4 Nisan 2013 Perşembe

Bellek; hatırlama ve unutma üzerine...

Takıntılı konularımdan biri işte!..daha önce de yazmıştım bir şeyler ve alıntılar yapmıştım yine...İnsanlığın ortak bir bilinci, bilgi deposu ve belleği vardır. Bu bilinç, milyonlarca yıldır insanların doğayla, hayvanlarla ve birbirleriyle girdikleri mücadelelerin ve kurdukları iletişim ve etkileşimin kuşaktan kuşağa aktarılarak gelen bir birikimi ve toplamıdır aslında...

İnsan düşüncesi ve bilgi birikimi, en gelişmiş iletişim aracı olan dil aracılığıyla insandan insana ve çağdan çağa aktarılmış böylelikle başkalarıyla paylaşılan bilgi, artık bireysel olmaktan çıkıp toplumsal bir ürün haline gelmiştir... Bellek, hep şimdide var olan bilincin, geçmişi de şimdiye taşımasını sağlar.Bellek, yaşananları, öğrenilen konuları, bunların geçmişle ilişkisini bilinçli olarak zihinde saklama gücüdür.


Bellek, hafıza ve anımsamayla şekillenir. Anımsama, geçmişle bağ kurmaya yardımcı olur. Birey ve toplumlar kimliklerini kurabilmek için geçmişe ihtiyaç duyarlar.
Toplumlar, kendi oluş biçimlerini soyut olarak oluştururlar ve yarattıkları hatırlama kültürü ile bu imgeyi kuşaktan kuşağa aktarırlar. Toplumsal belleğin oluşumu toplumsal olarak üretilmiş kültürle bağlantılıdır. Özneler arası ilişkilerle elde edilmiş bilgi, geçmişin bilgisi, öğrenme yoluyla belleğe yerleştirilir ve anımsamayla varlığını korur. Anımsamanın sürekliliği mitos ve törenlerle, toplumsal kurum ve değerlerle, dil ve yazıyla, bedensel uygulayım pratikleriyle, kitle iletişim araçlarıyla ve bunların içindeki semboller yani simgesel dille sağlanır.
Bergsoncu bakış açısıyla yaşam mekanik olamaz ve materyalizmle açıklanamaz. Sadece sezgi gerçekliği açıklayabilir. İnsan zekası, tek başına evreni kavramaya yetmez. Bergson, usçu felsefi mirası reddeder; akıl, us, mekanik görüşler gerçeğe cevap veremezler. Düalizminin temelini zihin ve sezgi ayrımı oluşturur. Zihin nesneyle ve uzamsal zamanla, sezgi ise yaşamla ve süreyle bütünleşir.


 


"Hiç bir canlı varlık yoktur ki yavaş yavaş kendi sonuna geldiğini duyumsamasın; yaşamak yaşlanmaktır. Ancak, aynı biçimde, bir yumağın sürekli sarılmasına da benzetilebilir; çünkü geçmişimiz peşimizden gelir, izlediği yol boyunca topladığı şimdiyle durmadan kabarır. Bilinç demek, bellek demektir." (Henry Bergson)

Şimdi, geçmişin ve geleceğin birleşimidir. Zaman gibi hiçbir nitelik birbirinden mutlak olarak ayrılabilir değildir. Niteliksel zaman noktalardan oluşmaz. Geçmişin şimdi içinde yaşadığı yer bellektir. Geçmiş zihnimizde bir düşünce olarak belirmez, o artık yaşanan andadır, şimdidedir. Russell da bellek kuramı ile ilgili benzer şeyler söyler...
O zaman “memoria”   şimdide yaşıyorsa "oblio"da şimdide mi gerçekleşir? Neleri hatırlar, neleri unuturuz; geçmişte önemsiz olayları bile tüm detaylarıyla hatırlayıp bir gün önce yediğimiz yemeği hatırlamamak niye!? Neleri, ne şekilde kaydediyoruz?...işimize gelmeyen şeyleri mi unutuyoruz, mutsuz anları, acı olayları ve hatıraları silmeye çalışıp da ne kadar başarılı oluyoruz? Bunları bir genelleme altında toplamak belkide yanlış olur...Herkese göre değişebilir....BEN UNUTMAYA BAŞLADIM! Unutmazsam yeni bir şeylere yer açamayacak mıyım? Yoksa bir unutmaya başlayınca çorap söküğü gibi tüm bildiklerim ve yaşadıklarım; belleğim çözülüp gidecek mi? 
Hatırlamak için bazen parmağımıza ip bağlarız,sonra ipi niye bağladık hatırlamak için bir ip daha!..bazen bir isim takılır kafamıza hatırlamak için sabaha kadar kıvranırız; belleğimizin tozlu rasflarını alt-üst ederiz.Sonra hiç olmadık bir zamanda; tam da unuttuğumuzu sandığımız bir anda dilimizin ucuna geliverir o isim!..

 

Geçmiş, gelecek ve şimdinin bir aradalığı edebiyatta bilinç akışı olarak nitelenmiş ve Proust, Joyce, Faulkner, Woolf başta olmak üzere pek çok yazarın kullandığı bir teknik olmuştur. Ama Proust'un 3000 sayfalık ve 7 ciltlik "A la recherche du temps perdu"-"Kayıp zamanın izinde" Romanı başı çeker..."Her hareketimiz, her sözümüz, her tavrımızla, onu doğrudan görmemiş, duymamış olan insanlar arasında, geçirgenliği sonsuz değişken olan ve bizim tarafımızdan bilinmeyen bir ortam bulunur"...-Kayıp Zamanın İzinde" Marcell Proust-
Peki hangisi kolay hatırlamak mı yoksa unutmak mı?

Görselliğin egemenliği dokunmayı ve hareket etmeyi olanaksız kılar. Seyretme durumu müdahale etmeyi olanaksızlaştırır kimi zaman...seyretme "hatırlama"nın imkansızlaştığı sürekli bir "unutuş" halidir…

Bir manzaranın karşısında saatlerce kalabiliriz, çalışan bir eskavatörün  ya da yayın olmayan bir Tv karşısında…boş boş bakarken düşüncelerden sıyrılıp  beynimizi boşaltıp, hafifler miyiz, yoksa  kendi kontrolümüzü kaybedip bir süreliğine hipnotize mi oluruz...bilincimizi tamamen hangi durumlarda yitiririz...Amnezi; bellek yitimi sürekli olabilir mi yoksa bu gün yaşadıklarımız(her gün şimdi de)her geçen gün ile yeni bir geçmiş mi oluşturur? Yeni hatıralar geçmiş hatıralar gibi anlam yüklü olabilir mi? Ne kadar  çok soru varsa o kadar da cevap olmalı diye düşünüyorum ama cevapsız kalıyorum!Yayın yapmayan bir Tv kanalını izlerken; ekranda rasgele titreşen binlerce noktacık ve sürekli hışırdayan bir ses...sürekli değişir o noktacıklar ve hışırtılı ses artar sanki ama anlamsız olmaları değişmez...yine de seyrederiz o noktacıkları...



 
 
 

Unutmak belleğin, benliğin başarısızlığı mıdır yoksa başarısı mı?
Hitler'i nasıl unutabilirim; "Savaşan Dünya" belgesellerinin gece yarıları son karelerine kadar herkes uyurken evde siyah beyaz tv de izlediğim belleğime kazınan o Auschwitz'li kabus dolu günleri nasıl unutabilirim , babaannemin elde  açma kıymalı tepsi böreklerini...Brook Shields'i, ilk aşkımı...ilk sigarayı, ilk öpücüğü, tuttuğum en büyük balığı....ama yatağa işediği günleri, babadan yediği sıkı tokadı, yüzünü yakan kömür sobasını, mastürbasyon sırasında annesine yakalandığını kim hatırlamak ister!..ergenlikteki sivilceleri, erkek lisesinde ve askerlikteki sapkın tipleri, birinin gözlerin önünde nasıl ölüp gittiğini, o kadar çok severken aldatıldığını unutmak ister insan... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder