Efendim derdimin dermânı sensin
Bu cism-ü na-tüvânın cânı sensin
Efendim derdimin dermânı sensin
-Hacı Arif Bey-
*natüvan: Farsçada zayıf, güçsüz, korumasız...
Farklı yarım kürelerde, farklı iklimlerde yaşayan bizlerin birer iç iklimi de var...37 derecelik vücut sıcaklığından, ortamlara uyum sağlamaya çalışan metabolizmamızdan bahsetmiyorum! Yaşadığımız coğrafyaların engebeli yeryüzü şekillerinden; kırışık, buruşuk, kabartma fiziki haritalarına yansımasından da bahsetmiyorum mecazi anlamda hayatın engebelerine uyum sağlamaya çalışırken düşe kalka kanattığımız dizlerimiz gibi yaralı yüreklerimizden, asla eskisi gibi olamayacak psikolojilerimizden bahsediyorum...İklim denince meteoroloji geliyor hemen akla...Günlük yaşamak zorunda bırakılan bizler için ancak bir ertesi günün havasının nasıl olacağı önemli. Zira bütün her şey "yarın ne giysem"üzerinden kurgulanıyor...Malum bir de daha geniş bir zaman dilimi mevsimler üzerinden bize okulda öğretilenler var; yazları açık renk, kışları koyu renk giymek gibi...
Havadan devam edecek olursak, güneşten, buluttan, hava ve sudan saatlerce konuşabiliriz... Tüm mutsuzluğumuzun sebebi havadır bize kalsa... Bulutlar alçak olunca içimizde bir kasvet...Başımız yüksek basınçtan ağrımaz ise alçak basınçtan ağrır. Eklemlerimiz havadaki yağmur bulutlarından dolayı sızlar, kar yağmadığı için mikroplar ölmüyordur... Lodos eser sobaları söndürürken aile ocaklarını da söndürür. Poyraz eser tekneler denize açılamasa da ama ve fakat balık bol olur. Çölden rüzgarlar, yağmurlarla doğa için bereketli çöl tozları gelir ama biz yeni sildiğimiz camları, yıkattığımız arabayı düşünürüz.
Velhasıl sıcaklık, nem, rüzgar, yağış ve basınçladır aslında tüm işlerimiz. Makro klima içinde mikro iklim derken asıl olanı unuturuz ; kendi iç iklimimizi...İnsan doğasının gerekleri varken ve bu gereklilikler yerine getirilse bir türlü getirilmese bir türlüyken peki ne yapmalı ya da yapmamalı?Kendimizi ne kadar, nereye kadar dinlemeli?
Vücudumuzu çok dinlersek hastalık hastası olmaktan, "mıymıy"lığa giden yolda emin adımlar atmış oluruz. Ruhumuzu, duygularımızı, sezgilerimizi dinlersek de mantık işlemez olur...ikisi bir arada olanlar makbul olsa da bu tarz ; dengeli insanları bulmak çok zor. Bu yüzden patates ve ketçap yakıştırması, iyi polis-kötü polis benzetmeleri, tencere kapak misalleri verilir. Çiftlerden biri diğerinin eksik yanını tamamlarsa kazara falan! Ah ve Vah!
Sınırsız İstekler, ebedi yaşam- genç kalma, hareket halinin hiç bitmeyeceği gezip tozma yaklaşımlarından ötürü insanoğlu rasyonel egoist olmaktan öteye gidebilecek midir acaba?! "BOŞ LEVHA" dolabilecek mi? Kazandığımız tecrübeler ve deneyimlediğimiz yaşamın bize getirdikleri ile "bir bilinçlenme" gerçekleşebilecek mi?
Kimileri dertlerine derman olarak bir başkasını görse ve iklimini ona uydurmaya çalışsa da tam olarak uyum sağlamayı, ayak uydurmayı herkes beceremez; bunu yapmaya çalışırken ya tikler oluşuyor, ya kendi iç ikliminde fırtınalar kopuyordur. Ya tarifsiz duygular denizinde boğuluyor ya da yüreği harman yerinde savruluyordur.
Hepimiz benzer biçimde nefes alsak da nefes alıp verişimizin farklı ritimleri vardır. Bunu birbirimizin ritmine uydurmaya çalışsak da bir süre sonra o fark yeniden ortaya çıkacaktır. Hepimiz mecbur kaldığımızda belli oranda zorluklarla baş etmesini becerebiliriz ama başına buyruk olmayı, kendi istediğimizi ve bildiğimizi de yapmayı severiz... Çünkü bizim iklimimizi oluşturan ve bizi biz yapan şeyler tam da bunlardır. Bir çoğumuz mutsuzluktan belli oranda beslensek de, fakir edebiyatını benimsesek de kim bilerek ve isteyerek mutsuzluğu tercih eder?
Buyrun "burdan yakın"!
*natüvan: Farsçada zayıf, güçsüz, korumasız...
"tineola bisselliella"-güve çifti tülümüzün üzerinde biraz önceki malum yorgunluklarını atıyor ama sırtları birbirlerine dönük! Niye bu mesafeli olma durumu derken zaten sırtları birbirlerine dönük çiftleştikleri geliyor aklıma...Sanırım çiftleşme sonrası uçup ayrı yönlere gidecek ve birbirlerini unutacaklarını gösteriyor bu duruş!
Farklı yarım kürelerde, farklı iklimlerde yaşayan bizlerin birer iç iklimi de var...37 derecelik vücut sıcaklığından, ortamlara uyum sağlamaya çalışan metabolizmamızdan bahsetmiyorum! Yaşadığımız coğrafyaların engebeli yeryüzü şekillerinden; kırışık, buruşuk, kabartma fiziki haritalarına yansımasından da bahsetmiyorum mecazi anlamda hayatın engebelerine uyum sağlamaya çalışırken düşe kalka kanattığımız dizlerimiz gibi yaralı yüreklerimizden, asla eskisi gibi olamayacak psikolojilerimizden bahsediyorum...İklim denince meteoroloji geliyor hemen akla...Günlük yaşamak zorunda bırakılan bizler için ancak bir ertesi günün havasının nasıl olacağı önemli. Zira bütün her şey "yarın ne giysem"üzerinden kurgulanıyor...Malum bir de daha geniş bir zaman dilimi mevsimler üzerinden bize okulda öğretilenler var; yazları açık renk, kışları koyu renk giymek gibi...
Havadan devam edecek olursak, güneşten, buluttan, hava ve sudan saatlerce konuşabiliriz... Tüm mutsuzluğumuzun sebebi havadır bize kalsa... Bulutlar alçak olunca içimizde bir kasvet...Başımız yüksek basınçtan ağrımaz ise alçak basınçtan ağrır. Eklemlerimiz havadaki yağmur bulutlarından dolayı sızlar, kar yağmadığı için mikroplar ölmüyordur... Lodos eser sobaları söndürürken aile ocaklarını da söndürür. Poyraz eser tekneler denize açılamasa da ama ve fakat balık bol olur. Çölden rüzgarlar, yağmurlarla doğa için bereketli çöl tozları gelir ama biz yeni sildiğimiz camları, yıkattığımız arabayı düşünürüz.
Velhasıl sıcaklık, nem, rüzgar, yağış ve basınçladır aslında tüm işlerimiz. Makro klima içinde mikro iklim derken asıl olanı unuturuz ; kendi iç iklimimizi...İnsan doğasının gerekleri varken ve bu gereklilikler yerine getirilse bir türlü getirilmese bir türlüyken peki ne yapmalı ya da yapmamalı?Kendimizi ne kadar, nereye kadar dinlemeli?
Vücudumuzu çok dinlersek hastalık hastası olmaktan, "mıymıy"lığa giden yolda emin adımlar atmış oluruz. Ruhumuzu, duygularımızı, sezgilerimizi dinlersek de mantık işlemez olur...ikisi bir arada olanlar makbul olsa da bu tarz ; dengeli insanları bulmak çok zor. Bu yüzden patates ve ketçap yakıştırması, iyi polis-kötü polis benzetmeleri, tencere kapak misalleri verilir. Çiftlerden biri diğerinin eksik yanını tamamlarsa kazara falan! Ah ve Vah!
Sınırsız İstekler, ebedi yaşam- genç kalma, hareket halinin hiç bitmeyeceği gezip tozma yaklaşımlarından ötürü insanoğlu rasyonel egoist olmaktan öteye gidebilecek midir acaba?! "BOŞ LEVHA" dolabilecek mi? Kazandığımız tecrübeler ve deneyimlediğimiz yaşamın bize getirdikleri ile "bir bilinçlenme" gerçekleşebilecek mi?
Kimileri dertlerine derman olarak bir başkasını görse ve iklimini ona uydurmaya çalışsa da tam olarak uyum sağlamayı, ayak uydurmayı herkes beceremez; bunu yapmaya çalışırken ya tikler oluşuyor, ya kendi iç ikliminde fırtınalar kopuyordur. Ya tarifsiz duygular denizinde boğuluyor ya da yüreği harman yerinde savruluyordur.
Hepimiz benzer biçimde nefes alsak da nefes alıp verişimizin farklı ritimleri vardır. Bunu birbirimizin ritmine uydurmaya çalışsak da bir süre sonra o fark yeniden ortaya çıkacaktır. Hepimiz mecbur kaldığımızda belli oranda zorluklarla baş etmesini becerebiliriz ama başına buyruk olmayı, kendi istediğimizi ve bildiğimizi de yapmayı severiz... Çünkü bizim iklimimizi oluşturan ve bizi biz yapan şeyler tam da bunlardır. Bir çoğumuz mutsuzluktan belli oranda beslensek de, fakir edebiyatını benimsesek de kim bilerek ve isteyerek mutsuzluğu tercih eder?
Buyrun "burdan yakın"!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder