Fotoğraf : Cüneyt Gök - Eminönü-1987
*Lütfen kayıp olanlar saklandıkları yerden çıkıp tepki versinler!... onlar da beni eleştirsinler, yazdıklarımı tekzip etsinler...beni yerden yere vursalar da onlarla sonuna kadar dostuz...hepsiyle çok güzel şeyler paylaştık... İsimleri değiştirseydim okuyanlar için bir şey değişmiyecekti... anlatılanları yaşayanlar için de değişmesini istemedim... bu yazı içinde bulunduğumuz yaşam biçimine, değişime, zorunlu kaldığımız her şeye (dostlar olmadan yaşamak zorunda kalmaya bir isyandır).
Değişim -1- 29 Temmuz 2009
Yalova’da senelik iznimdeyim. Her zaman kaçıp sığındığım, kendimi iyi hissettiğim yerde. “O şimdi artık bir şehir”! Bir şehrin gerektirdiği yapılanma içinde insanlara yani tüketim toplumuna daha fazla şey (şeyden kastım: alışveriş merkezleri, geniş caddeler- daha fazla arabanın park edebileceği- , denizi doldurarak kazanılan ama aslında doğa olarak , doğal olarak kaybedilen alanlar…vs. vb) sunmaya çalışıyor. Yaşam yeme içme, aylak gezip baba parası yeme, modayı(dayatılanı), trendleri takip etme, ikinci cep telefonunu ve hattını alma, mesajlaşma çılgınlığından konuşmayı ve güzel “Türkçe”mizi unutma, sanal alemde oyunların kahramanı olma üzerine kurulu burada da… Kaybedilen değerler kimin umurunda böyle insanlar üzerinden kazananlar çok olduktan sonra!
Anlatacak o kadar çok şey var ki… asıl konumdan uzaklaşacağımı düşünüyorum . Ama yazmalıyım! Yıllardır-1972’den beri- Yalova hayatımda önemli bir parça oldu; bir çok şeyi burada keşfettim, yaşadım… doğayı, denizi, balık tutmayı…arkadaşlığı, aşkı, paylaşımı, komşuluğu, küçük yerin samimi duygularını…hiç bir şey değişmeyecek sanarak burada büyüdüm…her tatil koşarak geldim . O zamanlar nüfus oldukça az olsa da bize yapılan “yazlıkçı” yakıştırması hiç hoşuma gitmezdi çünkü ben onlardan çok Yalova’yı yaşıyor ve değer verip ona sahip çıkıyordum. Çok güzel arkadaşlıklar yaşadım ve dostlar kazandım. Kimileri öldü gitti, kimileri başka bir ülkeye kaçtı, kimileri kayboldu, izlerini kaybettirdi… üç dört dostumla hala görüşüyoruz ama şunu fark ettim: bizim, bizden bir önceki ve sonraki jenerasyon değişime ayak uyduramadı…iş hayatı, evlilik, aile…hep bir şekilde sorguladık, karşılaştırdık, değerlerimize sahip çıkmaya çalıştık, politik görüşlerimiz, felsefemiz yatsındı, eleştirildi…kısacası aydın kesim, düşünen aynı zamanda üreten bizler sindirilmeye silinmeye çalışıldık. “Türün son örneği”, “dinozor” gibi yakıştırmalar bazılarımızı etkiledi ve “onlar” da değişime ayak uydurduklarını zannettiler. Yaşan biçimlerini değiştirdiklerini zannederken unuttukları bir şey vardı “ruh”. O dönemin havasını soluyan tıpkı “paçasına bir kez deniz suyu deymiş” değişinde de olduğu gibi , yıllar sonra ruhlarının baskısına ve özlerindeki gerçekliğe uymak zorunda kaldılar. Eşime hep söylerim “bizim bir misyonumuz var”. İnsanlara dünya üzerinde fark edemedikleri yada onlara hiç gösterilmemiş, görme şansları olmamış değerleri göstermek, hatırlatmak ve onlara sahip çıkmaklarını sağlamak. Ama bu misyonu yerine getirmenin de bir bedeli var değişime ayak uydurup, dikiş tutturmak, her telden çalmak yerine bir konuda üretmek ya da çalışmak…Çok düşününce- şimdiki gençliğin yerine de- ben başka türlü yaşayamıyorum. Hep geçmişi anlatıyorum gördüklerime karşılaştırsınlar diye…yaşım 43 ama çenesi düşük ihtiyar muamelesi yapıyorlar yada çatlak. Bazıları siz ne kadar iyisiniz, ne kadar bilgilisiniz, ne güzel düşünüyorsunuz, hala düşünüyorsunuz gibi laflar tükettikçe ben de aşkla yola devam ediyorum. Bazı isimler geldi aklıma Erzurumlu Mehmet eski günlerde mendrek’(dalgakıran)te bize çiğköfte yoğururdu... çok rahat adamdı utanmadan sıkılmadan aklına geleni yapardı yani çok doğaldı ama bu hikayeleri anlatmam biraz tuhaf kaçabilir…en son hatırladığım bir saat boyunca gözden kaybolmadan elinde bir kavun olduğu halde dalgakıranın kayalık bölümüne doğru yürüdüğüydü…Güçlüyle çok iyi anlaşırlardı Bir keresinde apartmanın çatı katına konmuş diğer kat sakinlerinin eşyalarını talan etmişler, bir rüzgar sörfü, tapu kadastrocuları kullandığı bir adet ölçüm aleti gibi para edecek olanları seçip İstanbul’a geçmişler,onları satıp paralarını bir güzel yemişlerdi. Mehmet mektup arkadaşı -Danimarka’da marangoz bir babanın kızı- ile evlendi, marangozluk yapıyordu… bir kızı ve oğlu, şişman, iriyarı kendisinden iki kat büyük bir eşi vardı tam anlamıyla kaybolmamıştı çocukları da alıp bir yaz gelmişti …Bu tatilde onunla yıllar sonra karşılaştığımda üç günlük yeni evliydi ...bu kez Mersinli , kendi gibi orijinal bir bayanla!...fazla muhabbet edemedik ve telefonunu da pek vermek istemedi ...belkide bazı şeyler geçmişte kalsın istiyordu ve yeniden kaybolacaktı... Anne ve babası Almanya’da öğretmenlik yapan Güçlü ne yaptıysa olmadı maymun iştahlı dediler, sırf bir keresinde bir guruba dahil olmak için Ankara’da bir çocuk parkındaki kaydırakları kırıp salıncakların zincirlerini kopardıklarını anlatmıştı …bir gözünde lens vardı ; çocukken bir gün atkestanesi ağacının altında uyuyup kalınca bir kestane gözüne saplanmış… bir gemiye kaçak olarak binerek Amerika’ya kaçtı. Benzin istasyonlarında pompacılık, pizzacıda bulaşıkçılık, deri atölyesinde hamallık derken, kendinden yaşça büyük ressam bir hatunla evlenip yeşil pasaportu kaptı…kaptı da sonra ne oldu …kayıp. Çekirge Burak alkol, daha fazla alkol, hap falan derken tarif edilemez bir şiddet ve uyumsuzluk içine girdi…babasının bacağına tornavida saplamış... derken o da Amerika’ya kapağı attı, benzincide pompacılık, boya badana işleri…kalp ameliyatı…kayıp. Egemen herkesden önce Norveçli turist kız ülkesine dönerken onunla gitti…Rock kültürü almış jenerasyonumuzun sağlam yapı taşlarındandı. Bir gün Deep purple konserinden aradı… up uzun saçlı görüntüsü hala canlı ama kendisi kayıp…Hiç çalışmadığı ajanslarda “mış” gibi yaparak iş kovaladı...cv leri beraber yazdık..."içindeymişik, yeşilmişik, sazmışık" dedik sarhoş olup sazlıklara atladık. Aşkın sinir krizleri, intihar girişimi, evlilik, aldatılma- boşanma, başka bir ajans sahibinin kızıyla “Cacherell” ceketlerin dans pistinde atıldığı bir nikah…kayıp… Depremin koparttıklarını, bir daha arkalarına bakmadan kaçanları, evine kapanıp düşünenleri ve sokağa, insan içine çıkmaktan korkar hale gelenleri, kendini dağlara vuranları, alkolden ölen yada sefil olanları sırf düşündüğü için bu günün yaşamıyla çatışanları da sayarsak bu liste uzar gider. Orhan ve Oğuz kardeşlerin bakkal dükkanı”hayat mektebi” artık yok depremden sonra güneye yerleştiler… Behsat ağabey , kibar adamdı ulu orta içmemek için ceketinin iç cebine şarap şişesini koyar, oradan pipetle içerdi… pinokyo bisikletiyle şimdi kimbilir nerede…Keli görünecek diye kasketini ve krem rengi pantolon, sivri burun , yumurta topuk ayakkabılarını ve milli forma gibi taşıdığı yeleğini hiç çıkartmayan Ankaralı bitirim…mahallemizin fedaisi Ömer ağabey nerde…camlarında satılık yazısı asılı evledeki, yıkılan apartmanların artık boş arsaları üzerinde yükselen geçmişin ve arkadaşlarımın sesleri…nerede!? Eskilerden Deli Mehmet hala burada dün gördüm Dereağzında…teknelerimizden azar azar benzin araklar deposunu doldururdu., kafasına göre yaşardı… evlendi ayrıldı bir Fransızla…teknesini bir dönem sattı Fransaya gitmek için sonra da dönünce nohut pilav arabası aldı bir iki hafta çalıştığını gördüm ... gözü bazen bir şey görmezdi…bir gün üzerime teknesinin çapasını attı…görmemiş…herkes öğle sıcağında balıktan dönerken o daha yeni ayılıp denize çıkardı. Önce istakoz rengine bürünür sonra da marsık gibi olurdu… Koca bir gerçek var o da “değişim” o koca ağızlı bir canavar, bir kara delik…beni yutamayacak…Ben de değiştim..hayat gailesi yüzünden yapmaktan haz aldığım bir çok şeyi yapamıyorum ve sevmediğim , yapmakta zorunlu kaldığım bir yığın şey var ama bu “düşünmeme” ve bundan sonra “yapmama” engel değil…
Balıkçılar kahvesi mütevazi, kooperatifin insanlarının çay içip, sohbet ettiği yerken sosyete ve buluşma mekanı olmuş …eskisinin beş altı katı bir alanda beş altı katı bir kalabalık…içinden sıyrılıp arka taraftaki teknelerin fotoğraflarını çekmeye gidip dönerken uzaktan “sen Cüneyt”… “misin!” “biraz değişmişin” dedi eski günlerden bir ses ve bir dostun bedeni.
-kilo…ama bu yaşta normal …
-sen de!
-ben de..
O da kilolanmış, saçları hafif beyazlaşmış… Grafiker, Tuncay’dan başkası değildi. “10 yıl olmuştu herhalde” dedik. İki gün öncesi onların eski teknesi ve Aşkın ile “tremola” yaptığımız günü düşünürken karşıma çıkmıştı. Dertleştik, neler yaptığımızı konuştuk… “Facebook ta yoksun dedi” “bana hep ters geldi ama başka çarem yok , hiç olmazsa birkaç eski dostu bulurum ..tamam dedim haftaya yazışırız… “yalnız” dedi “benden dini vecizeler, hadisler, milliyetçi söylemler gelebilir ama istemezsen engelleme koyabiliyorsun” “Masonlara karşı birilerinin savaşması gerekiyor” dedi… “benden de abzürd şeyler gelebilir, sen de engellersin o zaman”…sohbet sürdü evlendim…arkadaşımla…çocuk yok, istemiyoruz…biliyoruz o zaman kendimiz olamayacağız…
Felsefenin “Fel” indeyken öğrenci olayları yüzünden Üniversiteden ayrılmak zorunda kalmış Alev ağabey dünyaları içti…içti düşünmemek için …değiştiremediği gerçekler için içti…göçüp gitti… Avukat Delfin zehir gibi aklını, altılıda, ikilide tüm servetini ve çok içmekten-ki rivayete göre köprü altında içtiği rakılar metil alkollüymüş-gözünün birini kaybetti…sonra da biz onun izini… Evine davet ettiği arkadaşlarına hatıra olsun diye annesinin tablo koleksiyonundan birer parça verip gönderirdi…geriye hiçbir şeyi kalmadı Bakkal Orhan’ın veresiye defterinde belki dolu bir hane…
Ataman : o ince ruhlu, “Hair” filminden fırlamış haliyle bir gün çıktı karşımıza. “ Selam ben hippiyim” …ne dinliyorsunuz dedi” açık mavi kot montu ve boynunda batik fularıyla … o dönem biz de Pink Floyd dinliyorduk. Anlaştık; önce müzik konusunda sonra olabildiğince her konuda …fakat yıllar sonra bir gün balıkta kovada birikmesi gereken balıkları göremeyince durumu anladık. Kıyamıyordu balıklara…biz tuttukça o denize gönderiyordu. Sonra balık ve beraberinde rakı sevgisi bu olanları aşmamızı sağladı. Tuncay’ın teknesinde bir gün rüzgar kesilince denizin ortasında kalıp yardım çağırmak için kıyıya yüzdüğünde o kıyıda Aşkın'la ben çadır kurmuş kamp yapıyorduk…Yıllar geçti ortak zevklerimizi zaman buldukça paylaştık…görüşemezsek de telefonlaştık…kayıp değil ama hayat gailesi ile çok meşgul. İlerde ortak bir iş yapacağımıza inanıyorum…ama çok ileri bir tarih olmasın diye de diliyorum! Zira her şeye rağmen doğallığını ve ruhunu kaybetmeyen tek dostum.
“Tek tornistanı olan balık yunustur” diye anlatırdı kambur Salih…bir zamanların usta ve emektar balıkçısı” ne o kaldı ne de eskinin balıkları…batıkların yerini bilir…orfozları, sinaritleri eliyle koymuş gibi bulurmuş …sonrada İstanbul’a koca balıkları ekspresin yanına bağlar gönderirmiş…bir gün bir gazete kupüründe gördüm Marmara’nın büyük beyazını yakalamıştı . Buzullar eridi, sular ısındı…Marmara’yı, İzmit Körfezi’ni pusula denizanaları sardı…o kadar çok deniz anası üredi ki eriyik halinde dipe çöküp “lez”i oluşturdu…ağlar balık yerine tonlarca lez çekince balıkçılar iflas etti. Bütün bunları öylesine bir masalmış gibi anlatmak istemiyorum! Anlatınca çoğu insan için uydurma ve gerçek dışı gelebilir…değişim var ama istenmeyenler; hala insan “isterse” engellenebilir. O küçücük eller ve yüreklerin bir tane balığı suda görüp birbirlerine gösterirken ki coşkusunu devam ettirebiliriz...
Kimse başına neler geleceğini tam olarak bilemez…seçimler vardır, yaşam biçimleri…tercihler bazen bizi istediğimiz, özlem duyduğumuz hayata, planladığımız bir geleceğe götürür, bazen de tersi olur…bahsettiğim o çok sevdiğim ve yitirdiğim kişiler de oturup benimle ilgili yazsa eteklerinden ne taşlar dökülür...yazdıklarımı okuyup belki kızar ve sitem ederler ... “bir kız için bizi sattı terk etti, belasını buldu, ne yapsa mutlu olamaz”…vs vb gibi şeyler de diyenler oldu zaten o zamanlar.
Ben de masum değilim hiç kimse gibi... “Masum değildir şarkı şarkıcıdan ötürü”. …çok sevdim... çok mücadele ettim, daha evlenene kadar yaşadıklarım bir çok insanın ömrüne sığmayacak ya da sonu akıl hastahanesinde bitebilecek şeylerdi...evlendim ailelere rağmen... işsizliğe, parasızlığa ve aldatılmalara, psikoloji literatüründe yer alan bir kaç vakkaya rağmen... belki de hak ettim...belkide algılayamadım onu... gözüm hiçbir şey görmüyordu. Önce uyardılar tüm arkadaşlarım bu işin sonu iyi olmaz diye zira "hayır" nedir bilmiyordum…hep kendimden verebildiğimce verdim ilişki sürsün diye alttan aldım…belki de öyle sandım...sorunları görmezden gelmeye çalıştım, aman o üzülmesin dedim…neler neler oldu! Her şey tepetaklak... yeni evlenip gittiğim askerden gelince buzulun suyun altında kalan kısmıyla yüzleşmem gerekti...ve buzul daha da büyüdü ...ilk bulduğum işte kazandığım üç kuruş küçümsenip onun kazandıkları konfeti gibi havalara saçıldı sonra eve gelmemeler başladı. Dışardan bakıldığında “marjinal insanlar artık herkes kendi hayatını yaşıyor” gibi görünüyordu...sonrası...sonrası ev bulup taşınmak istedi ...ama ayrılmak değildi istediği. Canı sıkılınca, özleyince, gelecekti...ben ise onun musluğu, elektrik tesisatı bozulduğunda tamir edecek , nazının geçtiği yegane insan ya da ağlamak istediğinde başını koyacağı bir omuzdum sadece...aşk bitmişti; değişime uğramıştı, sömürülmüştü....evi taşıdı, eşyalar bölüşüldü, kediler, tabak, çatal bıçak takımları...kitaplar...fotoğraf albümü bile... “gidersen” dedim “biter...geri dönemezsin ve dava açarım”. Gitti sırf inadından .Resmi olarak boşanana dek İstanbul’un tüm birahane ve barlarını öğrendim neredeyse...işlerim düzelmişti.Ama neye yarar dı...Tekel’e yaradı! O şimdi başarılı biri...dedim ya belki biz uyuşamadık ya da ben onu ve düşüncelerini tam algılayıp kavrayamadım! Detaylara girersem ayrıntıda saklı olan şeytan ortaya çıkacak…en iyisi susmalı…yoksa ortaya çıkınca ruhumu ele geçirmek isteyecek..Pazarlığa hiç gelemem!
Sonra…sonra dedikçe bu güne gelene kadarki bölüm giriyor araya…ikinci evlilik…iş…işler…ekonomik ve diğer krizler, açmazlar…çocuk….mücadeleler…uzaklaşılan geçmiş…
ne olursa olsun iyi ki varlar...hayatıma giren, kenarından, köşesinden geçen herkes...tüm dostlar, düşmanlar...
ne olursa olsun iyi ki varlar...hayatıma giren, kenarından, köşesinden geçen herkes...tüm dostlar, düşmanlar...
...fiksaj banyosunda yeterince kalamamış, sararmaya mahkum fotoğraflar gibi geçmişimiz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder