31 Mayıs 2012 Perşembe

poli-tik

"Poly-poli", Kimi sözcüklerin bileşimine girerek "çok fazla" , "çoklu" anlamı veren önektir...politikacılara karşı tiklerimiz artıyor...sabrımız ve umutlarımız da tükeniyor...
eski mizah dergileri geldi aklıma sonra bir kaç "Akbaba dergisi vardı... onlara şöyle bir baktım...gençliğimde diğer mizah dergilerinde çıkan bazı karikatürleri anımsamaya, gözümde canlandırmaya çalıştım... şu sonuca vardım: politika üzerinden mizah yapmak bir sanat ve akıl işi ama mizah üzerinden politika yapmak yeteneksiz ve beceriksizlerin işi...Politika devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıdır... 
Karikatürlerde hep politikacılar, hükümet, muhalefet, bakanlar, devlet adamları eleştirildi ve eleştirilecek...ama   politikacılar çıkıp işin içine mizah kattıklarını zannederken etrafında sırıtan dalkavuklar yaratmaktan başka bir şey yapmazlar...işte o zaman kendileri ile ilgili daha fazla karikatür çizilir, mizah yapılır ve hepsinden önemlisi eleştirilerin dozajı yükselir...tabii ki yandaş medyanın dışında kalmayı başaranlar bunu yapar...  en az üç çocuk bekleyen tabi ki kürtaja karşı durur... sonra aile yaşam koçluğuna soyunur...öyle şeyler söyleniyor ki bizimle dalga bile geçtiklerini düşünüyorum...bir stand up sanatçısı gibi... 
"Fasulyeyi ıslatmadan pişirirsen, elbette ülke karın ağrısından kurtulamaz. Ağzımızın tadını bozmaya, ülkenin iş verimini düşürmeye kimsenin hakkı yoktur.....Misal, adam dışarıdan gelmiş elini ayağını yıkamıyor, öylece evde fink atıyor. Arkadaş, dışarıda bin tane yere dokunuyorsun, kimin ne mikrop taşıdığı belli değil. Eve gelince insan bi elini yıkar... Sadece bu da değil, daha neler ver neler sevgili kardeşlerim. Dolaptaki suyu bitirip, boş şişeyi dolaba koyan namertler... Gece yatmak, gündüz kalkmak bilmeyenler... Lavaboda öbek öbek saç teli bırakanlar... Ama kimse merak etmesin, Ak Parti iktidarında bunlar azaldı daha da azalacak inşallah. Gönlünüz rahat olsun, artık kimse öyle kafasına göre iş yapmayacak, yaptırmayacağız. Dingonun ahırı değil burası!........Bakıyosunuz, hala çocuğun gazı olduğunda sırtına vuran annelerimiz var. Yahu nerede görülmüş? Hiç mi bir şey öğrenmediniz? Çocuğu sırt üstü yatıracaksın, karnını hafifçe okşayacaksın, o öyle ağır ağır çıkar..."Şimdi hanım arkadaşlarımız bize bi 15 dakika müsaade etsinler, erkekler kalsın onlarla özel bi şey konuşucam..."


Bir rica: bir kadın, bir gece önce, fasulyeyi suya koymayı unuttuysa o zaman başbakanımızın eleştiri oklarına  hedef olmaması ve kuru fasulyenin çiğ kalmaması adına şöyle yapsın:Kuru fasulye ve nohutun çabuk pişmesi için haşlama suyunun içine kalın bir dilim ekmek koysun . Kuru fasulye ve nohutu kolay haşlamak için 3-5 dk kaynattıktan sonra bu suyu süzüp fasulyenin veya nohutun üzerine iki kaşık zeytinyağı dökerek 15-20 dk beklettikten sonra pişirsin...ama ne olursa olsun fasulye de nohut da gaz yapar...çünkü Türk insanının yapısı böyle!









hüzün ve neşe...

Bu gün ağzımda ölüm tadı var...metalik bir tad... bunun tarifi biraz zor ama deneyeceğim...yine çok kişisel olacak!Çocukluğumdan beri dondurma kaşığını ne zaman ağzımda biraz fazla tutsam-dondurmaya doyamayıp-kaşığın o metalik tadı dondurmanın o güzel tadını bastırırdı...işte öyle bir tad...denizden gelen hafif rüzgarın, fren yapan trenin Cankurtaran tren istasyonundaki raylardan havalandırdığı uçuşan metal tozlarını ağzıma burnuma yapışırtığında hissettiğim  öyle bir koku ve tad..sevdiklerimi kaybettiğim günlerde de yine aynı metalik tad yapışır kalırdı genzime...
...bu gün ne eski günlerdeki gibi kaşıkla dondurma yedim...ne de Cankurtaran istasyonundan geçtim...
bu gün korkuyorum...sevdiklerime bir şey olmasın!
  


Bizde ölü evinde, cenazelerde pek fotoğraf çekilmez...o üzüntülü saatleri kimse geriye dönüp hatırlamak istemediğinden midir yoksa ölüye saygıdan mıdır?! Bir fotoğraf neşeli bir anı ölümsüzleştirdiği gibi hüzünlü bir anı da hapseder içine...
PunctumLatince ısırık, küçük kesik, benek, küçük delik...  Fotoğrafın içerisinden beklenmedik şekilde çıkan ve aniden kişiselleştirilen anlamdır "punctum"... Roland Barthes bir fotoğraftaki Punctum beni delen (ve aynı zamanda bana acı veren bereleyen), beni benden alan şeydir diyor...Punctum tamamen izleyiciye özel bir şey olduğu için bir fotoğraf içerisinde onun varlığı fotoğrafçının insiyatifi dahilinde değildir. Punctum izleyici için sarsıcıdır, fakat bir fotoğrafı sevmek için içinde illaki Punctum ile karşılaşmış olmamız gerekmiyor...

Yine latince kökenli "Studium"u ise; genel heves ama özel keskinliği olmayan bir tür kendini verme anlamında yorumluyor Camera Lucida kitabında...Bakılan fotoğrafa karşı uyanılan  genel ilgi  olarak tanımlıyor Roland Barthes studiumu....fotoğraftaki anlam, anlamlar arasındaki  ilişkileri  kendi bakış açımıza göre değerlendirmeyi, hemen hemen her fotoğrafa gösterebileceğimiz ilgiyi anlatıyor bu kelime...
Barthes için "punctum" tutku olarak tarif edilirse, "studium" aşk bile değil...sadece yarı hoşlanmadır...
Bu fotoğrafın hikayesini bilmiyorum...o ve diğer bir kaç fotoğrafı "bit pazarı"ndan buldum...geçmişinden kurtulmak isteyenlerin ya da dağılan ailelerin eşyaları bu pazara düşer...sanırım bu aile tamamen dağılmış...beni delip geçen bir şey var mı diye defalarca baktım...yer Arnavutluk, Bulgaristan olabilir dedim kendi kendime...sonra herkes ölmüş kadının başında toplanmış dururken fotoğraf makinesine bakan kişinin bakışları beni deldi...o üzüntünün içinde bir o yakalamıştı o fotoğraf anını...  toplu bir fotoğrafta herkes objektife bakar ve poz verir, buna rağmen gruptan biri istenmedik bir şekilde yakalanır(gözü kapalı, esnerken, yamuk bakarken vs.vb)...bu özellikle çektirilmiş bir fotoğraf değil ama o fotoğrafın çekildiğini farketmiş, dikkati bir anlık makineye gitmiş...
o cansız bedenin gövdesini örten beyaz örtünün üzerinde taze kır çiçekleri vardı...bir de o ....sonra üst köşede  asılı put, diğer köşede objektife bakan kadın ve ortada çiçekler arasındaki üçgende gelip gittim... siyah beyaz fotoğrafta siyah kıyafet ve baş örtüleri o matemi içime doldurdu...
birileri daha  üzüntülüydü fotoğrafta...fotoğrafın arkasına baktım ama yazıyı tam çözemedim:"voloned ya da voloried- vienel. Sonja..."olabilir...ama bir yere varamadım...ben fotoğrafın ismini "Sonya halanın ölümü" koyuyorum! 
Aşağıdaki diğer cenaze fotoğrafında ise Sonya halanın tabutu kapatılıyor...bir kaç kişi tabutun içine çiçekler atıyor...arka sırada duranların arasından kafasını uzatmış meraklı meraklı bakan çocuk çekiyor dikkatimi...önde adamın koluna tutunarak destek almaya çalışan kadının ağlamasını dolduruyor fotoğrafı...küçük çocuk yaşam ve ölümün ayrımına varmaya çalışıyor...destek alarak ağlayan kadından daha fazla küçük çocuk etkiliyor beni... 


Bu kadar kasvetlenen içimizi biraz açalım...hayat devam ediyor!
...aynı albümden kopmuş başka bir fotoğraf...neşe dolu, güneş dolu bir fotoğraf...kırda  güneşe karşı durup poz vermenin zorluğu içinde deklanşörün sesi geliyor kulağıma....50'li yıllar tahminen...arka plandaki  çocuklar da oldukça net çıkmış bu güneşli günde...onların dünyaları yeşil, mor, kırmızı, mavi,sarı....(gözleri ovuşturunca ve güneşli havada kapalı göz kapaklarının ardında gözlerde rengarenk kelebekler  uçuşur bilirsiniz!)...


30 Mayıs 2012 Çarşamba

cin-net...amok koşucusu

Cinnet geçiren kişi; çılgın, sapıtmış, deli gibi, kontrolünü kaybetmiş, aklını yitirmişçesine koşuşturan, insanları öldürmek amacıyla sağa-sola saldıran, "Amok (amuck) koşucusu", gözü kara, hiddetle saldıran ve öldüren gibi ifadelerle anlamlandırıImaya çalışılır.... Malezya kültüründe eskiden beri katletmeye yönelik çılgınlık durumunu tanımlayan “Amok koşucusu” ve Filipinler'de kullanılan “juramentado” ifadesi mevcuttur.
"Amok koşucusu" antropolojik kaynaklarda “ağır ruhsal bunalım ve şiddetli öldürme isteği” olarak tanımlanmıştır...Malay mitolojisine göre; amok koşucusunu yaratan şey; kişinin içine kötü ruh ya da şeytan kaplanının ruhunun girmesi ve onu ele geçirmesidir. O çağda bu tip davranışların kaynağını böyle bir ruhani sebebe bağlamak doğaldı belkide...ama günümüzde de "cinnet" kelimesinin içindeki "cin" gibi kişininde içine cin girdiği düşüncesi söz konusudur...Bununla ilgili yazmaktan kaçınsam (tırsmak!) da fazla ayrıntı vermeden kısaca değineceğim...yıllar önce bendeki olağanüstü olumsuz, tahammülsüzlük ve  agresifliğe varan davranışları bilimsel olarak çözememiştik...bir gün bir yardım aldım ve şöyle bir teşhis koydular: "içine cin girmiş bir insanla birlikte olmuşsun!"...Özellikle  "net" bir cinnet ve amok koşucusu durumu falan söz konusu değildi....ve bundan kısmen kurtulmam mümkünmüş (birlikte olduğum ve yardım aldığım kişi adlarını vermiyorum)...denedim ve yeniden eski halime tam olarak olmasa da döndüm...insanın bir yanı inanmak istiyor, diğer yanı istemiyor... gerçekten tarif edilemez ve o dönem mantıkla açıklanamaz bir durumdu...şimdi ise fazla kafa yormamam gerektiğini düşünüyorum... yine de yarayı ve kafayı kaşımadan duramıyorum işte!




İntihar, Stefan Zweig'ın zihnini gençlik yıllarından beri meşgul eden bir kavramdı. Yaşamanın bir anlamı kalmadığını anladığı anda yaşamına kendi eliyle son verebileceğini daha üniversite yıllarında söylemişti. İlk evliliği sırasında karısı Friederike'yi kendisiyle birlikte intihar etmesi için zorlayan, sonra bu düşüncesinden vazgeçen Stefan Zweig, yıllar sonra, İkinci Dünya Savaşı sırasında, ikinci karısıyla birlikte yaşamına son verdi. Yazar, önceki intihar girişimlerinden vazgeçmiş olsa da korkularını, romanlarındaki ve öykülerindeki kahramanlara yaşatıyor. Amok Koşucusu'nda yer alan öykülerin ortak izleği de intihar. Kendi yaşamından ya ada tarihteki gerçek kişilerin yaşamlarından kesitler katarak yazdığı bu öykülerde Stefan Zweig'ın duyarlı kişiliğini, olağanüstü gözlem gücünü olduğu gibi sayfalara yansıttığını görüyoruz. Yazdığı öykülerin en başarılı örneklerinin yer aldığı bu kitapta, bir uzun öykü olan Amok Koşucusu bir baş yapıt. İnsanı en güçsüz, en savunmasız yönleriyle ele alıp, insan ruhunun en derin katmanlarına inmeyi bilen, bütün bunları son derece canlı, ayrıntılı, çok yönlü bir anlatımla kaleme alabilen, okuru gerçekten etkileyebilen bir yazar Stefan Zweig. Yazdıklarının üzerinden bunca yıl geçmiş olmasına karşın, öykülerinin, romanlarının bugünkü kuşaklar tarafından da aynı ilgiyle okunması, onun kalıcı bir yazar olduğunun en büyük kanıtı. Amok Koşucusu'nun bu yeni çevirisinde, daha önceki basımda yer almayan öyküler de bulunuyor.


Psikiyatri Profesörü Jin-Inn Teoh, 1972 yılında yayınladığı makalesinde; Amok davranışının tüm dünyada görüldüğünü, farkın sadece metodlar ve kullanılan silahlarda olduğunu bildirmekte... Teoh’a göre kültür tek başına Amoku açıklamada yetersiz kalmaktadır. Kültür ve silahlar saldırıların kişisel özelliklerinin oluşmasında etkilidir. Yüzyılın son çeyreğinde, şiddet araştırmalarının kayıtlarının tutulmaya başlanması artışın endüstriyel toplumlarda daha fazla olduğunu göstermiş...
Geçmiş yıllarda gazetede okuduğum bir olayı şöyle aktarayım...adam sabah evden çıkarken karısına kıymalı kuru fasulye yapmasını söyler... adam kıyma parası bırakmış mı bırakmamış mı hatırlamıyorum...yoksa  kadın kıyma parasını çocuğa süt parası mı yapmıştı?...neyse adam eve gelir...kuru fasulye yapılmıştır ama kıymasız...adam karısı ve çocukları öldürür...sonra kemeriyle kendini asar! 
Yazmış mıydım!?...Benzer bir olay da Yalova'daki apartmanımızda yaşandı: karşı komşu yaşlı Hasan amca 85'li yaşlarda yine aynı yaşlardaki Nuriye teyzeyi baltayla parçaladıktan sonra gazı ve aygaz fırınını açıp kafasını içeri sokmuş...günler sonra bulmuşlar!!
"Dissosiyatif" bozukluklarla şiddet birlikteliği vardır... cinnet kelimesi ile tanımlamaya çalışılan tablonun bütününe semiyolojik anlamda( göstergebilimsel) bir "dissosiasyon" olarak değerlendirilebilir....
"Disosiyasyon", normalde bir bütün oluşturan ve bilinçli farkında olma fonksiyonunun erişebildiği algılama, duygular, anılar ve kimlik gibi mental süreçlerin; birbirinden ayrılmasıdır... Dürtüsel şiddet ; zihinsel, emosyonel ve davranışsal bir durumdur, ruhsal bir hastalığın parçası olabilir, bir kontrol bozukluğudur, kişinin davranışlarını sınırlamadaki acizliğini tanımlar. Dürtü kontrolünün bozulduğu kişilik bozuklukları ve sizofrenik spektrum bozukluklarında dürtüsel şiddet görülebilir. Algılanan bir tehditle birden ortaya çıkar...Belli bir kişiye yönelebilir ve tehdit kaynağının sembolik ya da gerçekten ortadan kaldırılması söz konusu olabilir!. Basında sık sık cinayet-intihar"cinnet" kelimesi ile tanımlanmaktadır. Aile içi şiddetin uç noktası olarak kabul edilir.
Kişiler  cinnet durumundada "varsanımlar" (halusinasyonlar) yaşayabilmektedirler. Sanrılar (hezeyan, deluzyon) yani gerçekte olmayan ama olduğuna kesin bir şekilde inanılan düşünceler içinde olabilmektedirler. Bazen de depersonalizasyon ya da derealizasyon gözlenebilmektedir( olağandışı, kendi özelliklerine uymayan davranışlar gösterme)  Şizofreni hastalarında ise kontrol edemedikleri içsel bir ses ya da dürtü onları böyle eylemlere girişmeye yönlendirebilir...

Pomat Bey ile Losyon Hanım'ın çocuğu "Bengay"

Yazının başlığı sadece "ben gay" olsaydı "ekşi sözlüğe yakışır" bir "eşcinselliğini itiraf" cümlesi olarak bile yorumlanabilirdi...Antienflamatuarantianaljezik ve antipiretik etkileri bir yana bırakalım!.. "pomat" ya da "bir şey pomadı"...
Pomat dendiğinde ilk olarak "basur pomadı" geliyor aklıma...sonra Battal Gazi'nin(Cüneyt Arkın) ölümcül yaralarını bile iyileştiren koca karı ilaçları ve pomatları...eski Yedikule eczanesinde bir çok ilaç ve pomat geleneksel yöntemlerle hazırlanırdı...İstanbul'un en eski eczanelerindendi...sonra eczane kapandı!...









Pomat ilacın etkin maddesini, vazelin, vazelin yağı, lanolin ya da reçneli maddelere emdirerek hazırlanan yarı katı ilaç biçimidir."Yaraya merhem olmak"sözünde olduğu gibi bu pomatlar da bir derdi üzüntüyü giderir...zira  "şişme simit"i her yere taşımak mümkün değil...Kara merhem de meşhurdur;asıl ismi İhtiyol Pomad olarak geçer içeriğinde genelikle %80 Vazelin, %10 İhtiyol, %10 Lanolin bulunmaktadır.İhtiyol, ham petrol özelliğindeki karışımın sülfürik asit ile muamele edilerek suda çözünür hale getirilmiş şekliymiş... Egzama, apse ve akne tipi erupsiyonlar (deri döküntüsü) gibi enflamatuar (iltihaplı deri sorunları) deri hastalıklarının tedavisinde yardımcıdır.Kronik iltihaplanmaların, çıban ve sivilcelerin olgunlaşıp, içlerinin temizlenmesini sağlar. Antienflamatuar özelliklerinin yanı sıra, antibakterial, antimikotik, antipüritik, antiseboreik ve antiekzamatöz özellikleri de bulunmakta!Bir gün Yalova'da liman içinde tekne temizlerken ayağıma bir şey battı...liman olduğu için denizin içi biraz bataktı...ayağıma batanın ne olduğunu anlamadım...ikinci gün sol elimin baş parmağı şişti!Hiç ilişkilendiremedim...ama iltahap gelip orada toplanmış...Kara merhem kurtardı...  
Kullanmamış olsak bile "onun kokusunu mutlaka duymuşuzdur...Vicks'ten hallice ve daha etkilidir Bengay...


Losyona gelince; o da pomat gibi Fransızca bir kelime olmasına rağmen kulağa daha zarif ve hoş geliyor!Losyon; sadece cilt üzerinde uygulamaya mahsus solüsyon veya süspansiyon biçimindeki preparatlardır.
Bengay soğutarak tedavi etmenin ötesinde, sinirsel ve kronik ağrılara da iyi gelen bir preparat... içindeki nane yağı, metanol sayesinde soğutma gerçekleşiyor... %15 metil salisilat ,%10 mentol içeriyor...ferahlama ile birlikte ağrı yok oluyor...
Sonuç olarak Pomat Bey ile Losyon Hanım'ın meşru çocuklarıdır "Bengay"...Günde 1-2 kez ağrılı bölgeye ilaç emilinceye kadar oğuşturulmak suretiyle haricen tatbik edilir... tatbikattan evvel bir önceki tatbik sahası iyice temizlenmelidir!...sadece haricen uygulanmalıdır. Talimat haricinde kullanmamalı! Gözlerinize veya ağzınıza ve diğer mukoz membranlara değdirmemeye dikkat edin, irrite olmuş deriden de uzak tutun. Herhangi bir sebepten dolayı ciltte mühim tahriş oluştuğu takdirde tedaviyi kesin...
ağrıları geçici olarak teskin eder...
Romatizmal ağrılar, Adale ağrısı, Burkulma, Nevralji, Bel ağrısı, Boyun tutulması, Hafif ağrı ve sızılar...
Ben-gay,tam bir tedavi sağlamaz... 
Yukarıdaki hallere benzer rahatsızlıkların neden olduğu
ağrıları semptomatik olarak teskin eder.

Losyon deyince illaki güzel kokulu olması beklenir...berberde sürülen ucuz limon kolonyaları yerini metroseksüel erkeğe yakışır losyonlara bıraktı...traştan sonra cildi yumuşatan ve güzel kokan losyonlar...oysa o ucuz kolonyalar gibi, Arko krem de sürülür, havlu çekilirdi...  





29 Mayıs 2012 Salı

Burun farkı!


Ayazağa'nın meşhur  ve çılgın köpeği bu gün yine objektifime takıldı...asi tüy yapısı ve özgür hali hep dikkatimi çekmiştir...bu kez burnuna da dikkat ettim! Kah damın üzerinde, kah kümeste; dövüş horozlarının yanında, otobüs durağının çevresinde serseri serseri dolaşıyor...

Biblo-montaj


                            Genç kaptanın hayali gerçek oldu!
                            Bir biblo-montaj denemesi...

28 Mayıs 2012 Pazartesi

bir garip balık:dülger balığı

                    Zeus Faber-Dülger Balığı-Peygamber Balığı...

                                             Fotoğraf: 2012-Eminönü


Mitlere konu olan bu ilginç görünümlü balık neredeyse tüm denizlerde görülür...18 farklı türü vardır...o kadar farklı bilgilere ulaştım ki hangisi doğru emin olamadım...90 cm ye kadar büyüyebildiği yazıyor...8 kg'ye erişebiliyormuş...20kg'a erişebildiği yazsa da bu kilonun boyutu ile doğru orantılı olmadığını düşündüm!...bizim denizlerimizde gördüğüm büyüklük 40-50 cm...12 Yıllık ömrünü küçük gruplar halinde ama çoğunlukla yalnız yaşayarak geçirir...4 yaşında üreme erginliğine erişir ve kış sonu-ilkbahar üreme mevsimidir...eti lezzetli ve değerli bir balıktır...1 ila 400 metre arasindaki derinliklerde bulunur ve deniz tabanına daima yakın yaşar. Denizlerimizde, bu gezici ve etobur balık Mayıs'ta Marmara'dan Karadeniz'e çıkar. Akdeniz, Ege, Marmara ve kısmen de Karadeniz'de yaşar...Büyük ağzıyla kendinden küçük pek çok balığı kolayca yutar...
Bu balığın görünüşündeki gizem kadar ismi ile de ilgili gariplikler var...farklı isimler, farklı hikayeler...bunlardan biri; daha önceki "Balık ve Deniz ürünleri" yazımda yer verdiğim Sait Faik ustanın "Dülger Balığının Ölümü" Hikayesi içinde... Yeniden bir alıntı yapıyorum: 
Rum balıkçıların hrisopsaros -Hristos balığı- dedikleri bu balık, vaktiyle korkunç bir deniz canavarı imiş. İsa doğmadan evvel, Akdeniz'de dehşet salmış. Bir Finikeli denize düşmeye görsün! Devirdiği Kartacalı çektirmesinin, Beni İsrail balıkçı kayığının sayısı sayılamamış. Keser, biçer; doğrar, mahmuzlar; takar, yırtar; koparır atar; çeker, parçalarmış. Akdeniz'in en gözü pek; insandan, hayvandan, fırtınadan, yıldırımdan, belâdan, işkenceden yılmaz korsanı, dülger balığının adından bembeyaz kesilirmiş.
İsa, günlerden bir gün, deniz kenarında gezinirken sandallarını büyük bir korkuyla bırakıp kaçan balıkçılar görmüş. "Ne oluyorsunuz?" diye sorunca balıkçılara; "Aman" demişler balıkçılar, "elâman! Elâman bu canavardan! Sandalımızı kırdı, arkadaşlarımızı parçaladı. Hepsinden kötüsü, balık tutamaz olduk, açlıktan kırılırız."
İsa, yalınayak, başı kabak, dülger balıklarının yüzlercesinin kaynaştığı denize doğru yürümüş. En kocamanını, uzun parmaklı elleriyle tutup sudan çıkarmış. İki elinin başparmağı arasında sımsıkı tutmuş, eğilmiş, kulağına bir şeyler söylemiş...
O gün bu gündür dülger balığı, denizlerin görünüşü pek dehşetli, fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir yaratığıdır. Birçok yerlerinde çiviye, kesere, eğriye, kerpetene, destereye, eğeye benzer çıkıntıları, kemikle kılçık arası dikenleri vardır. Dülger balığı adı ona bunlardan ötürü takılmış olmalı.
"Dülger" kaba ağaç işleri yapan kimsedir... Bilimsel adında bulunan latince "Faber"i ;kafasindaki kemiklerin ors ve cekiç gibi nalbant-demirci  aletlerine benzeterek nalbant  olarak yorumlayanlar var...Oysa "Faber" kelimesi tam olarak alet edevat kullanarak esnaflık, sanatçılık yapan kişiler için kullanılır...bu demirci de olur, ahşap işi, mermer işi de...
Efsane Peygamber balığı denmesinin ardındaki efsane de şöyle: Balıkçı  Saint (Aziz)Peter, İsa Peygamberin havarilerindendir...kıtlığın baş gösterdiği bir dönemde  bir dülger babalığı teknesine yaklaşarak "beni yakala der" böylelikle avdan eli boş dönmeyecektir... Balığı baş ve işaret parmaklarını kullanarak kavrar  ve balığa, "Bu gün bir şey yakalıyamamamızda bilmediğimiz bir keramet vardır... Hadi sen geldiğin yere dön ve yaşamına  devam et" der... ve balığı denize geri salar... Dülger balığının iki yanında bulunan parmak izine benzer benekler , halk arasında peygamber nişanı olarak adlandırılır...Yine benzer bir diğer hikaye de Matta İncil'inde geçtiği söylenen Aziz Peter'in yakaladığı balığın ağzında bir altın parçası olduğu ve onu çekerken parmak izinin kaldığı biçimindedir...İsa Aziz Peter'e balığa gitmesini ve olta atmasını, ilk yakaladığı balığın ağzında bir altın parçası bulacağını söyler!(Matta incili 17-27 kısım).Yunanlılar İsa Balığı der...İsrail'deki "Tiberias-Galilée gölü" (balığın yakalandığı rivayet edilen göl)ün Akdeniz ile arasında bir bağlantısı yok...bu tuzlu su balığının orada bulunmasıyla ilgili mantıksal bir açılım da yok!..bu da  efsaneyi büyütüyor... gelelim altına...balığın yeşil renk ve altın yaldızlı bir  görünümü var; o yüzden "altın yaldızlı" diye anılır (Jean Dorée)...John Dory( bu isim ticari balıkçılık komitesi ve Kanada'da tescil edilmiş bir isimdir)aynı zamanda eski bir halk şarkısı... şarkıda muhtemelen bir Fransız korsan gemisi kaptanı olan John Dory'nin hikayesi anlatılıyor..."John" ; fransızca sarı anlamına gelen "jaune" kelimesinden gelmiş olabilir...yaldızlı sarı: jaune dorée-john Dory...
"Deniz Tavuğu" bile deniyormuş bu balığa ama diğer gizemli isimlerin yanında çok yavan kalıyor...Aziz-Saint Cristophe bir başka adı...Saint Pierre başka adı...tüm bunlar balığın görünüm ve adının arasındaki bağı tam olarak açıklamasa da ipuçları işte! 
"Zeidae" familyasından bu   balığın  Zeus ile bağlantısı var mı!?Balığın Latince adındaki Zeus'u Yunan mitolojisindeki Zeus ile ilişkilendirmek ne kadar doğru bilemiyorum ama başka ip uçları çıkabilir...



Ateş ve demirci tanrısı Hephaistos-Zeus'un demirci oğlu ( Haephestus)...

Homo faber antropolojide alet yapan becerikli ve yapımcı insanı tanımlar...
Dülger Balığının  latince ismi "Zeus Faber"dir...Hem Faber'i, hem de Zeus'u araştıralım... bu ismi ve balığın görünümü arasındaki ilişkiyi çözmeye çalışalım...
"Zeus" Hint-Avrupa dillerinin hemen hepsinde görülen bir kökten üremedir . Yunancada zeu- ve di- olarak iki biçimde belirir....çekiminde de bu çifte kökenlilik vardır: nom. zeus (özne hali); voc. zeu! (ey zeus!); gen. dios (zeus'un); dat. dii (zeus'a); acc. dia (zeus'u) sanskritçede, pers ve İtalya uluslarının dillerinde, sonradan da latince ve latinceden gelme dillerde bu kök zeu-,dyeu,dieu, diu- diye belirir; örneğin eski Hintçe devas, die, diewas; latincede jupiter (ya da juppiter) zeus baba anlamına gelen dis-piter'den; ama bunun gen. hali iovis (jupiter'in); aynı kuruluş eski Hintçede dyaus-pita, gök baba; gene latincede deus (tanrı), dea (tanrıça), divus ile divinus (tanrısal); fransızca dieu (tanrı), divin (tanrısal), devin (tanrı sözcüsü)...
Zeus'tan gelme, tanrısal anlamına gelen dios sıfatı yunancada da vardır, nitekim Zeus'un oğlu ve Zeus'un baldırından çıktığı anlatılan şarap tanrı Dionysos 'un adı da aynı köktendir...
Birçok ad ve sözcük türeten div- kökeninin anlamına bakacak olursak; ilkel insan bununla göğün parlaklığını, ışıltılı aydınlığını dile getirmek istemiştir... tanrıların tanrısı Zeus gerçekten de göktür, "gök tanrı"dır, gökle ilgili doğal güçlerin hepsini kişilendiren varlıktır... ışık, aydınlık, bulut, gök gürlemesi, şimşek ve yıldırım, Zeus'un egemenliği altındadır,  Zeus daha ilkel bir evren görüşünde Uranos, gök tanrı diye adlandırılan doğanın kendisi değil, doğayı insan düzenine benzer bir düzene sokup, yönetimini ele alan bir insan tanrıdır...
Zeus'un sıfatları: tanrının doğa ile ilgili niteliklerini, bir de insan tanrı olarak özelliklerini belirtir.
Nephelegereta: bulutları devşiren. homeros destanlarında Zeus'un adına en çok eklenen kalıp sıfattır;
Hypsibremetes: göklerden gürleyen
Asteropetes: şimşek savuran
Erigdoupos: uzaklarda gürleyen, uzaklardan gürleyen, asıl anlamı, gök gürültüsü uzaktan duyulan, yankılanan...gibi
Bir de "aigiokhos" sıfatı geçer homeros destanlarında..."keçi derisinden kalkan taşıyan" anlamına gelen ve Zeus'tan başka tanrıça Athena için de kullanılan bu sıfat "kalkanlı" anlamındadır..... Zeus'un egemenliği elde etmek için giriştiği savaşta bu keçinin derisinden bir kalkan yapıp, titan'lara karşı kullanmıştır..., bu kalkana sonraları Athena'nın öldürdüğü Gorgo canavarının saçları yılanlarla örülü kafasını da katmıştır.... "kalkan yılanlardan saçaklı, püsküllü olarak anlatılır, savaşta düşmana karşı kullanıldı mı, dehşet içinde püskürtür her göreni..." 
Buradan( bu kalkandan) yola çıkarak ve Dülger Balığının püsküllü diken yapısına bakarak bir bağlantı kurulabilir...(BKZ.RESİM1.)
Zeus Yunan mitolojisinde tanrıların kralıdır...bütün krallar "diotrephes", yani Zeus'tan doğma, Zeus'tan yetişmedir...yağmuru yağdıran, göğü gürleten, şimşeği çakıp savuran zeus'tur. öyle ki; "yağmur yağmak" diye bir fiil vardır, onun öznesi zeus'tur. zeus huei (zeus yağıyor.) denir... Evet bir sonuca vardık mı!? Herşeyi mutlak bilimlerle açıklamak mümkün değil...Farklı ülke ve kültürlerde zaman içinde değişen, başkalaşan ve tam olarak belgesi olmayan bir şeylerin izini sürmek keyifli...ama bazen de sadece beyin jimnastiği oluyor!



25 Mayıs 2012 Cuma

Hastalık hastası

Hastalık hastalığı/Hipokondriyazis; saplantısal olarak vücut semptomlarını yanlış yorumlayıp  sürekli hasta olduğu düşüncesini akıldan çıkaramama  durumudur... hastalık belirtisi olarak  kalp atışları, terleme, öksürme, esneme, kabızlık gibi durumları ciddi bir hastalığın (kanser, kalp krizi, nörolojik hastalık gibi ) işaretleri olarak kabul eden kişinin kendisine gittiği onlarca doktor tarafından tatmin edici tıbbi bilgiler verilse ve bilimsel açıklamalar yapılsa da bu durumu devam eder...
Evhamlı dediğimiz bu tipler tüm dikkatini bedenlerine yöneltirler ve sürekli olarak bedenleriyle uğraşırlar... Bedenlerinin çeşitli bölgelerindeki bir ağrıya, duyuya aşırı dikkatleri vardır...ayrıca bu kişilerde yoğun bir  ölüm korkusu hakimdir... 
Sonuçta  kişinin toplumsal ve mesleki alanlarda ya da önemli diğer işlevsellik alanlarında bozulmaya neden olur...  

Uykusuzluk mu çekiyorsunuz? Çok fena… Beyniniz bedeninize saldırmaya hazırlanıyor....
Sürekli ateşiniz mi var? Olamaz! Galiba derinizin altında yüzlerce kurtçuk geziniyor...
Sık sık kollarınız mı uyuşuyor? Üzgünüz, ama yakında bir heykelden farkınız kalmayacak…
Cildinizde hassasiyet ve renk bozukluğu mu var? Eyvah! Yüzünüzün ortasında bir boynuz çıkacak!
Çok fena mideniz mi bulanıyor?
Neyse, boşverin... Yakında hepsi hafızanızdan silinmiş olacak...
“Paranoyak” kitabının yazarı Dennis Diclaudio, 45 tuhaf  fiziksel hastalığı anlatıyor...




"Le Malade İmaginaire" -"Hastalık Hastası"... Molière 'in toplumun ahlaki yapısına eleştirel bir bakışla yaklaşan üç perdelik gülmece oyunudur...



Babam emekli olduğunda bir boşluğa düşmüştü...ne yapsa yine de bolca vakti artıyordu...yapacak bir şey bulamıyordu...sonra olan oldu...yıllardır kınında duran bir bıçak bir anda iki keskin tarafıyla babamın elindeydi...kendini, bedenini dinlemeye başladı... sağlığında hiç bir şey olmamasına rağmen hep hasta oldu...elinde ilaç prospektüsleri, tansiyon aleti ve Valium (sedatif antidepresan), kan sulandırıcı ilaçlar, tansiyon ilaçları, Eucarbon ( sindirim ve bağırsak sistemlerini düzenleyen granül kömür)vs.vb...o zamanlar "Doktorum Yanımda"adında bir kitap vardı...tüm sayfaları ezberlenmişti...bir kaç kez kendi teşhislerini kontrol etmek için doktora gittiğinde beni de yanında götürmüştü...doktora kendi hastalığı için ilaçları yine babam önerirdi...fazla fazla ilaç yazdırırdı...duvardaki çiviler artık metal ecza dolabının ağırlığını taşıyamaz oldu...bir akşam güümmm! ...aileden gelme genetik "evham" uygun ortamda gelişip serpildi...o iki tarafı da keskin bıçağın bir yüzü artık bizim gırtlağımıza dayanmıştı... babama soracak olursanız 35 yıldır bir ayağı çukurdadır!
Herkese şimdiden geçmiş olsun!

24 Mayıs 2012 Perşembe

kavuşamayan hikayeler


Geçmişten günümüze birbirlerine kavuşamayan aşıkların tutkulu hikayeleri anlatıla gelmiştir hep...biraraya gelemeyeceklerini anlayıp çaresiz ayrılmak yerine birlikte ölümü seçenler...birinin ölümünden sonra gözlerini kırpmadan ölüme koşanlar aynı denizde, nehirde boğulanlar, aynı duvar önünde kurşuna dizilen, aynı darağacında asılanlar ve yanyana gömülenler... Mark Antony ve Kleopatra, Romeo Juliet, Ferhat ile Şirin, Tristan ve İsolde, Leyla ile Mecnun...liste uzar gider! Bazı hikayelerde ve çoğu masalda  mutlu son vardır...bizim inanmak istediğimiz! Gerçek hayatta ise hem mutlu sonlar hem de kavuşamayanların hikayeleri...her şey insanlar için zannetmeyin...objeler için de kavuşamama durumu var!
Bir elmanın yarısı, tek yürek gibi iki obje birleşerek bir bütünü oluşturabilir...birleşememe durumunda ise işlevsiz kalabilirler...aynı şekilde hikayeler de birleşerek birbirlerini bütünleyebilirler...ömrüm yeterse bir gün kavuşma  konusunda yazılmış farklı kültürlerin hikayelerini de "kavuşturmak" istiyorum bir kitapta!

23 Mayıs 2012 Çarşamba

Mavi-yeşil


                       1988-Bahar- Büyükada ve büyük hayaller...

sanki
ruhumu şehre satmadan
önce
gezmeye çıkarmışım
bir pazar günü...
tüm ağızlar
kulaklar
rüzgar....
dalga
kuş sesi...
susuyorum içimden
yankılanırken
özgürlük
mavi-yeşil
ya da
yeşil mavi bir ada...
yaş 22
ne işin var
ne gücün
deli gibi atan bir kalbin
ve tükenmeye yüz tutacak
heyecanlarından başka elde avuçta...
kalıp o adada
olabilirdin
martı
ya da yelkovanın yuvasında
hiç çatlamayan
mavi-yeşil
bir yumurta...

İskele

İskele deyince nedense bir çok kişinin aklına ilk olarak  Beşiktaş'taki  Hayrettin İskelesi ( Barbaros Hayrettin İskelesi) gelir ... Sirkeci'deki iskeleleri daha çok kullandığım için benim de aklıma ilk-özellikle bir dönem sık kullandığım- Yalova-adalar iskelesi ... Galata köprüsünün Karaköy ayağına yakın bağlanmış bir büyük yüzer iskele de Yalova yolculuklarımızı başlatırdı 70'li yılların ortalarında...iskele bir de geminin sol yanına verilen addır...yolculuğu olabildiğince dışarıda ve iskele tarafında yapmayı tercih ederdim....
Yalova dedik, Yalova'dan devam edelim...Yalova'da iki kardeş balıkçı ağabeyimiz Hayrettin ve Nurettin kardeşlerin Mendrekler arasındaki küçük limanda iskeleleri vardı...iskele deyince öyle sandal bağlanabilecek, denizin taşıyıp getirdiği kalas ve tahtalarla derme çatma inşaa edilmiş bir  iskeleyi kastediyorum...Erkan ağabey ile balığa gitmek için "Hayrettin iskelesi" önünde buluşurduk..."Nurettin'in iskelesi ve teknesi daha özenliydi aslında... benim de bir sandalım olunca kendi iskelemizi inşaa ettik Nurettin'in iskelesi gibi olmasa da...suyun içinde kalas çakmak en zoruydu ama yine de güzel bir iskele olmuştu...iskele deyince elinde bir olta ile balık yakalamaya çalışan çocukları düşünüyorum...hiç eksik olmazlardı iskelelerden...teknenin ipini çekerler, çapayı taratırlar bizi sinir ederlerdi...ama ben de başkalarının iskelesinde olta attım, iskeleye bağlı eski lastiklerin içinden teke (karides) çıkarttım...
Yalova iskelesi ve Topçular feribot iskelesi çok güzel levrek yapar...çok sabahlamışızdır levrek peşinde...yine DSİ ve Zirai Donatım'ın kamplarının iskelelerinde  balık tutup, artistik atlayışlar yapmaya çalışırken piştiğimizi bilirim...
Bir akşam balığa giderken peşime bir köpek takıldı, sevdim, bir parça ekmek verdim...baktım kuyruk sallaya sallaya geliyor...dalgakırandaki küçük iskeleden Burakhan ile buluştuktan sonra tekneye atlayıp kıyıdan uzaklaşırken, köpek iskelenin üzerinde bizi seyredip denize; daha doğrusu uzaklaşan tekneye doğru hamle yapmaya çalışıyor, hafif iniltilerle karışık sert ve kısa havlamalar havada yankılanıyordu...sonunda suya atladı ve tekneye doğru kararlı bir şekilde yüzmeye başladı...ben hızlı kürek çekip kıyıya dönmesi ile ilgili telkin edici cümleler sarfediyordum...Burakhan kovalamaya çalışıyordu...tekneye yetişti...çekip içeri aldık...üzerimdeki hırkayı çıkarıp kuruladım ama hayvancağız bir titreme krizine girmişti...kürek çekip denize açılmak hak getire...köpeği ısıtmaya çalıştık sarılıp...biraz sakinlediğinde yola devam ettik ama ağ atacağımız yere geldiğimizde köpek küçücük teknenin içinde kah peşimizde kah ağların üzerinde...ayakbağı oldu...karaya geri dönüp DSİ'nin iskelesine bağladık...içimiz gitse de o balık akşamını iyi bir şekilde değerlendirmek için son şansımızdı...köpek bütün gece uludu, ağladı...ses açık alanda ve deniz üzerinde yankılandı durmadı...kıyıda iskelenin önünde bekçi fenerinin ışığı köpeği buldu...bulunduğumuz yerden tam olarak seçemesek de bekçi köpeği serbest bıraktı...köpek denize doğru koştu...sonrası...sabahın ilk ışıklarıyla karma karışık bir ağ ve ıslak bir köpek üzerimizde teknenin içinde uyuya kalmış açığa doğru sürükleniyorduk...



Deniz taşıtlarının yanaştığı, çoğu tahta ve betondan yapılmış, denize doğru uzanan yerdir "iskele"; tanım olarak... ama iskelede yaşanan saatleri, heyecanları ya da dinginliği bu kadar kolay tarif etmek mümkün değil...kimi bir eylem içinde olur üzerinde kimi eylemsizce öylece dalar gider denizin üzerindeki  yansımalara, maviye ya da uzaklara...denizin üzerindesindir artık karayla bağlantın olsa da...
  


22 Mayıs 2012 Salı

Çaki(Chucky) Yedikule'de!



Gerçek Adı: Charles Lee Ray
Doğum Yeri (Dirilme): Oyuncakçı Dükkanı
Milliyeti: Amerikan
Cinsiyeti: Erkek
Boyu: 70 cm
Kilosu: 15 kg 


Katil bebek Chucky'i unutmak mümkün değil! Etten kemiktenmiş gibi görünen diğer büyük korku karakterlerinin arasında yerini aldı bu oyuncak bebek... Jack Nicholson'un psikopat bakışlarını taşıdığını düşündüm hep yüzünde...mizah yeteneği de vardı keratanın!... bu da bizim mahallenin potansiyel "Çaki"si (çakma Chucky)...2.ci el eşya satan arkadaşım Volkan'ın dükkanında yeni sahibini bekliyor...

Nature morte -7-



Tweety'nin lafıdır:" bir kedi gördüm  sankiiii!" Silvester'in kafası bir görünür bir kaybolur...o sırada türlü dolaplar çeviriyordur Silvester...çizgi film mantığı ile gülünür geçilir...500 kiloluk örsler düşer "ACME" yazılı... silahlar, evler patlar, baltayla, testereyle ikiye bölünür sonra yeniden birleşir kahramanlar ...TNT'ler havalarda uçuşur kimseciklere bir şey olmaz! Silindir ezer kağıt gibi yapar, biri diğerini zarf gibi kapının altından atar...macera devam eder durur!...Ama "gerçek hayat" gerçekten ezer geçer...önüne bakmadan, acımadan!
"Bir kuş gördüm sankiii"!...emin olmak için geri döndüm yoldan ...bir kuştu...
Hoş bir görüntü değil biliyorum!...Ayazağa'da asfalta yapışmış bir serçe...milyonlarca yıl önce yaşamış kuş atalarının fosiline benziyor sanki...
Neredeyse asfaltın dokuyla bütünleşmişti...o yüzden Photoshop ile belirginleştirdim!

Kon-Tiki, Kısmet, Calypso...





Maceranın yaşı olur mu?!..maceraya atılamadığım için kitaplara baktım ve çocukluğuma döndüm...o zamana...o kitapların içinde ne çok şey vardı bilmediğim...bilmediğim yerler, medeniyetler, canlılar, bilmediğim,henüz o yaşta tatmadığım, yaşamadığım duygular,onları tadanların heyecanları...













"Kon-Tiki" ile başlayalım...Eski çağlarda Amerika'da yaşayan insanların, okyanusu salla geçerek Polinezya'da koloniler kurmuş olabileceği düşüncesini kanıtlamak amacıyla, Norveçli bilim adamı Thor Heyerdahl ve beş arkadaşı 1947 yılında Güney Amerika'nın batı kıyılarından Tahiti'nin doğusuna, adalara bir yolculuğa çıkarlar...

4300 millik bu yolculuğu Peru'da yetişen Balsa ağacı kütüklerinden inşa ettikleri ve İnka Tanrılarından "Kon-Tiki"nin adını verdikleri sal ile gerçekleştirirler. Thor Heyerdahl daha sonra bu yolculuğu anlatan bir kitap yazar...1950 yılında yayımlanan kitabı Türkiye'de ilk kez 1954 yılında Doğan Kardeş  yayınları çıkartır...
"Kon-Tiki- Pasifik Okyanusu'nda Bir Sal Yolculuğu"...Çocukluğumda bu kitaba ulaşamamıştım...hikayesini anlatırdı amcam...böyle bir maceranın hayalini kurardım...


Sadun Boro ve Kısmet'e gelince...o yolculuğun yazılarını yayınladığı eski Hürriyet gazetelerinin bazılarından  yakaladığım kadarıyla hayatıma girdi önceleri... 1965 yılında Alman eşi Oda Boro ile başladığı dünya seyahatinde yolda Kanarya adalarında bir de kedi"Miço" katılmıştı aralarına...16 Haziran 1968de tamamlanan bu yolculuk sırasında  Deniz adını verdiği bir kızları olmuştu... Benden başka deniz merakı olmayan eve nasıl ve nereden geldiğini hatırlamadığım "Pupa Yelken-Sadun Boro-Kısmet'in Dünya Seyahati" kitabını başucu kitabı yapmıştım o zamanlar ama kitap geldiği gibi kayboldu yıllar içinde...sonra Tophane'de Denizcilik Malzemeleri satan bir yerde buldum 2000'li yılların başında yeniden...çocuk gibi sevindim!

Kitabı çıkarabilmek için "Atlı zincirleri" ve "Cola" reklamı bile almış!
Yine Hürriyet Gazetesinin bir yayını" Mavi Dünya", sonra Robert Ballantyne'nin "Mercan Adası" , Kaptan Cousteau ve Calypso'nun serüvenleri beni yıllarca besledi...

...ama hayat rüzgarı Dünyanın başka yerlerine maceraların önüne atamadı... ya da ailem!..ne zaman denize çıksam gözlerini kırpmadan beklerler, gitme hava kötü derler, kızarlardı...Doğal Hayatı Koruma Derneği kuş bölümüyle Türkiye gezilerim de hep burnumdan geldi...neyse ki o zamanlar cep telefonu denen şey yoktu ...yoksa dakika başı aileme rapor vermem gerekirdi...
Şimdi oğluma bakıyorum....hatta dürtüyorum..."o bilgisayarın önünden kalk hayatı kaçırıyorsun" diye...şimdilik bu konuda başarılı olamadım...oysa henüz okula başladığı dönemlerde tam kıvamındaydı... belgeselleri birlikte izleyip saatlerce konuşup gelecek tatiller için planlar yapıyorduk...bir kaç güzel maceramızdan sonra sanal alem onu ele geçirdi...oğlumu geri istiyorum, hayallerimi...eski coşkumu ve cesaretimi...rüzgarı arkama alıp gitmek istiyorum!Gelirse onu da alırım...belli mi olur belkide o beni alıp götürür...