30 Mayıs 2013 Perşembe

Göreceli...





 

















"SAĞLIĞINA"
 DİYE BAŞLADI
SONRA İNADINA
HEP BİR AĞIZDAN DEVAM ETTİ
"ŞEREFE"!..
DUDAKLARDAN SIYRILIP

DİLLERDEN DÖKÜLDÜ
YAŞADIKLARIMIZ
SEN BEN VE DİĞERLERİ
SOĞURUP İÇİMİZDE ACILARI
SAĞALTIP ANLARI
DAMITIP BAKIR İMBİKLERDEN
SİMYANIN GİZEMİNDE
TÜM YAŞANMIŞLIKLARI
TOKUŞTURUP KADEHLERİ
BIRAKTIK DİBİNE ÇÖKSÜN DİYE
UYUŞMAYAN YANLARI
FARKLI KİMYALARI...
ZAMANIN TORTULARIYLA BİRLİKTE
BELKİ TOPRAK OLACAK BEDENİN
“TARİHİ YARIMADA”DA BİR YERLERDE
POYRAZA KARŞI
BİR MEZARLIKTA BAŞUCUDA BİR ŞİİR BELKİ
BELKİ ALIP BAŞINI GİDECEKSİN BURALARDAN
BİTİRMEDEN ŞEHİR SENDEN ÖNCE SENİ
TİFTİKLENMİŞ SAÇLARINDA BULMACALAR
KUŞLAR İÇİN YUMUŞAK YUVALAR...
SORMADAN
AMA HEP BİLEREK
SAYFALARI
DENİZE KARŞI  AÇILMIŞ
BİR KİTABI
ÇARÇABUK
NASIL OKURSA  
TELAŞLI RÜZGAR
HEP BİLEREK…
GÖZLERİMİZ
ÖZLEMLERİMİZ
HER ŞEY
ZAMAN GİBİ
GÖRECELİ

FARKINDA

VE
BİLEREK…


*(Göreceli, göreli: Varlığı başka bir şeyin varlığına bağlı bulunan)

28 Mayıs 2013 Salı

"AL-KOL" !

"Bay alkolü takdimimdir!"
"Şimdi benimmm ijjjmek istteememmmin sebebiii!"
Yıllar öncesinde bir dizi ve bir de televizyonda bir haber programı hafızamıza alkolü  bu cümlelerle kazıdı sanki!
Alkolle tanışmam aslında evdeki "mor renkli ispirto"dan sonra daha önce de anlattığım gibi;

















 "Dedemin özenle ve ölçülü olarak doldurduğu  Klüp rakısının kadehine  "daldırın da tadlansın" komutuyla üç kardeş parmaklarımızı daldırmamızla olmuştu... sonra da ziyan olmasın diye yalardık!..Anason ne de güzeldi!...yıllar sonra o kokuyu bit pazarından aldığım  küçük Klüp rakısının kapağını heyecanla açtığımda da aldım...ve anılara yolculuk başladı 35-40 yıl öncesine...


...yaş biraz daha büyüdükten sonra babamın dolapta özel günler için sakladığı viskisine dadandık ağabeyimle ...eksildikçe üzerine su ekliyorduk...ya babam viskiden anlamıyordu ya da bizi gerçekten kırmak istemiyordu! Lise yılları ile dışarı mahalleye takılıp, akşam da biraz geç girmelerin en zevkli tarafı hayatı öğrendiğimiz "Orhan Bakkal"ın köşesinde elimizde bir bira hayatın çemberinden defalarca geçmiş ağabeylerimizin renkli hikayelerini dinlemekti...para olduğunda biz ısmarlarsak hikayeler uzadıkça uzuyor, renklendikçe renkleniyordu...Üniversitede artık şişeler biriktirilmeye başlandı...hatta sabah erkenden sokağa koşup sahilde bırakılmış boş bira şişeleri özenle gömme dolapta istifleniyor, sonra pazar arabasıyla "Orhan Bakkal"a depositosunu almak için haftada bir taşınıyordu...üniversite bittiğinde bira her zamanki gibi günlük bir ihtiyaçtı sanki...rakı ise para ve muhabbet edecek birileri olduğunda ancak... Köpek öldüren "Güzel Marmara"nın plastik tapasını kafasını kesip midemizi ucuz yollu "fokur fokur" kaynatıyorduk...fermantasyon midede devam ederken yıllar geçti ama unutamadığım olayların çoğunun içinde içki vardı,,,hiç bir zaman pişmanlık duymadım... "bira göbek yapıyor" dediler gocunmadım...hep güzel dostluklar, muhabbetler ve anılar biriktirdim...Şişede durduğu gibi durmasa da  kontrol insanın elinde; çakır keyifliğin ötesine birkaç kez geçip insan sınırlarını belirlemeli! Ama  iş başka bir boyuta gelecek galiba! Evin bodrumunda imbik mimbik yapıp patates, elma armuttan kaçak viski mi yapacağız yoksa!? Şerbetçi otu yetiştirip arpadan bira?!
Ekolojik, organik "minik" tarımsal faliyetleri azıcık güneş alan arka bahçelerde, balkon ve salonun pencere önünde  saksıyı güneşi takip edip taşıya taşıya gerçekleştireceğiz galiba... Hollanda'da belediyeler "ekim" işine talip olmuşlar.14 belediye birden  yasal olarak esrar üretimi yapabilmek için Adalet Bakanlığı'na resmi başvuruda bulunmuş...Günlük kişi başı 5 gram esrar satışının serbest olduğu Hollanda'da, hint keneviri türünden ürünlerin satışı yapılan ve "coffee shop" adı verilen 700 kafe bulunuyor...ayrıca

Esrarın elde edildiği kenevir bitkisinin 5 köke kadar ekimi serbestmiş...diğer yandan ülkedeki sivil toplum kuruluşlarının üye sayısı nüfusun üç katı ve herkes demokratik haklarını kullanarak örgütlenebiliyor...

















... medeniyet tek dişi kalmış canavar mı bilmem; yasaklarla insanları yıldırarak nereye kadar! bu kafayla yasakların her zaman daha çekici algılanacağını bir kez daha hatırlatalım..."Milli içecek" ayranı da severim ama sadece börekle birlikte!...ben de  dedemin ruhunun hatırına  ayranın yanına sayın başbakanımıza bir tepsi "kol böreği "gönderiyorum afiyet olsun!

21 Mayıs 2013 Salı

momento mori:" ölümü anımsa"

Zincirlikuyu mezarlığının önünden geçerken "Her canlı ölümü tadacaktır " yazısını görüp de ya da tabutun yeşil çuhasına  yaldızla işlenmiş haliyle ...o tanıdığınız insanı, sevdiğiniz insanı taşırken omuzlar üstünde insan ölümü öyle bir anımsar ki!..40'ı çıkana kadar mı sürer yoksa o acı sen de ölünce mi biter?!. Bir öğrencim babasını kaybettiği için uzunca bir süre okuldan ve sanırım hayattan da koptu...sonra mazeret sınavı için bilgi almaya geldiği gün babasının 40'ıymış...konuştuk, soruların nerelerden, ne şekilde gelebileceğini söyledim ve uğurladım...Ertesi sabah haberi geldi: biz okulda konuştuğumuz dakikalarda annesi kendi canına kıymış!..her gün ölüm haberleri, ölüm figürleri, ölü resimleri...televizyonlarda, gazetelerde..."momento mori" ölümü anımsa" nasıl unutabilirsin her gün şehir içinde 2-3 mezarlık önünden geçerken...nasıl unutabilirsin 59, 60, 90, 99 lu ölüm haberlerini...rakamları, yüzdeleri, oranları...hele hele annen, baban, sevdiklerin ve sen her geçen gün bir yaş daha yaşlanırken...hastalıklar ile uğraşıp, sorunlarda  boğulurken, sıkıntıdan sarıldığın bir sigara bir sigara dahayla nasıl?! Doğru dürüst beslenemeden, o eski aile yemeklerinden yemeden, stres topu haline gelip bütün güzel tadlardan, küçük güzel olaylardan uzakta mızmızlaşırken...yolda bir karınca ezince, bir salyangoza basınca, çiçekler solup, ağaçlar kurudukça, tutuğun balığı susuz kovaya atınca, mutfakta unuttuğun sebze , meyve, kahve fincanındaki yarım kalan kahven küflenince, tuvalete gidip çürüyen içinden çıkan kokulu pisliğini geride bırakıp sifonu çekince...uykuların azalıp, kabusların artıkça, saçlarında beyazlar, oranda buranda ağrılar... yatakta çivilerin üzerinde yattıkça, cinselliği ayda yılda bir tattıkça...nasıl unutabilirsin ölümü...üstüne sürülen kamyondan kaçarken, kazılmış sokağın derin çukurları üzerinden atlarken, buzular eriyip küresel ısınma ile iklimler değişirken nasıl?'.. Çöplükler, kir pas içinde şehir, kırık dökük kaldırımlar, yamalı asfaltlar, bakımsız evler...yolda bir kedi leşi ya da topallayan ürkek bir köpek...nasıl unutabilirim...her şey hergün bana ölümü hatırlatırken...nasıl ? hayatın güzelliklerini , tadlarını bilip yaşayamamak...sıkışıp kalmışlığın, mecburiyetlerin içinde hergün senden bir parçayı gömerken, sen senden vazgeçer, sen senden başka biri" istemediklerini yapan biri" olarak birgün bir gün daha yaşarken nasıl?! Çektiğin her fotoğrafla bir şeyleri ölümsüzleştirdiğini sanma! Hiç bir şey asla o andaki gibi olamayacaktır bir daha! 
.
  • Memento mori /Fani olduğunu hatırla.
  • Memento te hominem esse /Sadece bir insan olduğunu hatırla.
  • Respice post te! Hominem te esse memento! /Arkana bak! Sadece bir insansın, hatırla!

17 Mayıs 2013 Cuma

farazi işler, afazi ve suskunluk sarmalı...


Bellek bir kodlama ve kod açımlama bankasıdır...Toplumsal bellek, egemen sınıfların ihtiyacına cevap verecek şekilde yeniden kurgulanır. Dolayısıyla ‘gerçek’ olanın dışında, farklı bir tarih bireylerin belleklerine kodlanabilmektedir...Tarihsel, politik ve ekonomik gücün hakimiyeti için kitle iletişim araçlarının denetimi önemlidir. Kitle iletişim araçları, dikkatleri belirli sorunlara yönelterek güç sahibi olanlara ayrıcalık tanıyabilmektedir. Medya, statü sağlar meşruluğunu güçlendirir. 

Bellek, hafıza ve anımsamayla şekillenir. Anımsama, geçmişle bağ kurmaya yardımcı olur. Birey ve toplumlar kimliklerini kurabilmek için geçmişe ihtiyaç duyarlar.
Belleğin neleri içerdiğini, bu içeriklerin organize edilişini ve ne kadar süre ile muhafaza edileceğini, bireyin kapasitesi ve yöneliminden çok, dış koşullar, yani toplumsal ve kültürel çerçevenin koşulları belirler...bir de Devletin ideolojik aygıtları..."medyatik bellek" söz konusu olduğunda ; iletişim ve kitle iletişim süreci içinde kaynağa ait kodlama ve hedef kitle-alımlıyıcıya ait kod açımlama söz konusu olur...Dolayısı ile iletişim ve kitle iletişim bütünselliği içinde bellek parçalı bir yapı içerir. Bu noktada iletişim ve kitle iletişiminin "kolaj bellek" oluşturduğunu söyleyebiliriz...


Medyanın tarihsel süreç içinden gelen temel içeriği "haber" söz konusu olduğunda, ticari kaygıyla birlikte episodik belleğe yönelik haber kodlaması ön plana çıkar...kişi merkezli habercilikte parçalı/kolaj bellek yapısı oluşur...ve önceki veriler ile yeni veriler parçalı bellek içinde ortak kodlar  ile tam olarak doğru bir kod çözümleme oluşturamadığı durumlarda "medyatik amnezi" durumu yaşanır...
"Medya bize ne düşünmemiz gerektiğini söylemez neyi düşünmemiz gerektiğini söyler" der Bernard Cohen...


Afazi,  beyindeki konuşma merkezlerinde meydana gelen bir hasar sonucunda konuşma, konuşulanı anlama, adlandırma, tekrarlama, okuma veya yazma gibi becerilerin kısmen ya da tamamen kaybıdır. Elisabeth Noelle Neuman, "insanlara görüşlerini savunmakta kullanacakları sözleri, argümanları medya veriyor" diyor...insanlar kendi bakış açılarına uygun, düzenli bir biçimde tekrarlanan ifadelerle karşılaşmayınca dilsizleşirler...kelime dağırcığı medyaya bağlı olarak fakirleşiyor, klişe ve stereotip kullanımı gigide tembelliğe alıştırıyor, alternatif düşünme yeteneği köreliyor...ve korku giriyor bir de işin içine...
Gündemi belirleyen medyanın alımlayan kitleye ne hakkında nasıl düşüneceklerini bildirir ve düşünce sınırlarını çizer...
"Suskunluk Sarmalı", Alman siyaset bilimci Elisabeth Noelle-Neumann tarafından geliştirilen bir siyaset bilimi ve kitle iletişim teorisidir.
Bir kişinin/grubun savunduğu fikir, mensubu olduğu toplumun (okulda sınıf, fabrikada soyunma odası, orduda yemekhane, belediye otobüsü, akraba ziyareti, hastane koridoru vs.) ‘genel-geçer’ kabul ettiği görüşlere uygun değilse, bu kişi toplumdan dışlanma korkusu nedeniyle konuşurken kendini kısıtlar veya fikrini söylemekten vazgeçer. Aynı kişi fikrinin (veya kendi fikrine yakın görüşlerin) toplum nezdinde yaygınlaşmaya başladığını sezerse, bu kez fikrini yüksek sesle söylemeye başlar.
‘Suskunluk Sarmalı’ teorisi içinde dört temel faktör vardır:
  • Kendi görüşlerinin toplum nezdinde ‘kabul görmeyeceğini’ bilen ve/fakat kaybedecek birşeyleri olmadığına inanarak veya inanmayarak ‘sarmalın’ içinden sıyrılmayı başarmış, her zaman azınlıkta kalacağının farkında olarak görüşlerinden taviz vermeyen kişi/gruplar,(kendimi bu gruba dahil edebilirim!Edeyim mi yoksa sarmalda mı takılayım?!) 
  • Kitle iletişim araçlarının -medya etkisiyle (ve çoğu zaman bizzat medyanın sürekli tekrarlaması ile) yaratılmaya çalışılan ve en sonunda baskın gelen ‘Genel-geçer görüş’ bir diğer adla ‘Toplumsal Algı’,
  • Fikirleri ‘aykırı’ addedilen sınıf ile ‘genel-geçer’ addedilen sınıfa dahil olmak arasında, dışlanma korkusu nedeniyle fikirlerini açıkça söylemeyen ve kararsız kalan kişilerin toplamı.
  • Teori sadece ‘iki kutbun (dualizm)’ birbirine olan etkisini incelemek üzerine kurulu değildir. Hangi fikrin, siyasi görüşün, kanının, yaklaşımın, inanışın, geleneğin, tezin, anti-tezin, felsefenin vs. doğru hangisinin yanlış saptamasını yapmaya çalışmaz. Birden fazla algının bir arada yaşadığı ‘iklim içinde’, ‘Suskunluk Sarmalı’ teorisi eğilimlerin ne yönde olduğunu ve zamanla değişiklik gösterip göstermediğini araştırır.

Çağdaş toplumların bireylerini yalnızlık korkusu yönlendirir... Başkalarıyla ilişki yokluğu, görüşlerin çeşitliliğinden habersizliğe ve egemen olarak algılanana bağımlılığa götürüyor; medya bunu sonuna kadar kullanır...-arada bir bazı konularda!- getirilen "Yasaklar" toplumu daha da bilgisiz ve bilinçsiz hale getiriyor!..bilmemek en iyisi...bilirsen, görüp duyarsan ya da okursan düşünürsün , düşünürsen uyanırsın, uyanınca bir görüşün olur ve sorgularsın...Nnnnhayıırr! alternatif  bir görüş  kabul edilemez;Allaha şirk koşulmadığı gibi! Bu riske girilemez..."portakalı soydum başucuma koydum ama neden soyduğumu hatırlamıyorum en iyisi ben  sarmalıma döneyim!"

16 Mayıs 2013 Perşembe

cennet-cehennem






















açılır kapıları içeri doğru
senden
benden
ötelere...
kırılır vaftiz edilmiş
görüntüleri
hüznün
bilgelik sularında...
derinlik arttıkça
vurgun
süngercilerin
kimliksiz damarlarında
kefenler mavi de olsa
huzur yok artık
dönüşün olmadığı kadar
iki kıta arasında
sevgi yok artık
sararmış otlar ve karıncalar
dönüp duruyor etrafımda
kendi kuyruğunu yakalamaya
şeytan...
yok artık bir rüzgar
alıp götürecek
beni senden
seni benden
ne bir adım ileri
ne de geri
hem zaten içeri doğru açılır
demiştim ya
kapılar
buyur eder gibi kaderi...

Ejder-ha!..




Doğu felsefesinde ejderha; iyilik yapan, kutsal bir güç iken Batı uygarlığında ölüler dünyasına ait yıkıcı ve kötü bir güç olarak kendini gösterir...Genellikle tek tanrılı dinler ejderhayı kötü olarak betimlerler. Ejderhayla sürekli bir savaş durumu vardır ve bu savaşma sebebi farklı şekillerde açıklanabilir. Ejderhalar canavar olarak kahramanların, fatihlerin ve diğerlerinin bir toprağın kontrolünü ele geçirmek ya da işgal etmek için dövüşmeleri gereken yeryüzünün gerçek hâkimleridir... Aynı zamanda hazinelerin ve özel bilginin kapılarının bekçileri olarak görülmektedirler.
Ejderhayla mücadelenin sembolik anlamı ise iç bilginin hazinelerini kazanmak için üstesinden gelinecek güçlükler olarak nitelendirilmektedir.

Aziz George ve Ejderha ikonografisinde ele alınış biçimiyle, Hıristiyanlık dininde ejderhanın Tanrı’nın düşmanı, kötünün gücü ve şeytan olarak nitelendirildiği görülür... Musevilik’te ise ejderhaların derin sularda yaşadıklarına inanılır. Ejderhayı yenmek kötü ve dine aykırı güçlere karşı zaferi simgeler...

Sümer uygarlığında "Gılgameş(Gılgamış) Efsanesi" bir şiirdir ve şiirin bir bölümünde Kahraman Gılgameş’in Yaşam Ülkesi’nin ağaçlarını elinde tutan Huvava adlı ejderha ile karşılaşmasını ve onu yenmesini anlatır. Gılgamış Destanı, tarihin en eski yazılı destanıdır; 12 kil tablete Akad çivi yazısı ile kaydedilmiştir. Uruk kralı Gılgamış'ın ölümsüzlüğü arayışının öyküsünün anlatıldığı destan aynı zamanda Nuh Tufanı'nın en eski versiyonunu barındırmaktadır...

Gılgamış miti, Ejder’e, gölgelere, düşmanlara karşı savaşan kahraman olarak tanıdığımız kahramanların en eskisidir. Daha sonra Yunanistan’da Herakles, Romalılar’da Herkül olarak ve hatta tüm Ortaçağ mitolojisi boyunca Ejder’le mücadelesi içerisinde Aziz George olarak göreceğimiz kahramanın ilk örneği...


Hititler’de ejderhanın yenilmesi, kış mevsiminin bitmesi ve bolluk ve bereket simgeleyen yaz mevsiminin başlaması anlamına gelmektedir.
Ejderha Uzakdoğu ve Türkler’de olağanüstü gücü, bilgeliği ve dayanıklılığı, yaşam suyunun gücünü simgelemektedir. 

Bu efsanevi yaratığa, daha sonraları, Araplar "Tannin", Moğollar "Moghur", İranlılar ise "Ejdeha" veya "Ejderha" demişlerdir.6. yüzyıldan itibaren Türk kültürü çevresinde kullanılan ejder motifinin kimliği Uzak Doğu kültürlerindeki ejder tasavvuruna çok yakındır. Uygurların "Luu" dedikleri ejdere, Çinliler "Lung" adını verirler. Çin kosmolojisinde de ejderler gökyüzünü, toprağı zenginliği ve düşünceyi ifade ederler. Gökyüzü ejderi, rüzgara ve yağmurlara hayat verirken, yeryüzü ejderi de, toprağın ve ırmaklarının yaratıcısıdır. Ayrıca yol göstericisi olan düşünce ejderi ile yeryüzünü kuşatan dört denizi simgeleyen dört ejder vardır... Çin'lilere göre gökyüzü; dört ana bölümden oluşur (doğu, batı, kuzey, güney) ve yıldızların bu bölgelerdeki konumlarına göre gelecek tahminleri yapılır. "Ejder Yıldızları" gökyüzünün doğu kısmına denk düştüğünde, yolculuk için en ideal dönem başlamış kabul edilir. (ki bu dönem ilkbahara tekabül eder) Ejder yolculuk boyunca göçebeyi korur, kollar ve ona ılık geceler sunar.
QingMing: Bu bayram baharın geldiğini haber verir, Çinliler bayramında atalarının mezarlarını ziyaret ederler. Mezarlara yiyecek bırakır ve para yakarlar.
Her yıl ilkbaharda hava ısınmaya, çiçekler açmaya ve her şey canlanmaya başladığı zaman, Çinliler çok eskiden beri halk arasında kutlanan bir bayram olan Qingming Günü’nü 4-6 nisan arasında 2500 yıldan daha da eskilere giden bir tarihten beri karşılar ve kutlarlar.Bayramlarda veya görkemli törenlerde Çinliler mutlaka ejder dansı yaparlar...ejder dansının esas amacı da, yağmur ve bereketli bir yıl beklentisi...



Çin tarihindeki hükümdarlar hep ejderin itibarından yararlanarak, kendi etkisini artırmaya çalışırdı. Örneğin, Çin'i birleştiren ilk imparator Qin Shihuang, ilk ejder anlamındaki "Shi Long" olarak da tarif edilirdi. Han Hanedanı'nın kurucusu Liu Bang ise, kendisinin ejderin oğlu olduğu efsanesini yaydı. Bunu daha sonraki imparatorlar da taklit ederek, kendi iktidarının meşruiyetini ispatlamak için, kendilerini "ejderin gerçek oğlu" olarak ilân etti.
Ming ve Qing Hanedanları'nda ejder, imparatorlara özgü bir imaj oldu. Sıradan vatandaşın kullanması yasaklanırken, imparatorun elbisesinde mutlaka bir ejder deseni bulunurdu. Tek bir elbise üzerindeki ejder sayısı 190'dan fazlaydı. Ayrıca saraylarda ejder motifli oymacılığa çok sık rastlanır. Dünya Mirasları Listesi'nde yer alan Yasak Kent'te ne kadar ejder motifi olduğu hakkında hiç kimse kesin bir sayı veremez. Yasak Kent içinde Taihe, Zhonghe ve Baohe dahil olmak üzere 3 ana salonun temeli etrafında ejder oymalı 1458 sütun var, yağmur suyunu dışarı taşıma işlevi olan taştan ejder başı sayısı 1142'yi buluyor. En dikkat çekici olan, Baohe Salonu'nun arkasında bulunan ejder oyma işidir. 16 buçuk metre uzunluğunda, 3.7 metre genişliğinde ve 1.7 metre kalınlığındaki mermer bloğu 250 ton ağırlığında. Blok üzerinde 14 ejder oyulu. Eski imparatorluk bahçelerden Beihai Parkı'nda bulunan "9 Ejderli Duvar"da aslında büyük küçük toplam 635 ejder oyulmuştur...




15 Mayıs 2013 Çarşamba

vargel...çıksalın...vargit

İnsan o eski mahalle hayatını ve  komşuluk ilişkilerini özlüyor. Mahalle adlarına bakınca illaki bir hikayesi vardır diye düşünüyor o günleri yaşatan... ama ulaşamıyor insan çoğunun hikayesine...Şimdi "ortasından başladın" diyeceksiniz ama öyle icap etti...

Bazı mahalle ve semtlerde ve sokaklarda hala geleneksel ilişkiler ve yaşam biçimi sürmekte işte onlardan biri de "Çıksalın"...Okmeydanının arkalarında bir yerlerde, biraz tepede bir yerde... oradan bir önceki ya da sonraki durak da Bademlik...böyle olunca oraların eskiden ağaçlarla dolu olduğunu, insanların da çıkıp Haliç'i seyrederek piknik yaptıkları bir sayfiye yeri olarak hayal ediyorum...oradaki ağaçların dallarına da sanki salıncak kurulurmuş gibi bir hayal gücü işte...





"Vargeller" Zeytinburnu'nda bir mahalle minibüsle geçerim bazen...ama hiç oturup düşünmemiştim...geçenlerde bir belgeselde nehri üzerinden karşıdan karşıya geçmek için gerilen halattan  ipe baplı bir makara yardımıyla geçildiğini gördüm"vargel" diyorlardı adına ...bir tür ilkel teleferik ...Belgesel 1969 yılında Devrimci Gençler tarafından İstanbul Boğazı’na yapılan köprüye karşı, "İstanbul boğazına değil, Zap'a köprü" sloganıyla Hakkari’de yapılan ve 11 yıl önce ‘güvenlik’ gerekçesiyle bombalanan 'Devrimci Gençlik Köprüsü üstüne bir belgeseldi...sonra 2010 yılında yeniden aynı çabayla; "barış ve kardeşlik" için onarıldı...
"Vargel"in diğer anlamı ise ; üzerine işlenecek parçanın bağlı olduğu kızağın ileri geri hareket ettiği, kesici bıçağınsa sabit olduğu bir tür planya tezgahı. Vargel, ağır ve büyük parçalara düzgün bir yüzey vermekte kullanılıyormuş...Peki dedim burada nehir yok, planya tezgahlarından mı bu adı verdiler?!...



biraz daha inceleyince Vargelin bir çeşit çiğdem olduğunu öğrendim...o zaman dedim buraları yemyeşil topraklardı ve bahar geldi mi her yerde çiğdemler" varge"ler açardı...ismin kaynağının bu olduğunu hayal ettim! Şehrin biraz dışına çıkınca o kuru yaprakları engel tanımaksızın delip geçen çiğdemlerle karşılaşabilirsiniz...sağda solda kalan bir avuç toprakta da...Gusgudana, vargit, güz çiğdemi, colchicum autumnale...Vargelin tam tersi Vargitler vardır bir de.. her eylül geldiğinde Karadenizli yaylacılar biraz hüzünle vargitleri gözlemeye başlar... onlar açınca gitme vakti gelmiş demektir... “Karadeniz bölgesi insanlarının doğal yaşam biçimlerinden olan yayla göçlerinin zamanlamasını göstermesi açısından “Vargel” ve “Vargit” çiçekleri büyük önem taşırlar. Birbirlerinden tamemen farklı olan bu iki çiçekten “Vargel” yaylalara gelme zamanının geldiğinin habercisi olup ; “Vargit” ise yaylaları terk etme zamanının geldiğinin uyarıcısı...




Sonuç olarak hayatı anlatıyor bu sıralama varıp gelenin  çıkıp salınması ve gitmesini...o yüzden Çıksalın'dan başladım!...ama hayat sen güzel bir salıncakta sallanmak istesen de köprüsü olmayan bir yerde, bir nehrin üzerinde bir "vargel" de sallayabiliyor seni!

14 Mayıs 2013 Salı

"kaldırım altı kumsal !"









...Gel de yanma geçip giden şu hayata...
her geçen gün biraz daha sıkıyor ilmik boğazımı
her geçen gün daha da çaresiz
kalıyorum
her gün biraz daha seyirci
olup bitene...
korkarım gidiyor elden
şehrim
sokak sokak bölünüp
ve ülkem
yüreğimle birlikte
bir buğday tanesi gibi
kara bir değirmen taşının altında
ezilip ezilip...

Fransız Sitüasyonist Guy Debord,(Situasyonizm, 1950’lerin sonlarında şekillenmeye başlamış, 68’in bereketli topraklarında yeşermiş, 1970’lerin başında ise etkisini yavaş yavaş kaybetmiş bir siyasal/kültürel  akım. Paris merkezli bir akımdır ve Sürrealizm, Dada, Letrizm ve Anarşizmden izler taşır. İçinde ciddi bir muhalif damar barındırdığını söyleyebiliriz…)1960 lı yıllarda modern toplumun bir “seyir(gösteri)toplumu” olarak tanımlanabileceğini öngörmüştü…ona göre insanlar, pasif olarak gerçek hayattan ve gerçek ihtiyaçlarından kopuk imgeler, görüntüler ve ve seyirlik nesneler tüketmektedirler…
Michel Foucault da toplumun bir seyir toplumu değil, bir yakın takip izle(n)me toplumu olduğunu söyler!..İnsanlar seyretmiyor daha ziyada seyrediliyor, inceleniyor ve sürekli kaydediliyorlar; artık belirsiz otoriteler tarafından taranacak, dikkatle incelenecek, görüntülere indirgenmiş durumdalar…
Bence her ikiside iç içe geçti artık...hem izliyor-hem izleniyoruz! Seyirlik nesneler oluyoruz kimi zaman kimi zaman da olup bitene seyirci...ama her geçen gün daha da pasif...
O günlerde  “Asla çalışma”, “Mola vermeden yaşa” yazıyordu duvarlarda sokaklarda...ve "Lettrist"ler, arzunun şiire dönüştüğü, o günlere kadar pek de rastlanmayan yeni bir dille konuşmayı başarmışlardı...o 68 günlerinde çok kaldırım taşı söküldüğünden midir böyle bir slogan çıkmıştı ortaya... herkes kuma ulaşmak için kaldırımları şevkle söksün diye mi!!!!!!!!
...yok yok devrim ve özgürlük zorluydu ama ulaşılmaz değildi...yeter ki inan!İnanmak uzağı yakın eder özgürlük düşleriyle şehrin çok uzaklarındaki plajı bile...
Mecaz'ı geçtim gerçekten kaldırımın, sokağın, yolun, asfaltın altı plaj olsa da kimse kuma, kumsala ulaşmak için caba sarfetmeyecekti artık anladım...inanmak ve hayal etmek-bazı şeylere ve şeyleri- yasaklanmıştı...yasaklanmıştı düşünmek...





              "yasaklamak yasaktır!"...



dayatılanı al ve kabul et...sorgulama!...o ruh, o düşünen, sorgulayan beyinleri yıkadılar, örselediler, ökselediler ve sevgisiz bıraktılar yürekleri...bu söz gibi bir çok söze de inanma şansı vermiyor artık kendine insan...düşünmeden yürüyor üzerinde oradan oraya...bomba ve ölümler yarın unutulacak...FADO, FİESTA, FUTBOL(faşist ve dikatatöryel rejimlerin halkı uyuşturmak adına kullandıkları 3 f formülü ...)formülünü uyguluyor televizyonlar...Survivor ve Wipeout..
merhaba televole... merhaba Acun kumsalın bol olsun!

13 Mayıs 2013 Pazartesi

on parmağın onu da bir değil!

Yanağıma koy
yanağıma
beş parmaklı bahçeni!..



"Bir elin nesi var iki elin sesi var" sözünde de olduğu gibi iki elli ve on parmaklı olmak "insanı" güçlü yapıyor...daha üretken ve daha işlevli...ama bir ya da birkaç parmağın eksikliğini telafi edebiliyor insan...hatta elleri olmayan insanların ayaklarını el gibi kullanıp yaşamlarındaki günlük ihtiyaçlarını karşılamaları ve aktivitelerde bulunmaları mümkün ...yemek yemekten resim yapmaya kadar...tabi tam tersi de olabiliyor; Anadolu Hisarı'nda tanıdığım...amca çocukluğunda elinde patlayan havai fişekler yüzünden el ve kollarını yitirmiş ve 50 li yaşlara bir takım zorluklarla ulaşabilmişti...aşmış görünüyordu ama aşamamış ve yanında kaldığı insana yük olduğunu düşünüp kendini boğazın serin sularına bırakarak intihar etmişti 3-4 yıl oluyor...

Güney Kore’de araştırmalar sonucunda işaret parmağı, yüzük parmağından kısa olan erkeklerin penis boylarının daha uzun olduğu saptanmış...bu haberin diğer versiyonu ise şöyle: "kan testleri, sağ el yüzük parmağı daha uzun erkeklerde prostat spesifik antijeninin (PSA) daha yüksek seviyelerde olduğunu gösterdi"....Yüzük parmağı işaret parmağından sadece biraz uzun ya da aynı uzunlukta olanlarınsa hastalığa yakalanmaya daha az meyilli oldukları ortaya çıkmış. Daha önceki araştırmalarda da uzun yüzük parmağının kalp rahatsızlıklarını azalttığı, sınavlarda başarı şansını artırdığı gibi olumlu yanlarından söz ediliyordu.Prostat kanseri Türkiye’de de yaygın görülüyor... 

işaret parmağına o kadar anlam ve görev yüklenmiş ki!..çok işlevsel bir parmak!

İster burun kaşı ister  karıştır, ister fiske at, ister prize sok, ister tornaya kaptır, ister tuşa-butona bas, ister bal tut parmağını yala...baş parmakla birlikte olur sana maşa!...Baş parmak baş gardiyan gibidir vücudumuzun tutsaklığında...

İşaret edersin daha çocukken "şu yaptı" diye şikayet ederek...sonra okulda cesaretimizi toplayıp kendimizi öğretmene göstermek için parmak kaldırırız sorulan sorularda...tuvalete gitmeye izin almak için de parmak kaldırırız... yine baş parmağın yardımıyla ateşli bir silah"tabanca" oluverir; hatta ağızla ateş etme efekti yapıp parmağın ucundan çıkmayan duman bile üflenir!.. büyüyüp güçlenince tehdit etmek için karşıya doğrultur ve yukarı-aşağı sallanır "gününü göreceksinnnn!" tekneden ya da kıyıdan el oltası attığımızda balığın vuruşunu ve tasmalamayı yaparız yine o işaret parmağımızla...

 

Çocukken içinde kalan bazıları lise çağında parmaklara yüz çizip kukla gibi konuşturur, işaret parmağıyla burun derinliklerinde, baş parmakla da kenarındaki kuru sümükler itina ile çıkarılır...baş parmak hep diğerleri destekler, köprü kurmasına, güç birleştirmesine yardım eder...bilye oynarken hele çok işe yarar...kavanoz, kapak, musluk açıp kaparken, çenemizin altına destek yaparken... Yumruk yaparız, tırnak uzatırız, işaret diliyle konuşur, birbirimizi en içten duygularla  en uzun parmağımız yardımıyla selamlarız ya da kolda şaklatma efekti ile süslenmiş bir "nah" yaparız...

Elektronikle uğraşan, cool olan, kıl olan,kulağını kolay bir şekilde zevkle karıştırmak ve kaşımak isteyen küçük parmağının tırnağını uzatır...koltuk altı kılı uzatmak kadar doğal birşeydir onlar için!  Genel olarak tırnakları uzun olan bayanlardır ama gitar çalanlar da arpej yapabilmek için uzatır...

Yüzük parmağına gelince en küçüğün bir büyüğüdür yüzük taşımanın ötesinde çok özel bir işlevi yoktur ama en çok dikkat edilenidir ne de olsa!...hele hele tektaş taşıyorsa! 

 

Parmakla sayarız...oooo" piti piti karemela sepeti" yaparız...tombik, tombik hooop tombik oynarız...ya da işaret parmağı çocuğun avucu içinde dolaştırılıp bir oyun oynanır..."bir küçük bahçecik, ortasında havuzcuk" "Bir kuş gelmiş su içmiş" diye anlatılarak parmaklar küçük parmağa doğru sırasıyla tutulur...Bu görmüş bu tutmuş, bu pişirmiş, bu yemiş, bu daaaa hani bana hani bana demiş...!
Bir müzik enstrümanı çalarken bütün parmaklar işlevseldir...yine neredeyse bir çok işi yaparken; özellikle el sanatlarında birlikte çalışırlar ve hayatımızı kolaylaştırırlar parmaklar...on parmağında on marifet olanlar olduğu kadar , bir elin parmaklarını geçmiyecek kadar az olanlar ya da parmakla gösterilecek kadar az olanlar vardır bazı konu ve konumlarda!..."beş parmağında beşi bir değildir": Bir eldeki parmakların kimisi uzun, kimisi de kısadır. Bunun gibi bir anne-babadan olmuş, aynı çatı altında yetişmiş kardeşlerin de fiziksel ve ruhsal yapıları birbirinden farklıdır. Huyları, becerileri, karakterleri birbirine benzemez. Bu durum toplumdaki diğer insanlar için de söz konusudur, onlar da birbirlerinden çeşitli nitelikleriyle ayrılırlar sağı solu düşününce  "on parmağın onu da bir değildir" sözü daha doğru olacak!

10 Mayıs 2013 Cuma

Dikken yatay!

Dün akşam Kadıköy-Karaköy seferi yapan bir vapurda karşılaştım onunla...yumuşak bir yastık ve yatak arar gibiydi...gerindi, esnedi sonra kafayı sert tahta kapıya dayadı gözlerini yumdu...rahatsız etmeden fotoğrafını çektim...vapurda dolaştım ve aynı yere geri döndüm; bir de ne göreyim bizim dede yerde yatıyor...gözler açık nefes alıp vermiyor..kimse ilgilenmiyor...koştum nabız var ama vapurda hiç bir görevli yok...kaptan köşküne çıktım, karanlığın içinde bir görevliyi bulup aşağı yetiştirdim ama adam benden bilgisiz çıktı... bir ara nefes alıp kıpırdandı ve kalbini tuttu acıyla!..."bu içmiş" dedi görevli...sonra su döktü adamın üzerine..."dur ne yapıyorsun" diye müdahele ettim... bir diğer  kişi bir türlü 112 ye ulaşamadı...Karaköy'e yanaştık, iskeleye görevlilere koştum ...ardına kadar açık kapıdan içeri girdim kimse yok...hayalet iskele sanki -yolcuların dışında-...vapura geri dönemedim...ve Köprüyü yürüdüm bir sigara yakıp..umarım kurtulmuştur diyerek... fazla yorum yapmıyorum...benden bu kadar!

devrim mümkün!..


İngiliz sokak sanatçısı aktivist Bansky, "Londra'yı İşgal Et" eyleminin gerçekleştiği Saint-Paul Katedrali önüne yeni işlerinden birini yerleştirmişti... Çadırların arasına yerleştirilen Monopoly oyunu parodisi heykelinde, oyunun ikonu Zengin Amca "Pennybags" şapkasını çıkartıp dilenirken görünüyordu...

Monopoly oyunu 1904 yılında Elisabeth J. Magie tarafından "tekelin antisosyal doğasını" insanlara anlatmak için tasarlanmış...


Monopoly sözcüğü " tekel " anlamına gelir... Zar atarak oynanan bu  masa oyununda oyuncuların amacı mümkün olduğunca çok emlak satın alarak diğer oyuncuları iflasa sürüklemektir.
Oyuncular zar atarak karelerde ilerleyerek döngüyü tamamlarlar, ancak bu sırada kiralama, satın alma, inşa etme ve ticaretin içinde bulunduğu ekonomik aktivitelerle birlikte ekonomik anlamda en güçlü olmaya çalışırlar.

New York Üniversitesi öğretim üyesi, Marksist felsefeci ve siyaset bilimci Prof. Dr. Bertell Ollman,  dünyanın tek Marksist masa oyunu "Sınıf Mücadelesi"nin  yaratıcısı...oyun türkçe olarak önümüzdeki hafta piyasaya sürülecekmiş.... .
Ollman, Marksist olarak işadamı sıfatıyla oyunun pazarlanması için uğraşınca ‘Marksist Bir İşadamının Gerçek İtirafları’ adlı kitabı yazmış... Dünyanın bu kadar zaman içinde inanılmaz bir şekilde değiştiğini diğer yandan da aslında hiç de değişmediğini söylüyor ve Kapitalizm son birkaç yüzyıldır periyodik olarak yaklaşık 20 yılda bir kriz geçirdiğini,  bu krizler kapitalizmin doğasında varsa, o zaman kapitalizmi değiştirmek gerektiğini söylüyor...

                "Sınıf Mücadelesi" nasıl oynanır?
Sınıf Mücadelesi’ndeki oyuncuların hepsi belli bir sınıfı temsil ediyor. Amaç ise devrim yapmak. Oyunu sadece  kapitalistler ya da işçiler kazanabiliyor. Köylüler, beyaz yakalılar, öğrenciler ve küçük esnaf gibi diğer sınıflar ise, toplumun bu iki ana sınıfı ile ittifaklar kurup bozabiliyor, seçim ve genel grevlere yol açacak ilişkiler ağını geliştirebiliyor.  


Oyunu oynarken karşınıza çıkacak kartlardan bazıları:
-Kızın bir temizlik işçisiyle kaçtı. Komşularına ne diyeceğini düşünürken zar atma sıranı geç.
-İşçi arkadaşlarınla birlikte fabrikanızı işgal ettiniz ve patronu tuvalete kilitlediniz. Kapitalistler 
2 zar atma sıralarını pas geçecek....