2 Ağustos 2012 Perşembe

sürrealist "manyetik alanlar"

"Dadaizmden" ve Fransız filozofu Henry Bergson “sezgicilik” adını verdiği düşünce akımından etkilenen sürrealistler, Freud'un psikanaliz yönteminden yola çıkarak  bilinçaltını sanata yansıtmayı hedeflediler....

"Gerçeküstücülük, ister söz, ister yazı ile ya da başka bir yolla, düşüncenin gerçek işleyişini ortaya çıkarmak için başvurulan, içinden geldiği gibi yazma yöntemidir. Bu, aklın denetimi olmaksızın (rüyada olduğu gibi) her türlü estetik ve ahlak kaygısı dışında düşüncenin yazılışıdır". 
André Breton




1-"Metamorfozlar"serisinden...2-"Je ne vois pas la [femme] cachée dans la forêt,"Ormanda saklı kızı görmüyorum"- La Révolution surréaliste, Paris, no.12, December 15th 1929  

Marx'ın parolası dünyayı dönüştürmek, Rimbaud'nun ki dünyayı değiştirmekti...André Breton'un ise her  ikiside...Şiiri her şeyden önce yaşamı değiştirecek bir tavır ve tutum olarak ele alan André Breton,"otomatik yazı"yöntemini Philippe Soupault ile birlikte ilk kez"Les Champs magnétiques" (Manyetik Çayırlar-Manyetik Alanlar-1920) adlı metinde kullandı..."écriture automatique" (otomatik yazı) yöntemi, Gerçeküstücülerin kullandıkları, serbest çağrışımların aklın denetiminden geçmeden dile özgürce aktarılmasından oluşan bir yöntemdir.  Breton kolaj çalışmaları da yaptı...Savaş yıllarında anarşist hayalleri vardı...kavgasını verdiği devrimci hareketi ve tavrı hayatının sonuna kadar devam ettirdi...o dönemde Sürrealist fotoğrafçılık resimle her zaman iç içe olmuş ve Duchamp'in yapıtlarından büyük destek almıştı...bunun yanında otomatizmden ve rüyaların incelenmesinden çıkan fantastik meyil, cinselliğin önde olduğu, fetişist bir karakter ortaya çıkarmıştır. Bu fikirler, dönemdeki fotoğrafçıların kolajlar, birleştirilmiş görüntüler, montajlar gibi teknikler ortaya koymalarını sağlamıştır...bunun sonucu olarak, 20. yy sanatı ve fotoğrafında yeni düşünceler ve fikirler doğarken büyük etkileşimler gerçekleşmiştir...
Bir çok sanatsal kompozisyona kolaylıkla montaj seklinde uygulanabilmesi, fotoğrafın önemini arttırdı...Özellikle Dadaist grup birçok farklı nedenden dolayı fotomontaj tekniğini kullanmıştır. Marks Ernst'ün ve André Breton'un bir çok eserinde bu teknik görülmektedir. Sürrealistler fotoğrafı “modern görüntünün gerçekçi yansıması” olarak algılamışlar ve suni-endüstriyel bir dil olarak görüp, geleneksel resmin özelliklerini hem "bozduğunu" hem de "geliştirdiğini" düşünmüşlerdir.Sürrealistler doğru iletişim kavramını tahrip etmişler ve karşıt ideolojilerin aynı dokümanda yayınlanabileceğini savunmuşlardır. Sonuçta Sürrealizm cinselliği o döneme kadar ön plana çıkaran akımdır. Sürrealist fotoğrafçıların bir çoğu sadece fotoğraf çekmekle kalmamışlar, bunun yanında resim, heykel ve şiir gibi sanat dallarıyla da ilgilenmişlerdir.
Tekrar André Breton'a dönelim!
Breton, Paul Valéry, Guillome Apollinaire,Jacques Vaché, Luis Aragon, Pierre Reverdy, Paul Eluard, Marcell Proust gibi dönemin ustalarıyla dirsek temasında bulundu.1924 yılına gelindiğinde 1. Sürrealist Manifesto’yu yayımladı.1930 da ise 2.cisini... 
1930 yılında, Dali bir kağıda  yan yatmış ve deforme olmuş bir sürahiyi, hem bir karınca yiyeni hem de ressamın 1929’da yaptığı "Le Grand Masturbateur" adlı tablosunu andıran bir desen çizdi ve bu desenin dile benzeyen uzantısına "André Breton-Karınca yiyen" yazdı...


Böylelikle "karınca yiyen" imgesi Breton’un temel şiir tutumunu ortaya koyarken sürrealizmin de simgesi sayılacaktı...bu imge aynı zamanda varlıklar ve şeyler karşısında bir bekleyişin de habercisiydi..akıl, bir karınca yiyen gibi ağzı açık kaldıkça, varoluşun aydınlattığı bütün belirtiler, varlıklar ve şeyler karşısında uyarılmış bekleyişin kapısından içeri girivereceklerdi...Karınca yiyenin ağzına yuvarlanan sinekler, böcekler, karıncalar gibi...
"bize ne gelirse gelsin, görkemli ve göz kamaştırıcı olan bekleyişin ta kendisi. Ya da “gelmeyen gelmez, esas olan bekleyiştir” (L’Amour Fou).




Bilinçli akıl yitimini,duygu-durum bozukluğunu tercih eden sürrealistler, normal dışı bir şekilde ruhlarını besleyecek imgelerin peşinde bir karınca yiyen oldular!...
Breton kuşkusuz, Julien Gracq’ın deyişiyle; çağdaşlarından daha fazla olmak üzere düşünce dünyasını manyetik alana yeniden çevirme katkısını sürdürdü...
ama hiçbir zaman “popüler” bir şair olmadı.

SIRSIZ AYNA
(André Breton–Philippe Soupault-Manyetik alanlar)


Su damlası mahkûmları, sadece ölümsüz yaratıklarız bizler. Ses çıkarmadan kentlerde koşuyoruz ve büyülü duvar ilanları artık dokunmuyor bize. Bu kırılgan heyecanlar, bu kavrulmuş sevinç sıçramaları neye yarar? Sönmüş yıldızlardan başka hiçbir şey tanımıyoruz. Yüzlere bakıyoruz ve zevkten iç çekiyoruz. Ağzımız, kayıp kumsallardan daha kuru. Amaçsızca, umutsuzca dönüyor gözlerimiz. Artık yalnız bu kahveler var ve oralarda serin meyve sularını, birbirine karıştırılmış içkileri içmek için toplanıyoruz. Bir önceki günden kalma gölgelerimizin düştüğü kaldırımlardan daha yapış yapış masalar.
Arada bir rüzgâr bizi büyük soğuk elleriyle sarıyor ve güneşin karaltılarını düşürdüğü ağaçlara bağlıyor. Hepimiz gülüyor, şarkılar söylüyoruz. Fakat artık hiç kimse yüreğinin çarptığının hissetmiyor. Coşku bizi terk ediyor.
Büyülü garlar artık asla bizi almıyor koynuna: Uzun koridorlar ürkütüyor bizi. Bu yavan dakikaları yaşamak için, yırtık pırtık asırları hasıraltı etmek gerekir o zaman. Bir zamanlar yıl sonu güneşlerini, çocukluğumuzun taşkın nehirleri gibi bakışlarımızın içinden aktığı dar ovaları seviyorduk. Yeniden tuhaf hayvanlarla, tanıdık bitkilerle donatılmış bu ormanda artık yalnızca yansımalar var.
Artık sevmek istemediğimiz kentler boşaldı. Çevrenize bir bakın: Artık sadece gökyüzü ve elbette nefret etmek isteyeceğiniz geniş topraklar var. Düşlerimizi dolduran bu yumuşak yıldızlara parmağımızla dokunuyoruz. Orada inanılmaz vadiler bulunduğu söylendi bize: Bir müzeden daha sıkıcı olan bu Far West’te sonsuza dek yitmiş at gezintileri.
Büyük kuşlar havalandıkları zaman ötmeden çekip gidiyorlar ve çizgili gökyüzü artık onların çağrılarının yankısını vermiyor. Göllerin üzerinden geçiyorlar, verimli bataklıkların üzerinden; Ölgün bulutları ayırıyor kanatları. Artık oturmaya bile iznimiz yok: Çabucak kahkahalar yükseliyor ve bütün günahlarımızı yüksek sesle haykırmamız gerekiyor. Rengini bilmediğimiz bir gün anıtlardan daha sağlam ve sakin duvarlar keşfettik. Oradaydık ve büyümüş gözlerimizden sevinç gözyaşları süzülüyordu. Şöyle diyorduk: “Birinci boy gezegen ve yıldızların bizimle karşılaştırılması olanaksız. Peki bu havadan daha korkunç olan güç nedir? Güzel ağustos geceleri, şahane deniz akşamları, biz sizinle dalga geçiyoruz. Çamaşır suyu ve ellerimizin çizgileri dünyayı yönetecekler. Tasarılarımızın zihinsel kimyası, siz fabrikaların kısık seslerinden ve bu can çekişme çığlıklarından daha güçlüsünüz! “Evet ötekilerden daha güzel olan o akşam ağlayabildik. Yoldan geçen kadınlar bize el uzatıyorlar, bir buket gibi gülümsemelerini sunuyorlardı. Geçen günlerin alçaklığı kalbimizi sıkıştıracak ve başka gecelere erişen su fıskiyelerini artık görmemek için başımızı başka yöne çevirdik.
Bize ilişmeyen artık sadece iyilik bilmez ölüm vardı.
Her şey yerinde ve hiç kimse artık konuşamaz: Her duyu felce uğruyordu ve körler bizden daha saygındılar.
Bizi ucuz düş imalathanelerini ve kara dramlarla doldurulmuş mağazaları gezdirdiler. Rolleri eski dostların paylaştığı eski bir sinemaydı bu. Onları gözden yitiriyorduk ve hep aynı yerde yeniden bulmaya gidiyorduk. Onlar bize çürümüş şekerlemeler veriyordu ve onlara tasarlanmış mutlulukları anlatıyorduk. Gözlerini bize dikip konuşuyorlardı: Bu iğrenç sözleri ve onların yumuşak ezgilerini gerçekten hatırlayabilir miyiz?
Sadece ölgün bir şarkı olan yüreğimizi verdik onlara.


Bu akşam, umutsuzluğumuzdan taşan bu ırmağın önünde iki kişiyiz. Artık düşünemiyoruz bile. Sözler çarpık ağızlarımızdan kaçıyor ve gülümsediğimizde yoldan geçenler, ürkerek geri dönüyorlar ve çabucak gidiyorlar evlerine.
Kendimize nasıl meydan okuruz bilmiyoruz.
Barların ışıklarını düşünüyoruz, günü yitirdiğimiz yıkıntı evlerde verilen tuhaf balolarda. Ama sabahın beşinde damlarda yavaşça akan bu ışıktan daha hüzün verici değil hiçbir şey. Sokaklar sessizce birbirinden ayrılıyor ve bulvarlar canlanıyor: Geç kalmış bir gezgin yanı başımızda gülümsüyor. Baş dönmeleriyle dolu gözlerimizi görmedi ve geçiyor yavaşça. Uyuşukluğumuzu süt arabalarının görüntüleri gideriyor ve bir tanrı sesini bulmak için göğe tırmanıyor kuşlar. Bugün yine (ama bu mahdut yaşam ne zaman bitecek) dostlarla buluşacağız ve aynı şarapları içeceğiz. Bizi yine kahve teraslarında görecekler.
Bu yerinde duramayan sevinci bize vermeyi bilen kişi uzakta. Tozlu günleri akıp gitmeye bırakıyor ve artık söylediklerimizi dinlemiyor. “Acaba sevgi dolu seslerimizi ve harika tutumlarımızı unuttunuz mu? Özgür ülkelerin hayvanları ve terk edilmiş denizler artık size acı vermiyor mu? Görüyorum hala o kavgaları, bizi boğazlayan o kırmızı hareketleri. Sevgili dostum neden artık su geçirmez hatıralarınızdan bahsetmek istemiyorsunuz?” Daha dün ciğerlerimize doldurduğumuz hava solunmaz oluyor. Artık sadece kendi ölüne bakmak var ya gözlerini kapatmak: Eğer başımızı çevirirsek baş dönmesi bize kadar yayılır.
Yarıda kalmış güzergâhlar ve tamamlanmış bütün yolculuklar acaba gerçekten onları itiraf edebilir miyiz? Zengin manzaralar dudaklarımızda acı bir tat bıraktı. Bizim hapishanemiz sevilen kitaplardan inşa edildi, ancak bizi uykuya salan bütün bu şiddetli korkular yüzünden artık firar edemiyoruz.
Alışkanlıklarımız, çılgın metresler gibi bize sesleniyor: Kesik kesik kişnemeler bütün bunlar daha ağır sessizlikler hala. Bize söven bu duvar ilanları; onları o kadar sevmiştik ki. Günlerin rengi, sonsuz geceler, acaba sizlerde bizi terk edecek misiniz?


Bütün yeryüzünün büyük gülümsemesi bize yetmedi: Bize daha büyük çöller gerek, kenar semtleri olmayan bu kentler, ıssız denizler.


Karem’in sonuna ilişiyoruz. Çocuk arzularının elleri yumuk uyuduğu tenin kesintisiz şafaklarında bir ağaç gibi ortaya çıkıyor iskeletimiz. Daha dün, tuhafiyecilerin önünden geçerken büyülü ağaç kabuklarının üzerinde kayıyorduk. Şimdi erişkinlik yaşını çağırmanın zamanı olmalı: Bir yandan bakarken, gece inmeden önce, ışıklandırılmış yürek karartıcı bir yerde onu görmediler mi? Kendini onun yoluna adamış veda buluşmaları, yürekleri birer okla delinmiş hayvanların izini son kez sürüyor.
Mektuplarda bulunan ve ağızlarımıza düşen güzel anlatımların üzerimize yükseklerden sayısız vuruşlarla gelen yüreğimizin diabololarından korkmalarına gerek yok açıkçası.
Dibinde, kesilmiş ağaç cesetlerinin oturduğu ve ağzından, sağlığa iyi geldiği söylenen kreozot kokusunun çıktığı mavimtrak boğazı aşıyorum platin bir telin ışıltısında.
Serüvenci bile olmak istemeyenler aynı zamanda açık havada yaşıyorlar; Ateşli imgelerinin kendilerini kapıp götürmesine izin vermiyorlar ve böyle aşağıdan giderlerse, hiç kimse, bazı ilkel kavimleri insanlara alıştıran incik boncukları cürufların içinden çıkarmalarına karşı çıkmaz. Yavaş yavaş farkına varıyorlar, şapkalarını çıkaran ve bir papyonun içinden bir sfenks çalımıyla size sırıtan kadınların ortasında hareketsiz kalmayı bilmek olan güçlerinin. Buz kesmiş sözlerini kağıt paralarla kaplarken şöyle diyorlar: “Taşlasın bizi büyük kuşlar, hiçbir şey kuramayacaklar bizim derinliklerimizde. Moda eşyası gravürleriyle birlikte yer değiştirmeyecekler. Ben gülüyorum, sen gülüyorsun, o gülüyor, biz gülüyoruz, gözyaşları içinde yetiştirerek, işçilerin öldürmek istediği barsak kurdunu.”
Bir gün, iki büyük kanadın gökyüzünü karartacağını göreceğiz ve her yerden misk kokularının içinde kendimizi boğulmaya bırakmamız yetecek. Bu çan seslerinden ve kendimizden korkmalardan ne kadar bıktık! Gözlerimizin gerçek yıldızları, kafanın çevresinde ne zaman baş kaldıracaksınız? Artık sirklerde cartayı çekmiyorsunuz ve işte o zaman, nasıl eziyor küçümseyerek güneş, ölümsüz karları! İki ya da üç davetli çıkarıyor kaş kolunu. Pul pul işlenmiş likörler onların boğazlarında çok güzel bir gece yaratmadığı zaman bir gaz ocağı yakacaklar. Evrensel rızadan söz etmeyin bize; Vakit, Botot’hun su kanıtlarında olduğu gibi değil, çok iyi hesap bilen dişli tekerimizi sapladık en sonunda. Vitrin camları çok erkenden tebeşir tozuna dönen gök mağazasını yeniden açılışına katılamadığımıza pişman oluyoruz henüz.
Bizi hayattan ayıran, kumlu bir bitki gibi amyantı yalayan şu küçük alevden başka bir şey. Bazı uzun şapkalarda bulunan altın elektroskop yapraklarından yükselen şarkıyı da düşünmüyoruz artık hepimiz o şapkadan giydiğimiz halde.
Tenimize kazılmış pencere yüreğimize açılıyor. Oradan büyük bir göl görüyoruz, öğle üzeri şakayıklar gibi kokulu ve altın parıltılı esmerlik verilmiş kızböcekleri konmaya geliyorlar gölün üstüne.
Hayvanların birbirine baktığı bu büyük ağaç nedir? Yüzyıllardan beri ona içecek bir şeyler koyuyoruz. Gırtlağı öylesine kuru ki samanın ve külün orda koca ambarları var. Gülüyoruz da, fakat tek dürbün olmadan uzun süre bakmak gerek. Herkes geçebilir, zarif tabloların günahlarımızın asılı olduğu ve külrenginin hakim olduğu o kanlı koridordan.
Bize sadece ellerimizi ve göğsümüzü açmak kaldı, bu güneşli gün gibi çıplak olmamız için. “Biliyorsun ki bu akşam işleyecek yeşil bir suç var. Hiçbir şey bilmiyorsun, sevgili dostum, şu koca kapıyı aç ve havanın bütünüyle karardığını, güneşin son kez battığını söyle kendine.”


Tarih iğnelerle, parası pulu olan el işçisinin içine dönüyor ve en parlak oyuncular girişlerine hazırlanıyorlar. Her cinsten bitkiler bunlar, dişiden çok erkek ve sıklıkla her ikisi de kimi kez. Eğrelti otuna dönmeden önce defalarca yuvarlanmaya meyilleri var. İçlerinden en çekicileri şekerden ellerle bizi sakinleştirme zahmetine katlanıyor ve ilkyaz geliyor. Umut etmiyoruz, değişik balık türleriyle birlikte onları yeraltı katmanlarından çekip almayı. Bu yemek bütün masalarda iyi bir etki bırakırdı. Yazık ki artık acıkmıyoruz...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder