20 Aralık 2011 Salı

....farkında olmak...

…tersine… bir ‘tırmanıştı’ yaprakların düşüşü; en azından ben öyle olduğunu düşünerek karşı konulmaz bir sondan biraz olsun uzaklaştığımı sanıyorum… Kimse kimseyi duymuyor sadece gürültüler var boğuk… Kimse kimseyi görmüyor sadece görüntüler var bulanık… Kent ya da şehir; herkesin bildiği ama isimsiz… Her geçen gün biraz daha silikleşen insan yüzlerini bulutlara benzetiyorum; ufacık bir rüzgarla durmadan değişen, tam bir şeye benzetip birilerine göstermek isterken birden dağılan bulutlara… Bulutlar hiçbir yere ait değildir, görüş alanımız içindeki gökyüzüne bile… İçine gökyüzünü de alan bir fotoğraf çek; oraya ve o zamana ait olurlar! O anın içinde dondurulmuş, o çerçevenin içine hapsedilmiş... O gün İstiklal Caddesinde yürürken benim de bu şehre ait olmadığımı anladım. Görüş alanıma girip çıkan kalabalığın, yitip giden o yüzlerin hiçbir özelliği yoktu; ifadesiz, donuk ve birbirine benzer bakışlar… Netlik yapmıyordu gözüm. Gözleri kapalıyken görebilenleri, gözleri açıkken içindeki ışığından ayırt edebilirsiniz. Kulaklarımız işitmeye uygun tüm sesleri işitir, gözlerimiz ise ne göreceğini seçer. Aslında her şey çizgilerde; çizgileri çizgi yapan noktalarda gizli. O noktalar bir gün masumca konuldukları yerde eğik çizgilere dönüşmüş durumda. Eğik çizgileri değişen, dönüşen ve yabancılaşan insan hayatlarına benzetiyorum. Sanırım her insanın özgün bir yapıt olduğu düşüncem bu ‘fotokopi’ görüntülerle hızla tükeniyor. Sadece tüketim üzerine kurulu yaşam anlayışları bir duyarsızlık üniforması gibi üzerlerinde… Kimse düzeltmediği gibi çizgiler daha da eğiliyor… o ilk konan noktalar hatırlanmaktan uzak… çizgiler eğiliyorlar, eğiliyorlar … 

kalabalıkla beraber akıp gideriz kirli bir nehir gibi sokaklardan caddelere
belli belirsiz silik yüzlerimizle oradan oraya
özgürlük düşlerimiz umutlarımızla yitip gideriz kirli bir nehir gibi… 
açık gözlerle ama derin bir uykuda… yitip gideriz en karanlık saatindeymiş gibi gecenin. 
ısırgan otlarına ,savaşlara, mezarlara, 
ayaklarımız altındaki karıncalara aldırmadan yaşarız çoğumuz, 
gökyüzü örter kaplar herkesi her şeyi 
zaman kokular ve gölgeler taşır 
mevsimi gelince çiçek tozları yine uçuşur
bir döngüdür yaşam
ama bil ki
hiç bir şey eskisi gibi olmayacak...
… bulutlar hiçbir göğe ait değildir. Sen bulutlara bakarsın bulutlar sana …Sonra seni bırakıp, unutup giderler orada. Gökyüzü senin için iki gözün açıkken baktığın aralık kadardır; bulutlar içinse kat edilecek daha çok yol vardır. Her gün küçük listeler yaparım cebime koyarım yada koyduğumu zannederim… Mutlaka bir yerlerde unuturum! Sonra, tesadüfen unuttuğum listelerden birini bulduğumda ekmek, plastik kova, domates, yeşil salata, limon, sigara ve mezgitle alakasız bir şekil ve zamanda karşılaşmış olurum Lavabo aç alıp mutfak lavabosunu aç, sabah uyanıp kalkınca yüzüne bir avuç güneş çarp!.. 
Pasiflora, sudafet, miyorel, kulak temizleme çubuğu gibi notlar ve listeler.. Aynalarla pek barışık olduğum söylenemez; aynalar gerçeği çoğaltır çünkü. Gerçek çoğalıp büyüdükçe biz küçülürüz; o yüzden nasıl göründüğümü pek bilmem ama fotoğraflardaki ‘ben’i gözümde daha iyi canlandırabiliyorum. Tüm fotoğrafları önüme döktüm, pek çok fotoğrafta yaşayanlar ve yaşananları… Fotoğraflarla akıp giden zamanı ve değişimi görebiliriz. Yalova’da çekilmiş bir fotoğrafımda benim 20-25 yıl önceki halim …elimde tutuğum lüferler -hemen o akşam afiyetle yediğimiz, ısınan havayla göğe yükselen, belki saatler sonra buluta dönüşecek su partikülleri bile hapsedilmiş kadraja …kırık dökük küçük iskele- 17 Ağustos sonrası denize doğru 50 metrelik dolgunun altında kalan- ve o iskelenin ilersindeki,  canlıları sürekli azalan deniz… arkada 1. ve 2.mendreğin  beyaz boyalı beton fenerleri- şimdilerde metal profilden çirkinlik abidesi… 
Şimdi aynı yerden, aynı açıyla böyle bir fotoğraf çekmeye kalksak, fotoğrafta geçmiştekine en yakın görüntü ancak gökyüzü ve varsa birkaç bulut olabilir. Geçmişte çekilen bir fotoğrafta bulunan, bu gün gerçekte varlığını sürdürebilenler bu fotoğraf örneğinde olduğu gibi tamamen farklı olacaktır.Fotoğraf içinde ölümü saklasa da bakıldıkça  yaşananları yeniden diriltir. Bir zamanlar en sevdiğim spor ayakkabılarım, paçaları sıvanmış kotum, mavi çizgili t-shirtüm, geçmişte balıklarla dolmuş taşmış; daha sonra da dolacak turuncu kovam!... Paralaks hatası yapan sabit objektifli fotoğraf makinesi, film, banyo eczası, baskısı kartı, o günün o saatinin o ışığı… Bir daha bir araya gelemeyecek koşullar birleşip o biricik fotoğrafı oluşturmuş.
Gülümseyişim, coşkum, boyum, kilom( en zayıf halim), saçımın taranmamış, özgür hali vs.vb. Her ne kadar o fotoğrafta görünmese de dişimde o zaman tek bir çürük bile yoktu. Bulutlar bulutlar… Kar kristalleri gibi birbirinden farklıdır. Çocukken gökyüzüne bakmaktan boynum ağrırdı ama ağrıdığına da değerdi; tunçtan heykeller, yumuşacık peluştan hayvancıklar… Büyüdükçe sırtüstü yatmayı keşfettim. 
“Hiçbir konu, hakkında hiçbir şey söylenmeyecek kadar eski olamaz.” (Dostoyevski) Evet, hayatın başlangıcı ne kadar eski olsa da hayat hakkında söylenecek o kadar çok şey var! Farkında olduklarımı söylemeliyim bir bir..Şimdiye kadar rüzgarı gören olmadı; ama tenime,yüzüme, yapraklara, otlara, beton duvarlara değip geçiyor; benden önce okuyup bitiriyor masadaki kitabı; benden önce öpüyor sevgilimi.. Kuzey ve batı rüzgarları düşüncelerin arındırılması üzerinde etkilidir; güneyden ve doğudan gelen rüzgarlar ise yeni doğuşlara ve gelişmelere açar bizi… Mavi, yaşamdaki amacımızı ve özlemlerimizi gerçekleştirmemiz yolunda bizi destekler,anlayış gücümüzü arttırır. Barışçıl yüksek nitelikleriyle deneyimlerimize yeni boyutlar kazandırır. Maviyle kararlı ve huzurlu oluruz. Deniz ve gökyüzü insana huzur verir, sakinleştirir. Sonsuzluğu ve özgürlüğü çağrıştırır. Öyle bir gökyüzü ki her şey onda… Şehrin içinde yaşamaya çalışırken, sokaklarında küçülüp silikleşerek kaybolurken bütün güzellikleri ve özgürlüğü onda bulabilirsin sadece ; başını biraz yukarı kaldırman yeterli. O, hep üstünde yukarda olacak; hiç ihanet etmeyen bir gökyüzü...
Yaşam üçboyutludur ;uzunluk genişlik ve derinlik.Birinci boyut bitkisel yaşama denk düşer; ikinci boyut hayvansal yaşama, üçüncü boyut ise insansal yaşama uygundur (Borges “sonsuzluğun tarihi”). Yaşamın ya da gerçeğin biçiminin geçmiş ve gelecekte değil şimdiki zaman olduğunu açıkça görmeliyiz. Geçmişte kimse yaşamadı; gelecekte de kimse yaşamayacak. Aksine şimdiki yaşam sadece tüm yaşam biçimidir (Schopenhaur).Şimdide yaşamak her an yeniden doğmaya benzer; hiçbir şey, bize olabilecek en kötü şey değildir, gibi cümleleri düşünerek kendimi iyi hissetmeye çalışıyorum; ama şurası bir gerçek ki hepimiz birilerine göre başkalarıyız. Ve hiçbir zaman başkasını tümüyle anlayamayız. O zaman ben de birilerine göre başkası isem benim de tam olarak anlaşılmam beklenemez. Yabancılaşma burada başlıyor; değişimden dönüşümden başkalaşımdan nokta olarak başladığımız serüvende çizgiye dönüşmekten ve çizgilerin yamulmasından…
Birbirinden farksız çirkin yüzleri, sessizliği bozan her şeyi, gri kıpırtısız ölgün denize tüm gücüyle çağlayan kanalizasyonu unutabilmeyi isterdim!! Tüm ölümleri, tüm eksik yaşamları unutabilmeyi… Sis dağıldı, büyü bozuldu ve şehir görüntülerin keskinliği somutluğuyla eski haline döndü.Martılar şehir çöplüğünde yiyecek bir şeyler ararken dumanlar içinde boğulan kent suskun bekliyor sanki …dışardan bakıldığında…

şehir gibiydi adam geçmişi arka cebinde
o kadar kalabalık bir o kadar da yalnız
boşa nefes tüketip boşa hayal kurdu 
yürekli olmanın aptallık sayıldığını bilebile…
şehir gibiydi adam
tek yöneydi yaşam
o yönü bulamadı…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder