sırf bu yüzden büyümesi bitmez...öğrenmesi...karşılaştırması başkalarıyla kendini...panik atak, paranoyak hallere bürünür zaman zaman... yersiz şüpheler denizinde boğuluruz. Özünde zarar görmesini istemediğimiz, korumaya çalıştığımız bir bedenimiz ve hayatımız vardır ya...kuruntular, şüpheler...acabalarla!
Mimikler ve jestler konuşmamızda olduğu kadar, üslubumuzun da perçinlenmesi boyutunda önem kazanır.El kol hareketleri bedenimizin dilidir...ne kadar az konuşan biri olsak da vücut diliyle  konuşuruz çoğu zaman farketmeden...en doğrusunu da zaten vücut dili söyler...
Binlerce yıl içinde insan gövdesine bağlı estetik ve güzellik anlayışı değişir durur...buna bağlı moda da... Modacılar giysiyi ikinci bir deri olarak kullanırlar. Daha rahat giyinme hem zihne hem de jestlere özgürlük getirir. Modern çağla birlikte, çağdaş sanatta devreye "yaratıcı beden" kavramı girer...1960-1970’li yıllardan itibaren performans sanatı, kavramsal sanat, yoksul sanat, fluxus v.b. gibi sanatta biçimciliğe karşı çıkan, düşünceye önem veren anlayışlar ortaya çıkar.1980' lerde  üretilen fotoğraf, enstalasyon ve heykeller gerçeküstücülüğün gerilimli güzelliğini, minimalizmin görüngüsel ve tiyatrovari yönünü kullanır.., postmodern dönemin fotoğraf ürünleri biricikliğin ve orijinal olmanın yüceltilmesiyle değil, simülasyon,-mış gibi yapma, pastiş (bir sanat yapıtının taklidi) ve parodi gibi kavramlar eşliğinde gerçekliğin yeniden üretilmesiyle varlığını göstermektedir.
Postmodern dönemde fotoğraf sanatçıları, kendi kimliklerini maskeleyerek, kimliksizleşme ve gizlenme kavramları dahilinde çalışmalar üretmiş, çalışmalarında kendi bedenlerini ya da başka kişi ve nesneleri kullanmışlar, kavramsal fotoğraflar üretmişlerdir. Cindy Sherman, Yasumasa Morimura, Misha Gordin, Robert Mappeltrophe da olduğu gibi...Sherman kadının toplumsal olarak yalnızlaştırılmasının sembollerini yine kadın bedeninde toplar... deformasyona uğramış, alaysı otoportreleriyle estetik kaygıları alt üst etmeyi başarmıştır.Yasumasa Morimura, Marilyn Monroe, Faye Dunaway gibi Hollywood yıldızlarının görüntülerinden yola çıkarak, bilgisayar destekli fotografik yaklaşımıyla otoportrelerini oluşturmuştur.
Gövdenin gerçekleriyle toplumsal alanda bu gerçeklerin doğurduğu çelişkiler günümüz sanatını besler...bu örnekler tabuların yıkılmasında biraz da olsa etkili olmak zorundadır...her dönemde yasaklarla karşılaşırız ama yasak her zaman cezbedicidir ve yasaklamalarla gerçekler saklanıp üzerleri asla tam anlamıyla örtülemez...hele hele sanatta ve düşüncede asla yasak-lama olamaz...yoksa her alanda geri kalmaya mahkum etmiş oluruz kendi kendimizi...İnsan üzerinde üç tür baskı vardır. Bunlar din baskısı, toplum baskısı ve beden baskısıdır.


Kimi kaçar kendi bedeninin gerçeğinden çarşaflar altına, kimi kendini, bedenini beğenmez silikon taktırır göğüslerine,botoks yaptırır dudaklarına,piercing ile güzelleşip farklı kılar kendini! Bir elinde ayna bir elinde cımbızla dolaşanların umurunda değilken dünya biri çıkar  elinde çiçekle durur silahların süngülerin önünde...bir başkası bedenini siper eder sevdikleri, inandıkları için...Greenpeace'çiler nükleeer faliyetleri protesto için  kendi bedenlerini kullanarak performanslar yapar...nükleer faciaları canlandırırlar yerlerde ölü gibi yatarak, kendilerini zincirlerler...her kültürde rastlanabilecek bir nevi bondage(bağlılık, kölelik)dir inandıkları uğruna ya da Hz.Hüseyinin ölüm yıl dönümünde kendini kırbaçlama ritüelleri İtalyan manastırlarında da görülür...o kadar çök ritüel var ki beden ile ilgili ve neredeyse hepsinde de acı çekme var... ne istiyoruz bedenlerimizden!? Belkide beden olmadan tam anlamıyla ifade edemiyoruz kendimizi...
Çok eskiden beri tanrılara kurban edilir canlar...sunaklarda "insan" adaklar...yine de doymaz tanrılar! Hrant Dink'in öldürülmesinden sonra da Agos gazetesi önünde bir performans yapılmıştı.50 kişi onun öldürüldüğü yerde temsili olarak ölmüştü onun gibi ...Dün mahkemeden çıkan kararla yeniden vuruldu Hrant...şimdi bir kez daha ...bir yeni performans yapma zamanı belki...tüm "faili meçhul"ler ve 60 dan fazla gazeteci için...



Baba, koca dayağı altında ezilen bedenler, sevmediği insanın bedeninin altında ezilenler...zorla evlendirilen 13 yaşındaki kız çocuklar...ensestler...tecavüzler...sağlıksız toplumların eseri...bedenimizin, insan doğasının gizli gerçekleri...doğru düzgün ve doğal yaşanamayan cinselliğin çarpıtılmış halleri...Rönesans düşünürünün söylediği gibi insanın bütün güzelliği "deride"dir. Derisiyle kaplanmış insan çıplak değildir. Çıplak bir bedenin erotik bir nesne olarak çekiciliğini yaratan derisi, tenidir. Kaslar, yağlar, lenfler, damarlar...Performans Sanatının öznesi bedendir...bununla birlikte bedenin yer aldığı mekan... Beden ile mekanın arasında bilincin belirlediği ama bazen bedenin gerçekliğine teslim olduğu her durumda kurgulanmış bir müdaheledir...uzayın asıl aşıldığı yer ise zihindir. Bedenin ve mekanın fiziki sınırlarıyla ve sınırları arasında yaratılan bir gerilim, bir başkaldırıdır....bu yüzden biraz anarsist, biraz mazoşisttir...Mesela Hermann Nitsch kendini çarmıha gerdirerek, kestiği domuzdan çıkan kanları üzerine döktürmüştür...bu ritüelin
ve fiziksel şiddetin önemini vurgulayan bir iştir. Chris Burden’in ‘atış’ adlı performansı oldukça çarpıcıdır. Sanatçı bu performansında 22 kalibrelik bir silahla kendini bir arkadaşına vurdurmuştur. Marina Abramovic, vücudun limitleri, insan aklının nelere izin verdiği ve hitap edilenle hitap eden arasındaki ilişkiyi inceliyor. Bir performansında izleyicilerin eline birçok kesici madde vermiş ve bu maddeleri kendi üzerinde denemelerini istemişti. Sonuç: Kan revan içinde ve ölümden dönen bir kadın. 'Ölmek değil; neler yapabileceğini görmek istedim' diye anlatıyor bu performansı Abramovic...
Et ve kemik olarak algılama dokunmayla olur. Dokunma ilkin cinselliği çağrıştırsa da dokunmak hüzünlenme, duygulanma, rahatsız olma ve benzer duyguları da getirir.
Bedenlerin fiilleri vardır...eylemleri... yapabildikleri, yapamadıkları... İnsanlar,yapabileceklerini düşündükleri sınırlar içinde hayal kurarlar...ütopyaların bile mantıklı sınırları vardır...
-DEVAM EDECEK-

13 Ocak 2012 Cuma

balık ve deniz ürünleri-2-


Havalar bir garip…artık mevsimler tam oturamıyor!…gidip geliyor…böyle olunca ne biz ne de doğa uyum sağlayabiliyor bu gidişe…havalar ılık gidince balık azalıyor, fırtına olunca balıkçılar denize açılamıyor; çinekop tezgahlarda iyice azaldı ve neredeyse kayıplara karışmak üzere. Artık altın borsasında olduğu gibi balık fiyatları da sürekli değişiyor. Aslında balık mezatları bana hep mantıklı gelmiştir. O gün hangi balıktan ne kadar çıkarsa ona göre açık arttırma oluyor…böylelikle balık değerini buluyor, balıkçı da emeğinin karşılığını alıyor. Geçen gün "Balık Pazarı"ndan geçtim. Balık fiyatları almış başını gitmiş…Tabii balık pazarı genel olarak 1.5-2 katı pahalı olabiliyor ama Samatya’da da pahalı. Çinekop’un irisi balık pazarında 45 liraydı…barbun 75 lira…hamsi ve istavrit ise 15 lira…hal böyleyken ucuz yollu bir keyif yapayım ve sizle paylaşayım istedim.

"Sardalya"(sardalye-sardele)dan salata
10-15 adet konserve ya da tuzlanmış sardalye  
2 adet orta boy pancar  (ya da pancar turşusu) 
2 orta boy patates(haşlanmış) 
2 adet katı halde haşlanmış yumurta 
2 sap taze soğan
1 sap dereotu
1 demet tere
3-4 yaprak roka 
1’er çay kaşığı deniz tuzu ve tane karabiber(değirmende çekilecek)
1 adet tatlı kırmızı biber( közlenmiş)
1 fincan krema
1 yemek kaşığı mayonez 
1 limon
1 marul(Yedikule marulu) 


                     Fotoğraflar: Cüneyt Gök

                     Çeşme'de balık mezatı...
              Tekir, sonbahar-kış geçişiyle Karadeniz'de bollaşır...
                  Çeşme'de mezatta "Böcek"ler...
                  Karides salatası...
                  Tartar sos ve fırın patates eşliğinde levrek fileto...


                Yalova'da Çirozlar ve Balıkçı Tamer kardeşim...

Bol su altında sardalyeleri  temizleyip biraz suda beklettikten sonra, kılçığını alıp küçük parçalara bölelim, pancarı ince dilimler halinde,(eğer pancar turşusu ise küp şeklinde) bir parantez daha açar isek(pancarları haşlayıp, dilimleyip tuz, sirke içinde bekletirseniz aynı gün içinde yemeye hazır oluyor yani hızlı ve taze turşu...bu işlemi kırmızı biberleri közledikten ve dış zarlarını aldıktan sonra sarımsak da ekleyerek uygulayabilirsiniz..daha sonra zeytinyağı içinde de saklayabilirsiniz....kapa parantez! )kestikten sonra patates, yumurta ve  taze soğanı da aynı şekilde ince doğrayıp, ince şeritler halinde kestiğimiz kırmızı köz biberi, tere ve roka yapraklarını ekleyelim. Malzemelerin pişirilme şekliyle ilgili her zaman alternatif aramak yeni lezzetlere götürüyor. Mesela  tercihen taze patates kullanmak, fırında, ızgarada pişirilmiş ya da mangalda külde pişirilmiş olursa çok lezzetli oluyor…haşlanmış patatesi soyup bir miktar zeytin yağıyla ıslattıktan sonra yine fırının ızgara bölümünde , üzerleri kabuklaşıncaya kadar tutabilirsiniz. Deniz tuzu ve değirmenden karabiberi de çekerek ekleyelim. Mayonez ve krema karışımına limon suyunu ilave edelim ve güzelce karıştıralım. 
Marulun dış yapraklarını genişçe bir servis tabağına dizelim ve hazırladığımız salata karışımını marul yaprakları üzerine dengeli bir biçime bölüştürelim. Her biri üzerine  mayonez ve krema karışımı ve dereotu ile süsleyelim.  Dolapta kısa bir süre dinlenmeye ve soğumaya bırakalım…10 k. sonra servise hazır! Afiyet olsun!


Sardalya Ev Tuzlaması
Tüm balıklar için evde uygulayabileceğiniz basit bir çalışma sonunda ; 2-3 haftada sonuç alıyorsunuz. Sardalya ve hamsi için hiç yıkamadan, içini ve pullarını almadan yapabileceğiniz tuzlamada önemli olan; kavanoza balıkları bir kat balık, bir kat tuz şeklinde dizmek…Serince ve ışık almayacak bir yerde( tezgah altı, kiler dolabı) saklanır. Bir ay kadar sonra ev tuzlaması hazırdır!. Bu arada balık suyunu ve yağını salar o yüzden kavanozu sallamak, ters yüz etmek gerekiyor ki tuz her yere ulaşsın(ev turşusu kuranlar bilirler….aynı mantık). Yenecek kadar balık alınır, tuzu gidene kadar iyice yıkanır, biraz limon sıkılarak afiyetle yenir…isteğe bağlı biraz zeytin yağı da gezdirilir. Zeytin yağı ve zeytin yağı ile yapılan mezeler rakı sofrasının vazgeçilmezidir. Zeytin yağı midevidir. Aydın Boysan rakı öncesi bir çay bardağı zeytin yağı içermiş…tabii rakının mideye dokunması engellendiği gibi sarhoşlukta geçikiyor…ya da hep çakır keyif kalınıyor. Hiçbir meze olmadan sadece tuzlama ve rokayla bir büyük gider…Bu arada kavanozdaki balıklar bir-iki aydan sonra  sarımsı, altın- kahve bir renk alıyor…sanki karamelize olmuş gibi…yıllandıkça güzelleşiyor…tuz da daha fazla pişiriyor ama balık eti içine daha fazla tuz alıyor.


Uskumru Çiroz
Uskumrudan  çiroz yapmak( uskumru bulursanız!) için en uygun zaman nisan ve mayıs aylarıdır. Balığın  yağını kaybettiği mevsimdir. 100 adetten yapılacak sıralar için yarım paket mutfak tuzu derince bir leğen içine balıklar üzerine serpilip , yedirilir ve yarım gün bekletilir. Daha sonra yıkanan balıkların sadece iç organları çekme yöntemiyle sıyrılır…kafalar kopartılmaz. İçinde kan pıhtısı kalmayacak şekilde yıkanır ve kuyruklarından ikişerli  üçerli gruplar halinde ipe geçirilir…ipe geçirilen sıralar gün içinde güneş alabilecek, aynı zamanda hafif rüzgar da alabilecek yerlere asılırlar. Hava şartlarına göre yaklaşık olarak  bir hafta içinde kurur … Bu süre zarfında yağmur ve fazlaca nem almamalıdır ki gerektiği gibi kuruyabilsin. Toz aldığını düşünüyorsanız suda şöylece bir yıkayıp ateş üzerinde her iki yanı çevrilerek yavaş yavaş pişirilmelidir. Balıklar daha sonra  yumuşatılması amacıyla sırt taraflarına vurulur …pişme işlemi sonrası kabuklaşan deri ve kılçığı alınır. kılçıklı karın kısmı ve kabuklaşmış derisi çıkartılıp atılır. Parçalara ayrılan balığın eti suda yıkanıp sıkılıp süzülerek üzerinde son kalan kan ve tuz artıklarından arındırılmış olur. Artık zeytin yağı ve limon gezdirdikten bir süre sonra yemeye hazırdır.  Muadili olmasa da kocabaş istavrit ile de aynı işlemlerden geçirerek çiroz hazırlamak mümkün!

Pazı ve Mantarlı Levrek Fileto
1 çorba kaşığı zeytinyağı 
1 orta boy levrek 
1 bağ pazı
1 adet soğan 
4 adet irice mantar
1 çay kaşığı soya sosu 
2 çorba kaşığı hazır krema
1 fincan rendelenmiş kaşar peyniri 
Deniz Tuzu 
Tane Karabiber 

Mantarlar çabuk piştiğinden öncelikle soğanları pembeleşinceye kadar kavuruyoruz . Mantarı ince ince kıydıktan sonra soğana ekleyelim…ardından kıyılmış pazıyı ...Pazı ya da ıspanak mantar birlikteliği kırmızı et ızgara ve yemeklerine olduğu kadar beyaz etli balıkların yanına da çok yakışır...pazı suyunu salıp yumuşayınca  tuz ve karabiberi çekelim… ardından soya sosu ve kremayı ilave ettikten sonra bir süre daha pişirelim Ocaktan aldığımız filetoları fırın tepsisine dizelim ve pazılı harçımızı üzerlerine bölüştürüp filetoları rulo halinde saralım açılmamaları için kürdan ile tutturabilirsiniz.Önceden kızdırılmış fırında 200 derecede pişirmeye başlayalım üst tarafın kızarmasına yakın fırından çıkarıp rendelenmiş kaşar peynirini serpelim ve yeniden fırına koyup , ızgara konumunda kısa bir süre daha pişirelim.  Servise hazır. Yanına kavrulmuş erişte yakışır…
Deniz levreği bulursanız direkt ızgaraya …çiftlik olursa değişik varyasyonlarla pişirmek, soslarla servis etmek daha makbuldür. Yanına demi sek beyaz şarap öneririm bir de kibrit patates…