22 Aralık 2016 Perşembe

"çıplak vatandaşlar"


Dünyaya doğal olarak çıplak geliriz ve o günden sonra yapay bir biçimde giydiriliriz. Sağlıklı olmayan kat kat sentetik giysilerle sıcaktan pişer, kurdeşen dökeriz. İsilik oluruz. Elektrik yükleniriz...Çocukken bir izin verseler o an çıkartır atarız... önce bize uygun görülenler giydirilir ve artık onlarla birlikte bir kimlik de yavaş yavaş üzerimize yapışır hale gelir... Bebeklerin en mutlu ve özgür hali herhalde altları, üstleri değiştirilirken ki çıplak halleridir. 
Denize girdiğimizde, suda, duşta, küvette doğal halimize geri dönerken hem hafifler hem de arınırız ama toplum içinde çıplak dolaşmak mümkün değildir artık. Bu deneyimi sadece çıplaklar kampında yaşanabileceğini düşünenler bir gün -hele hele bu günlerde- bir bunalım halinde iken kendilerini soyunmuş bir biçimde sokakta bulduklarında şaşırmasınlar!Şener Şen'in oynadığı "Çıplak Vatandaş"; Orta direk memurun geçim sıkıntısıyla girdiği bunalımı,kendini çıplak bir biçimde sokaklara attığı Başar sabuncu'nun filmini hatırlayın... 
O dönemin meşhur Emmanuelle'i Sylvia Kristel'in bambu koltuktakine benzer pozu ile afişi hep aklımda kalmıştır! 
Gelelim asıl konumuza;
Postmodern kimlik inşasının Temel öğeleri imaj ve görünüştür.İzleme ve izlenme toplumu olarak özellikle sosyal medyada performans sanatı örneklerine benzer görüntülerle daha sık karşılaşmaya başladığımızı ve ülkemin geldiği durumu düşünecek olursak bu günlerde hepimiz birer performans sanatçısına dönüşebiliriz. Çünkü bedenimiz bizim ifade aracımızdır.
“Performance” sözcüğü, gösterme, gösteriş sözcükleriyle beraber "tamamlama" anlamını da içermektedir.Bir sanat yapıtının tamamlanması, seyirci tarafından tamamlanması anlamına gelmektedir. 
Performans, malzemesi yalnızca beden olan, sahne ve görsel sanatlar alanında bedenle yeni ifade biçimleri yaratmayı amaçlayan eylemdir. Modern çağla birlikte, çağdaş sanatta devreye "yaratıcı beden" kavramı girmiş ve gövdenin gerçekleriyle toplumsal alanda bu gerçeklerin doğurduğu çelişkiler de günümüz sanatını beslemektedir.
"Performans sanatçıları insan bedenini, insan cinselliğini öne çıkarmakta,şahsi travmaları ifadeye dökmekte ya da toplumsal cinsiyet ve ırk 
klişelerini çürütmekte kullanılabilecek, alışık olunmadık derecede değişken bir araç olarak görmektedirler." 
(Heartney, 2008)
Çıplak Dünya – Naked World Spencer Tunick



   Daha önce de eserlerini paylaştığım Spencer Tunick, kitlesel (nü)çıplak fotoğraflarıyla ünlenmiş bir fotoğrafçı... dünyanın farklı yerlerinde gönüllü modellerin katkılarıyla 90'lı yıllardan beri projeler üretmekte.Fotoğraflarında kullandığı çıplak gönüllü sayısının fazlalığı nedeniyle modellerin oluşturduğu görüntü soyut bir desen ve "doku fotoğrafına" ve her çalışması bir enstalasyon-yerleştirmeye dönüşüyor.

1700 gönüllü - Münih şehir merkezi-2012Çıplak Dünya – Naked World Spencer Tunick

Yaklaşık 1700 gönüllü, Münih şehir merkezinde. 23 Haziran 2012.


Yaklaşık 5200 kişi, sabahın erken saatlerinde Sydney Opera Binası önünde. 1 Mart 2010.


5200 gönüllü -Sydney Opera Binası-2010


İsviçre- Aletsch Buzulu- Küresel ısınmaya dikkat çeken- Greenpeace kampanyası-2007

İlgili resim

Amsterdam-Europarking otoparkı- 2007


Amsterdam'daki Europarking otoparkında. 3 Haziran 2007.


Çıplak Dünya – Naked World Spencer Tunick

İnsanları Toplu Halde Nü Olarak Görüntüleyen Fotoğrafçıdan 21 İnanılmaz Kare

18.000 gönüllü -Mexico- Zocalo Meydanı-2007  

İspanya- Kursaal Kongre Sarayı ve Oditoryumu- 2006

İspanya'da bulunan Kursaal Kongre Sarayı ve Oditoryumu'nda. 22 Nisan 2006.

Belçika- Stadschouwburg Tiyatrosu- 2005

Çıplak Dünya – Naked World Spencer Tunick


Sea of Hull in in Alfred Gelder Street

People take part in an installation titled Sea of Hull by artist Spencer Tunick


Sea of Hull

Temmuz 2016'da Hull kentinin 2017'de Büyük Britanya'nın kültür şehri seçilmesi şerefine Tunick, Queen's Gardens'da "Hull Denizi" adını verdiği proje için üç bin gönüllüyü 4 farklı maviyle boyanmasını sağladı.Son iki projesinde ise 100 aynalı kadın model ile ve Meksika'da baş aşağı duran modellerle vatandaşı olduğu ABD'de Trump'ı henüz başkan adayıyken eleştirmişti...


"Trump bizim zihnimizi altüst ediyor, sinir bozucu bir histeri yaşamamıza neden oluyor. Bence her şeyin baş aşağı geldiği zor ve çalkantılı bir dünyada yaşıyoruz"
-Spencer Tunick-







16 Aralık 2016 Cuma

"işgal" - "abesle iştigal"

Tek renk değildim... hem renk, hem sesten koca bir duvardım... bazen bükümlüydü dilim, bazen çatallı,  akıcı derken yarım yamalak ağızlara sarardı hecelerim, kekelerdim korkudan, ama şarkı söylemeye başlayınca çözülürdü... çözülürdüm, dizlerimin bağı gibi, usulca bir kuytuda ağlarken...hem yoktum hem vardım; hem  çok hem de azdım... bir yandan fısıldarken diğer yandan bağıran düşüncelerimle... "neme lazım" desem de, "otur yerli yerinde şükret; karışma etliye sütlüye"; pratikte olmadı, olamadı... durumlar ve duruşlar dedim durdum ama duruşum da eylemdi...bir yandan korkuların kucağında vakitsiz alı konan, yasaklanan, yedi kat sarılıp muska yapılanlarla eşdeğer bildiklerim, öğretilenler, öğrendiklerim, kaybettiklerim; kutsal ve din dışı, totem ve tabu...yine yalnız başımayken gülümsediğim; sadece benim bildiğim ne varsa... hiç saklamadım. Ne bir ağacın kovuğuna, ne yastığın altına, ne kilitli çekmeceler içinde günlüklere. Sırlarım aynanınkiler gibi kolay dökülmezdi sadece, ayna gibi kırılmasam da lanetli olan bendim galiba!
Yalnız değildim ama yanımda kimse yoktu...tek renk değildim, rengarenktim ve bir o kadar da ahenkliydim aslında; çünkü bana soracak olursanız o dönem bir şairdim. "Sen de mi şair oldun?!" dedi babam ve hem bana hem kendine küfür etti; "eşşoğlueşşek"... olsun hiç gocunmadım, devam etmek için kararlıydım  inatçıydım tam bir keçi gibi; "günah keçisi" yapılsam da, çarmıha gerilsem de, çelmelensem, aza indirgensem, dizginlensem de...tüm heveslerim budandı, tüm sevdiklerim kutsanırken, lanetlenmiş memleketin tüm kaleleri zaptedilmiş, tersanelerine girilmişti... 

"onlar ki asit yağmurlarıyla  kutsandılar"!

Gerçek hakikatin çocuğuydu hem de  tükürüklü ağızlardan taşan "orospunun çocuğu"ydu yaftalanan benim gibi..ve babasını hiç bilmeyen bir piçti... hiçti ! 
Bir gün bir kitap buldum sahaflarda; hiç kitap okumamış babamın kitabı! İlk baskının son kitabı üzerinde  fotoğrafı vardı(ne alaka)...önce rüya sandım. Baktım kesintisiz devam ediyor hikaye; yaşadım! Hiç bir şey ifade etmedi zira yıllarca varlığını bilip yüzünü doğru dürüst hiç görememiştim. Suyun üzerinde birlikte taş sektirmemiştim. Gece horultusunu duyardım...Sabahları kapının önünde okula giderken gitgide şişen içki göbeği yüzünden ayakkabılarını anneme bağlatırken hatırlıyorum onu... Kitabın kapağı maviydi hem de kırmızı horoz ibiği gibiydi kırmızısı ama mavisini tarif edemem çünkü benim değildi...  o kitabı almak abesle iştigal etmekti belki ama aldım. Şimdi başucu kitabı yaptım! İçinden tek bir sayfa okudum. Zaten içinde bir sayfa vardı!
Hem kurban hem sunak olmak işte böyle bir şeydi sanırım ama kahin değildim...Baba ya da "dada" eklektik ve şizofrenik, frengili...ayağımın altına basan ve düşen "muz"du tastamam. Na mütenahi, şuursuz ve fütursuz ikiz elli, her birinde birden fazla tokat tomurcuklanmış! 
Anneme üzülürdüm ama yıllarca kerevizi patates diye yedirdiğini hatırladıkça...(susuyorum) sorduğum sorulara hiç tatmin edici cevaplar alamamışım...uyutmak için yıllarca dizinde sallaya sallaya sulandırdığı beynimi kurutmaya çalışıyorum, kötü alışkanlıklarımdan kurtulmaya...onu da  hiç affetmedim galiba!. Sinestetik bir estetik anlayışı içinde debelendim durdum hem renkleri savurdum hem de kendim savruldum notalarla...ölsem de gam yemem sesleri gördüm ya sonunda.
Şeker kamışı tarlalarından yürüyorum belki kekremsi tatlardan  sonra buruş buruş olan dilim, damağım, ağzım tatlanır diye... Sözcüklerime yansır belki ardından...
Kırmızı üzerine beyaz, beyaz üresine kırmızı puantiyeli mantarlardan şemsiyeler zamansız bir geçit töreninde...bu da bir rüya olsa gerek diyorum ama pek de emin değilim!
Zamanın geri döndürülemez akışı içinde kırışan çarşaflar gibiyiz; ters yüz edilmiş bir yastık kılıfı içinde yuva yapmış "hamster"larız şu dünyanın büyüklüğünü düşününce. Bazı durumlar sonsuza kadar böylece ya da öylece sürme niyetindeyken boşluğu da boş yere işgal ediyor gibi...tıpkı bazı düşüncelerin zihnimize yaptığı gibi...

1 Aralık 2016 Perşembe

Tell me the reason Why?


Her seferinde görünmez bir el tuttu elimi. Her seferinde sözcüklerimi çaldı. Ne zaman yazmaya kalksam beni engelledi...eskisi gibi yazabilsem belki...belki özgür olabilirim  dedim eskisi gibi...yudum yudum birikenler, içimden taşanlar, duvarları delip geçen düşünceler,paylaşmayınca eksilenler!
Avuç dolusu ilaçlar, yan etkiler için yeni ilaçlar, gereksiz "ihtiyaç"lar için fazladan "mesai"ler, "amitu"( barış yapma) ve "arop" (özür dileme)içinde yaşayan "Masai"lerden öğrenecek o kadar çok şey varken! 

Kulaklığı takıp, yazma girişimindeyim... "Mirage albümü"; Arubaluba, ardından Lady Fantasy de..."Tell me the reason Why?"-cümlesi kafama takılıyor...cevap yok!progresif rock ve gerçekler...

"Camel", Mirage Albümünün kapağında Camel Sigarasının reklamı yapılmıştı...



Camel'i dinlerken Barış Manço çıka geliyor birden  "İşte hendek, işte deve...ya atlarsın ya düşersin...baktın olmadı vazgeçersin" diyor. Sonra Camel paketindeki gizli özneyi görüyorum devenin bacağında... 

İşte o zaman anlıyorum durumun ciddiyetini...hastanın durumu kritik!
Görüntüler birbiri ardına "ark" yapıyor...kısa devre ihtimalim yüksek!
"At izinin it izine karıştığı" bu günlerde, kurunun yanında yaşın da yandığı, içimize, ocaklara "ateş"lerin düşmeye devam ettiği bir ülkedeyiz. Daha neler ile uğraşacağız, neler ile dayanma sınırımız test edilecek ve sınanacak? En son istediğimiz şey herhalde bir savaşın içinde olmaktı; onun da içindeyiz!? 

Bir gün  "Görsel Anlatım" dersinde slayta bir tarih koydum
2 TEMMUZ 1993" ve sordum "bu tarih size bir şey hatırlatıyor mu?" Cevap gelmedi... sonra bir görsel paylaştım; bir kibrit kutusu... "Peki şimdi"? Yine cevap çıkmadı...


Sonra "SİVAS" yazısı geldi diğer slaytta. Bir kişi atıldı. "Sivas yangını"diye...Ben"...Katliamı"
dedim ve sustum... 
Dilimin ucuna gelip de "olağan dışı ve üstü" hallerden dolayı yutkunduklarım...kuramsal dersler, kurumsal etkinlikler de kendim olmaktan çıktığım günlerde, 35 öğrenciden ikisi, üçünün derse uğradığı günlerdeyim...kitap okumayan, 35-40 bin lira okula verip 10 liralık fotoğraf baskısını yaptırmak istemeyen, geçen haftanın önemli olaylarını sorduğumuzda uzaylıların "Türkiye'yi istila girişimi" diyen öğrenciye biraz ip ucu vermek adına ölen bir devlet adamı da vardı hani baş harfi "F" soyadının ilk harfi de "C" diye hatırlatmaya çalıştığımda biraz düşünüp "Aaaa tamam Sibel Kastro" dediği günlerdeyiz...Daha önceki yıllarda İletişim Fakültesinde bir sınavda Marx'ın ve Spencer"ın sosyoloji kuramıyla ilgili bir soruya bir bayan öğrenci "Marks ve Spencer"ın Bağdat caddesindeki mağazasından alışveriş yapıyorum diye cevap yazmış, yine bir fotoğraf çalışması için üç "obje" çekin dediğimde ise yan yana çekilmiş üç "oje" fotoğrafı(evet oje şişeleri de birer obje ama...),sonra temel geometrik formlardan bir küp fotoğrafı çekin dediğimde içinden altınlar saçılan topraktan bir küp gelmişti...Unutulmazlar arasına girmişti bu çalışmalar...yakında "sakallı bebek doğacak" ve dünyanın sonu gelecek!

 
"Goygoyrail" grubunun "trol"ü bir yana kendimi bir"strumpf"a benzetiyorum artık:"Şirin baba"ya... ama suratı biraz asık bu günlerde...
Görüldüğü üzere artık hiç bir şeye konsantre olmak ve baştan sona bir konu hakkında yazmak mümkün değilmiş gibi görünüyor benim için. (Bir başka deyişle, 2011 yılından 2016 yılına kadar düzenli yazdığım bloğumda yayınlanan bununla 681'e ulaşan yazı ve paylaşım kafamı toparlayabileceğim bir tarihe kadar aynı yerde sayacak gibi görünüyor.) Zevkle ve şevkle klavyenin başına oturduğum günlerden sonra bu yazı bile zor geliyor...Umarım bu "bir veda yazısı" olarak kalmaz! Sevgiler herkese, hepinize! 

19 Eylül 2016 Pazartesi

sınır


gövdem ve bacaklarım
öksüz ellerim
bağlı kollarım...
yurtsuz 
bir sınırda doğdum
bölen
beni benden
beni bana
ayrı yönlerde
ayrı parçalara
...
bir an göz göze geliyoruz
öteki parçamla
o bana bakıyor
ben ona
sonra ölüyor
zaman
sessizce
dikenli tellere takılıp
kuytuda...
geri dönemiyorum
çizgiyi geçip 
haddimi
aşıp
gövdemin öteki yanına
mübadelede
karşı kıyıya ulaşıp
veriyorum kendimi
bendeki  diğer bana
söyleyemeden
çok benzediğimi ona
uygunsuz olurdu belki
hemen
yürüyüp gitmek
bu yüzden durup kalıyorum ya
olduğum yerde
bir ağaç gibi
sonra birileri emrediyor
"kesinlikle
kesin"!diye
yeni gövdeler için
yeni alanlar lazım
sonra yeni sınırlar
çekmek için
daralan
genişleyen
birilerini 
sevdiklerinden ayıran
...
nefes alıp veriyorum 
hala
bu oyunu oynuyorum hala
uzun uzadıya
susup
boşlukta tuhaf şekiller
çiziyorum
şehrin duvarlarına
renkli resimler
cümleler kuruyorum
öznesiz
özensiz
çünkü biliyorum
bir gün birileri onları da yok edecek...
ama 
sırf bu yüzden belki de
lafımı
rengimi
esirgemeden
daha da güçlü
durmalıyım
sınırın
tam
ortasında... 



1 Eylül 2016 Perşembe

arkadaş




gün dönüyor
bak
yine eylül
gök yırtılıyor
kendinden
geçiyor zaman
kendini...
içmeden artık çok zor
diyorum da
anlar gibi yapıyorsun
dumanı yüzüme üfleyip
iki kadeh vurup
hemen eve kaçıyorsun...
"içebildiğin kadar
sarhoşsun" diyorum
arkadaş...Anlamıyorsun!
"içmeden sarhoşum" diyorsun
kapağını açıp
tortularını uyandırmadan
kulaç atmadan
balıklama
yüzmek
nasılsa
işte öyle;
dibinden
dibinden
şişenin
tekrar
tekrar
dalmak için
o rüyaya
ince belli çay bardağından
"göz yaşı"
anılardan
bir gün daha
Sami kaptan
ve Yalova
dereağzı
...
durulmaz olunca
bu dünyada
bir gün
bir gün daha
eksilmek için
kendinden
unutmak için
içmelisin
kendini
damıtıp
içebildiğin kadar...
iç içe geçip
tek vücutta
en kutsal düşüncelerin
başucunda
bağdaş kurup
senden önce
silah seslerini
uyutup
mümkünse
kahpelikleri unutup
...
ekseninden kayan
bir yıldız
nasılsa
kayıp
işte öylece
tarifsiz bir hiçlikte
"içmelisin! "diyorum arkadaş
içinden geçip  o şarkının
ya da her dem
içinde kalıp...


12 Temmuz 2016 Salı

fısıltılar

şu yorgun kalpten
gelen fısıltıları
dinledim
söyledikleri
gerçek miydi
yalan mı
bilemedim!
beton tepelerden tırmanıp
bilgeliğin ağaçlarına tünemek için
hangi patikadan gitmeliydim
bilemedim...
likenli kayaları aşıp
ormandan gelen
fısıltıları izledim
saf bilincin gövdesinde
büyüyen bir ayak sesiydim
yıldızları
parmaklarımla sayamaz olduğumda
fısıltılarla yüzdüm
durgun koyda





















boş şişenin ağzında
önce ıslık çalan
sonra
fısıldayan
rüzgar
içmeden sarhoş
her daim berduş...
şişede durduğu gibi
durmaz derler
ben de
döndüm durdum
kendi etrafımda
rüzgarın sesiydi
dinlediğim
söyledikleri
gerçek miydi
yalan mıydı
bilemedim...



28 Haziran 2016 Salı

İklim-2-


"bizim bütün güzelliğimiz, yaşantılarımızla düşündüklerimiz arasındaki acıklı çelişkinin yansımasından ibaret"
 Oğuz Atay


İnsanoğlunun zoru başardığı bir çok proje var; kafaya koymaya görsün dağları deler, çöle su getirip yeşillendirir, en derine dalar, en uzağa gider, en yükseğe uçar. Bazen kılı kırk yararak, bazen sallapati bir sonuca ulaştırır düşüncelerini. Eylem sadece eylemek işi değil; bir değişiklik doğuran etkileyici bir davranıştır aslında.
İnsan su altından tüp geçitler, oto yollar yapar ama yanında düşüp sara nöbeti, kalp krizi falan geçiren, boğazına kılçık ya da kemik kaçan bir insana asla dokunamaz yardım edemez...İlk yardım önemli ama yardım her yerde her zaman muhtaç olana, ihtiyaç duyana edilmeli...Otobüste oturduğu yerden vazgeçemeyen ayaktaki yaşlıyı görmemezlikten gelen zihniyet yarın başkalarının hakları için savaşan bir avukat olabilir mi?
Bir yaşlıyı karşıdan karşıya geçirebilir, fitresini, zekatını verip yasağını savabilir ama bir insanı 10 dk. dinleyip anlamaya tahammülü yoktur! ,..Her şey iyi ve güzel diyelim, enerjimizi yüksek tutalım, şükredelim, falan filan....böyle yürümüyor bu işler... gel gelelim bir de "basiret bağlanması" dediğimiz bir şey var ki insanı ataletsizliğe iter...öylece kalırsınız katatonide... İşte bu gün getirildiğimiz nokta ! Sorunlara alıştıra, kanıksata, uyuta uyuta...Tepkisiz kalmanın ötesinde kafa yormayan bir nesil ve ülke...
Bazıları da yaratıcılıklarını lüzumsuz işler, zihni sinir projelere gömer. Fikir güzeldir ama "çok mu lazım?"sorusunu sormak gerekiyor. Bizde böyle projelere çalışan çok kafa var.



İnternetin kesildiği, yavaşlatıldığı, sosyal medyanın habire engellendiği bir ülkede yanlış parmak için uygulanmış bence!






Bu kadar şehidin verildiği bir ülkede insanlar ağlaya ağlaya göz yaşları tükendi, kalmadı diye üzülmeyin. Cenazeye giderseniz takarsınız belki...Yok gidemedim derseniz sizin yerinize gidip göz yaşı dökecek birileri var!








Balığın bu kadar katledildiği üç tarafı denizlerle çevrili bir ülkede son kalan bir iki balığı yakalama sansını arttıran paletler... ama soru "girilebilecek, yüzülebilecek bir deniz kaldı mı?"sorusu...

Karadenizli amca evinde tekne yapar, tekne bitince dışarı çıkarmak için evi yıkar! Planlama ve ileri görüşün önemi burada ortaya çıkıyor..
Bu yüzden her şeyin başında yönlendirilmek ya da yön bulmada başkalarına "pionnerlik" etmek gerekiyor. Yetenek, ilgi alanı, beceriyi görüp yüreklendirmek, yönlendirmek gerekiyor.
Üç tür aile var: bilgisayar oynayan çocuğunu odasında bilgisayar başında bırakıp, ayaklarını uzatıp gece yarılarına kadar 15 bardak çay, iki paket çekirdek bitirip çocuğu aç ve ilgisiz bırakırken kendi keyfini her şeyden önde tutan anne baba,  "bir saatten fazlası yok, uzmanlar öyle söylüyor" diyerek yasaklar ile çocuğu koruyup kolladığını zanneden ama çocuğun tüm geleceğini mahvedenler, son olarak da çocuğun bilgisayar ilgisini geleceğine faydalı görüp engellemeyen . Şimdi ilk aile ile son aile örneği arasında ne fark var diyebilirsiniz. Fark "ilgi".Buradan şu çıkıyor her beyin farklı bir iklim(klima)dır. Biz de "klima" desek ilkin "göbeğime 18" anlaşılıyor.Kimisinde dört mevsim kış kimisinde yaz yaşanır.
Yıllar mevsimlerden daha hızlı koşmaya başladığında, bugün yediğiniz yemeği akşam unutunca şapkanızı önünüze koyup düşünüyorsunuz; kabullenebilirseniz kabulleniyorsunuz!
Kabullenemezseniz hazımsızlık çekiyor, beyniniz karıncalanıyor, sorguluyorsunuz. Ne yapsanız döngü böyle işliyor.
İklim değişikliği dünyanın sonunu hızlandırırken bizim kendi iklimimizi değiştirmemiz, belki de arada bir yenilememiz gerekiyor. Değişimin  kaçınılmazlığında yaşamın devam edebilmesi için bazen ara iklimlere ihtiyaç var. Ara rüzgarlar gibi. Biz genelleme yapıp aslında esen ara rüzgarları ne olduklarını bilmeden kaçırıyoruz!

22 Haziran 2016 Çarşamba

yazdıklarımı unutun!

Boğazımda düğümlendi... yutkunmak istemedim...çünkü yutmak istemedim...aksine dışarı atmak istedim ama ağzımı açamadım...yapışmıştı sanki dudaklarım...elimle ağzımı yokladım yerinde mi diye; yerindeydi ama... dudaklarımı açamadım...kötü bir şey söylediğinde ağzına biber sürmekle, iğneciyle tehdit eden ebeveynler, büyük anneler gereksiz akrabalar...hiç biri yoktu ve ben büyümüştüm!
Büyüyünce iyi kötü her şeyi rahatlıkla söyleme özgürlüğüm olacak sanmıştım.Düşünebiliyordum her şeyi...yerli yersiz kimsenin aklına gelmeyecekleri...horoz sesi duymamış küfürler yine horoz sessiz kaldı içimde...söyleyemedim...konuşamadım! Arada bir susun, konuşmayın; konuşmayı bile düşünmeyin, bir şeyler söylemeyi bile aklınızdan geçirmeyin....Bazen konuşmamak iyidir!

Yazmakla olur sandım söyleyemediklerimi ama kimse okumaz olmuştu; unutmuşum!Aklıma geleni yazdım saatlerce geçmiş günlerin günlüklerini açmışcasına...yazdım usanmadan her duyguyu anlatmak için kelimeleri içinde taşıyan dev bir şemsiyeyi ters çevirip...yazınca; yazmakla biter sandım tozlu raflarda unutulmuş kitaplarda da yazanları yeniden...ama unutmuşum onlarında çoktandır okunmadığını...birden yazmam durdu, rüzgar benim bıraktığım yerden geriye doğru çevirdi sayfaları ...mecburen sustum.Yazgısında koca dünyanın suspus oldum...Kalemi, kağıdı, kelimeleri unutun arada...arada bir elinizi, yazma hissini ve isteğinizi dizginleyin...elinizi hatırlarsanız yeniden yazmayı unutun!

Alıp başını gitmek varmış...böyle olunca kaçtığın yerde sorunlar seni bulmaz sandın; yani sandım(kendime söylüyorum ama gocunabilirsiniz)...kapıdan bacadan girenler, sürek avındaymış gibi izini takip edenler...bak yine buldular seni!Oysa geri dönüş yolunu bulmak için yürüyüp geçtiğim yollara ekmek kırıkları da bırakmamıştım, gittiğim her yerde kuşları da aç bırakmadığım gibi...buldular beni benden önce! Ayrıdına vardım avurtlarıma çömelip uykusuz...döngüsünde bir kez daha kayboldum ...Arada izini kaybettirmek kadar kendini hatırlatıp görünür olmak, görünmek iyidir. Ulaşılır olun, size bu kadar çok ulaşmak isteyen sevdiklerinizi sakın ha üzmeyin; mesajları yanıtlayın, aramalara cevap verin; bankalar, kampanyalar, faturalar, dekontlar, reklamları unutmayın!

Başa sardım; yaşamam gerekenlerin ortasına, dişimle tırnağımla geldiğim bu hiçliğe. terkedildiğim cami avlusu, kürkçü dükkanı, darı ambarına ne derseniz deyin!
...sonra düşünmeden birden  yutkundum; mikrofilmi yutan casustum...zamanı gelinceye kadar kimse bilmez, ulaşamaz sandım ...sindirim sistemimizin bir çıkışı olduğunu unutmuşum...hep içimde taşırsam uygun zamanı kollarsam, şartlar olgumlaşırsa, bir mani çıkmazsa, unutmazsam, içimi boşaltıp sonra samanla doldurmazlarsa, beynimi yıkamazlarsa, amnezi olmazsam, ruhumu şeytana satmazsam, birktirdiklerimi eskidi diye atmazsam...ölme eşeğim ölme; sana ihtiyaç var...zira cehenneme bu kadar odunu tek başıma ben taşıyamam...cennette nasılsa tüm yerler kapıldı ...cehennem senin neyine yetmiyor...hem sıcağı seversin sen....
yutkunmam bitti, mikrofilm tahmin ettiğiniz üzere ertesi sabah içimde biriken tüm kötülüklerle çıktı gitti...
birden konuşabildiğimi fark ettim! Bazen olur öyle rüyada konuşamama, dil tutulması, basiret bağlanması...bir nevi kabızlık...Olur olur...
Hemen çatıya koştum ve aşağıda koşuşturan insan kalabalığına, araç trafiğinde can çekişenlere haykırdım...benim de düşlerim var...benim de hayallerimmmm!
Alın bu deliyi içeri gibisinden bakan sağır, kör ve yaşlı teyzeyi ve sokaktan geçen uyuz köpeği saymazsak kimse umursamadı...

Arada bir siz de yutkunun ve unutun...unutmak yutkunmak kadar iyidir... yazdıklarımı unutun!

8 Haziran 2016 Çarşamba

Öncesi, sonrası...




sabrımdan önce ölmüştüm...

kendi kendimi gömmüştüm
sonra üşüdüm...
düşündüm
farklı mevsimlerim oldu diye
herkes gibi
farklı yaşlarım
farklı duygularım
aynı yorgun kalpte
benim gibi gidenleri
özlemiştim ilkin
sonra alıştım...
her şeyimi kaybettiğim yerdeyim sandım
özgürlüğü kazandığım yerdeymişim
hiç bir şeyin nefesi ensemde
ellerim, parmaklarım
gövdem ve ayaklarım
gözlerim
ve sessizliğim
hiç bu kadar  özgür olmamıştı!
çözünürlüğüm düşüyor
hatta silikleşiyorum
olsun
balyalarından
dışarı kaçan
samanlar gibi
rüzgarda
karışıyor saçlarım
kafamdan önce.
olması gerektiği gibi...




25 Mayıs 2016 Çarşamba

silikleşen ne varsa...


kumdan bir kale yapıyorum
dalgalara teslim ediyorum
kaderi
eksik dörtlükte
uzaklaşıyorum
kıyıdan
ya da kıyı benden
hece hece...
silikleşen ne varsa
hep baktığım yönde
kasvetli
birbirinin aynı
günlerden bir günde
kibritlerden bir ev yapıyorum
kibritler bitiyor
ev bitmeden
beni benden alıyor
silikleşen ne varsa
hep baktığım yönde...


düzensiz atıyor kalp
ceket cebine akıp
tükeniyor
'tükenmez' dedikleri kalem
çit çekiyorlar
yalnızlığıma
boşluğun halkaları
boğazımda
ilmik ilmik
garip hilkatlar
kayıp hakikatler
meczup zaman
en büyük yalan
bir yıldızın ışıklı sesi
puslu bir bakışın
yarısı
haz dolu şiddet
kuru ağızlarda
hep bir baş ağrısı
midede bir yumruk
kaskatı
ekmek arası ülser
tekinsiz her yer
...toplamı
tekinden az...
çağla badem renginde
izinsiz bir gösteri
hazımsız
hicazlar
sözüm meclisten
içeri...
silikleşen ne varsa
hep baktığım yönde...

27 Nisan 2016 Çarşamba

"eklektik"





kefen bezleri
kesiliyor
metrelerce
metrelerce...
yitip gidiyor 
bir can 
bir can daha
saniyeler içinde
her daim
kopuyoruz
bütünden
parça parça
sessizce...

yeni yeni
filizler derken
fiiller çekiliyor
"dili geçmiş"te
dert üstüne dert
gam, keder, tasa diyorsun da
varmıyor  dilim söylemeye
anlatmak için
sabırsız  oysa biliyorum
kelimeler
küfürler
biraz tekinsiz
olsa da


sözler dev birer 
diken 
cümle kurmuyor kimse
bir liken gibi yaşarken
kurtulamıyor sesli harfler
yer çekiminden
susturuluyor
düşünceler
sırf bu yüzden

belki de hiç olmayacak
bir devrimin dalından
düşüp ölüyoruz ya
erkenden
işte hep bu yüzden!

8 Mart 2016 Salı

"tabu-t"-1-

Bu gün yeni yazmaya başladığım "tabu-t" adlı çalışmamdan bir bölüm paylaşacağım. Kendi hikayelerim, aile ve çevrenin hikayelerinin bir kısmı gerçek olsa da yazdıklarımın bir kısmının tamamen "hayal ürünü" olduğu bilgisini de paylaşayım istedim yanlış anlaşılmasın! 

                     ...“tabularımız  hayatı bir tabuta dönüştürebilir!”
                                                                       -1-                                                              



Kişiye günlük hayatında davranış örnekleri sunan, onun topluma uymasını ve yaşamını bir düzene koymasını kolaylaştıran kültür bu işlevini eğitim-öğretim, tabular, yasaklar, gelenek ve görenekler, töreler yoluyla sağlar. İyi işler ödüllendirilir, kötü işler cezalandırılır. Kötü davranışlarda bulunanlar toplum dışına itilir... Hal böyleyken ne kadar özgür davranabiliriz?!


                                         

"Çekiçle felsefe yapmak" olayların, olan ve olmakta olanların göründükleri gibi ile yetinmenin ötesini geçmek, ötesini görmek, sorgulamaktır...Sorgulayın ve tabularınızı yıkın! Kendinizi özgür kılın, hayatla yüzleşin, dışarıya kendinizi yansıtın!
                                                                               
Çocukluğum her çocuğunki gibi kutsal ya da kutsanmıştı… Çocuk olmak o zaman için güzel gibi görünse de büyük gibi düşünen biri için korkunçtu ve bu korkunç durum onu tehlikeli de yapıyordu… Çocuk gibi davranmak kutsaldı; kutsal olanı arınmış, saf ve temiz zannederken  daha sonra öğrenecektim; kirli ve yasaklarla donanmıştı… en üst rafa uzanıp almayalım diye kaldırılmış koca bir kavanoz reçeldi; bizi şeker komasına sokarken elimizi, yüzümüz gözümüzü yapış yapış yapacak, elbiselerimizi, masa örtüsünden yatak örtülerine, koltuk kılıflarına bulaşıp, saçımızı başımızı yapış yapış yapacaktı.
8 kilo domatesten bir kavanoz domates salçası çıkıyormuş da hiç farketmemişiz yıllarca evde…3 kilo meyve bir kavanoza sığmıştı… mevsiminden uzakta ve bütün kış yetmesi, bitmemesi gerekiyordu… Hafta sonları küçük bir kasenin içine bir çorba kaşığı ile konur, beş kişi paylaşırdık…  Meyveyle aynı tadı vermese de o benzeri olmayan başka bir şeydi… Aslında reçel ile marmelat arası bir şeydi çünkü meyve taneleri için kavga edilmesin diye kevgirden geçirilmişti ama kıvamı miktarı artsın diye şekerlendirilip sulandırılmıştı. Bir kaşığı bastırılmış arzuları ( arzu derken naifçe içten bir şekilde kış günü “yaz gelse” demekten bahsediyorum)körüklemeye, yasakları çiğnemeye, kuralları aşmaya yeterdi… Bizim için tüm bu tehlikeler değerdi ama kavanoz o sabah yerinde yoktu… koyulan yerden sanki kanatlanıp uçmuştu tek bir iz bile yoktu… sonra 1978 kışının bir günü bir sabahın yani sözü geçen sabahın o erken saatinde “içerki” odadan bastırılmış bir inilti geldi… Anne babamın yatak odasının kapısı o sabah kapalıydı… böyle olunca uzak dururduk; durmalıydık… öyle de yaptık zaten… “seslenin biz geliriz” i de uygulamadık…bir süre sonra benzer bir ses hatta sesler birbiri içine geçerek daha güçlü yinelenince dayanamadım odanın kapısına koştum…tam kapının kulpunu tutup açacaktım ki elim kulpa yapışınca bir anda durdum…kapının kulpuna epeyce bir reçel bulaşmıştı…kapının önünde durup  elime yapışan reçeli yalarken içeriden gitgide yavaşlayıp yeni bir ritme giren anne ve babamın nefeslerini duyabiliyordum…
Sonra kavanoz aynı gün birden yerine geldi ama iki parmak eksilmişti!
Bir gün odanın kapısını iyice kapayamamışlar onları ve olanları gördüm!
Kızardım, bozardım; utanma duygusuyla merak içiçe geçmişti...tuhaf duygular ve anlamlandırılamayan;bir süre daha  cevapsız kalacak bazı soru işaretlerinin kancaları uçuştu durdu...onlara sormak istedim ama çekindim! Sonrasında tv imdada "hayvanlar alemi" belgeselleri ile yetişip bu konuda erken gelen "görsel girdiyi"anlamlı hale getirecek bilgilerin bir kısmını daha devreye soktu... Aralarında her ne yaşandıysa tamamen doğal bir olgu ve süreçti...ve tam bir "aydınlanma" yaşamama galiba çok az kalmıştı!

                                                          -devam edecek-

22 Şubat 2016 Pazartesi

"akış"


bu nasıl bir akış!?
her şeye inat
bitti sandığım yerde
yeniden başlıyor hayat...

Bu "mısra"larım bana umut veriyor yaşam döngüsü içinde... ama her gün tekrarlanan kabusları kim ister!


*"Fotoğraflar, ayrıcalıklı kesimlerin ve hayatlarını emniyet altına almış olanların görmezlikten gelmeyi tercih edeceği konuları 'gerçek' (ya da 'daha gerçek') kılmanın bir vasıtasıdır." 
*Aslında, modern hayatın (belirli bir mesafeden, fotoğraflar aracılığıyla) başkalarının acısına bakmak açısından sunduğu sayısız fırsatın çok çeşitli yararları vardır. Bir vahşeti resimleyen görüntüler kolaylıkla birbirine zıt tepkiler uyandurabilir.... bu bir barış çağrısı olabilir... ya da sadece, fotoğrafik bilgilerin sürekli belleğe atılıp üst üste yığılması sonucunda, yaşanan korkunç şeylere dair kafa karışıklığı yaratabilir." Susan Sontag -"Başkalarının acısına bakmak"kitabından...

(*"Başkası"; Diğer bir kişi, herhangi bir kimse, diğeri, ötekisi)

bizim dışımızda tutamayız

ne "o" nları ne de "o" acıları...
"o" ötekileştirir, bütünü parçalar..."biz" olmalı onun yerine!
başkalarının değil; hepimizin ortak acısı
senin
benim
bizim 
hepimizin!


...Alfa "başlangıç"-Omega "son" arasında bir yolculuk...

yaşam sana bana neler getiriyor, neler götürüyor? Bir bakıyorsun senin, benim kaderim dünyanın kaderi; "kederi" oluyor!
İnsan  salt maddeden ibaret değil ve enerji evrenin içinde sürekli döngü içinde... enerji akışı sürekli biçimde her yerde...Sistem-ler kuruluyor, işliyor, aksıyor, sonuçlar yaşanıyor; insanlara kabul etmek mi kalıyor?! Bu kadar kaderci miyiz bilmiyorum ama önceden yazılmasa da bizim düşünce, inanç ve enerjimizin kadere yansıdığını, olan ve olacaklara etkide bulunduğunu hissediyorum.
Hiç bir şey suya yazılmıyor; tüm yaşananları kaydediyor tarih ve hafızalar. Belleklerde izi çıkıyor; "acılardan üç boyutlu kalıplar"...Ülkemin hali, dünyanın gidişatı, her gün üç şehit haberi, teröristler, bombalar, sevimli kedi videoları, olur olmadık yerde çektiğimiz "selfie"lerimizi paylaşmaktan anlamaya kafa yoramadığımız uğruna ölünen "dava"lar...yansıttığımız içinde bulunduğumuz ruh halinin olumsuzluğu ile "negatif enerji"...o kadar fazla ki şu anda soluduğumuz havada...zaten hava kirli, düşünceler de negatif olunca sağlıklı oksijen girişi olamıyor. Sağlıklı düşünüp tepki vermek de mümkün olmuyor!
İnsanlar gitgide tepkisizleşiyor bu ölümlere; çaresiz kaldıkları için seslerini çıkartamaz oluyorlar...diğer yandan her gün yaşana yaşana, kanıksana kanıksana belki de alışıyoruz... Zaten bizden de tam olarak istenen de bu!
Oysa bir yanımız, bir yarımız ölürken bizim diğer yarımızın yaşamına hiç bir şey olmamış gibi devam etmesi nasıl mümkün oluyor sorusu asıl sorulması gereken!? Hırsından, kibirinden gözü bir şey görmeyenlere, bizi bu hale getirenlere; üzerimizde doğal sistemlerin dışında sistemler kuranlara, her şeye rağmen  yatağında rahat uyuyabilenlere...
"Adalet elbet bir gün tecelli edecek"sözü yaptıklarının cezasını bugün çekmeyenlere sakınıp çekinmeden yenilerini yapmaya hak veriyor sanki...Şimdi ve bugün yerini bulmalı adalet, şimdi ve bugün uyanmalı yıllardır uyutulanlar...Bitmeli rutine dönüşen bu yersiz acılar...bugün yine bayraklara sarılı tabutlar...
Suyu, zamanı, havayı, insanları ve yaşamları kendi menfaatleri yönünde büktüğünü , akışı kendilerince değiştirdiğini zannedenler tarihin nezdinde dünyaya hesap verecekler!


HER PARÇA BÜTÜNÜN TEMSİLCİSİDİR VE PARÇA BÜTÜNE AİT OLDUĞU SÜRECE PARÇADAKİ DEĞİŞİM BÜTÜNÜ DE DEĞİŞTİRİR. 

MİKRO-MAKRO KOSMOS BİR DENGELER SİSTEMİDİR.
Bu dengeleri alt üst edenlere karşı susacak mıyız?
Bu kadar zamandır suskun kalanlar artık ses getirecek miyiz huzur, barış ve mutlu, umutlu günler için! Artık fidanlarının ağaç olduğunu görebilsin diye ana babalar...

"Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir

 orman gibi KARDEŞÇESİNE,

 bu hasret bizim... "

hepimizin!



5 Ocak 2016 Salı

alacakaranlık

















sanrılarıma karışmış
açık sarılar
koyu sarılar...çıldırtan sarılar!
an itibariyle
tökezlediğim patikalar
biraz oyunbaz
biraz da göçebedir ya 
tanrılar 
abesle iştigal ediyormuşum
...belki!
basiretimi bağlayıp
bas bas bağırıyor 
bitmeden gece
vurdum duymazım
oysa
sessizliği sağıyorum ya...
hem geceden
hem kendimden
açık maviler
koyu maviler
boğulduğum derin
lacivertler
çoğul
sensizlikler
ah o 
çıldırtan
şuursuz
fütursuz
yeşiller
yurdundan
vurulmuş
kan kırmızılar
yalazlarında boğulduğum
ateş dikenleri
mor
narin
orkideler
masum pembeler
kaybolduğum
ilerleyen saatler
aynalar arasında
yine çoğul
sensizlikler...
ah o
sanrılarım!