31 Mart 2012 Cumartesi

Çapara...çapari


















Anadolu Hisarı-Göksu-2008

Çoklu iğne,  farklı renkte tüy ve simlerden oluşur bu takımlar...Farklı balıklar için farklı çapariler vardır. İstavrit için çoğunlukla beyaz ve kırçıllı tüyler... kaz tüyü, martı tüyünden ve renkli sim ve ipliklerden... palamut için özellikle kaz tüyü, çinekop ve uskumru-kolyos için kırçıllı hindi tüyü gibi...İğne sayısı arttıkça balık yakalama şansı ve balık sayısı da artar...çapari bağlamak da, çapari yaparak balık yakalamak da ayrı bir sanattır... asıl benim için çapari denince önemli olan onların eski defter ya da kitaplar içinde saklanmasıdır...sayfaları karıştırıp aralarından o günün koşullarına uygun olanı seçersin...eski oltacılar öyle yapardı...şimdi her şey fabrikasyon, çin malı çapariler...kırmızı iplik sarılırdı her birinin dibine...şimdi kırmızı oje sürülüp geçilmiş...özensiz, kopuyor ve çabuk dağılıyor çapariler...oysa o takımlar onlarca kez kullanılırdı....tatlı suyla yıkanır, mantarın üzerine sırayla sarılıp, saplanırdı...bir dahaki ava kadar...

İstavrit



















1999-İstanbul-Boğaz...

İstavrit....Trachurus...küçüğüne "kıraça" denir, her mevsim afiyetle yenir...Marmara'nın  her zaman  ve bol av veren, ucuz balıklardan olmasıyla sofralarda hayat kurtarırdı...oysa iki yıldır balıklarımız denizlerimizde kayda değer bir azalma gösterince o da fiyatlandı...10-15 liraları gördü...Ama yine ucuz sayılır...kültür balığı yiyeceğime her gün istavrit yerim...Sarıkuyruk, Karagöz, Kocabaş İstavrit gibi türleri tava, ızgara, buğulama her türlü gider...Haydi RBS ye  (RAKI-BALIK-SALATA)...

Octopoda-Sekiz ayak ya da kol...


















Sivrice-2011
Octopoda...neredeyse mücadelesiz bir gün geçmiyor! ahtapot gibi sarılacaksın hayata... sekiz kolla...dört elle sarılmak derler ya! "sağlam basıcan bu hayata" vantuzların olmasa da...

30 Mart 2012 Cuma

Şehirde



İlk defa bir çift kargayı “iş üstündeyken” gördüm Ayazağa askeriyenin telörgüleri önünde! Oldukça kaba bir biçimde çiftleşiyorlardı; erkek kedinin dişi kedinin ensesinden ısırdığı gibi gagasıyla ısırıyordu karga da dişisinin ensesini… ve koca gagasıyla çekiyordu tüylerini… “Gaakkk”!..

Dut ağacının yeni yeşermiş cılız yaprakları altında çiftleşiyordu serçeler;kendi cüsselerine yakışır… “ciikkk”!..

Şehrin kenarında köşesinde bir doğa parçası bulan, uyuyordu kendi “doğa”sına anlaşılan!

Kara sağan(apus apus)lar yani ebabil kuşları, ve yusufçuklar uçuş sırasında çiftleşiyorlardı sağımda, solumda, etrafımı saran, beni içine alan boşlukta, gökyüzüne doğru biryerlerde…

Bahar sarhoşluğuyla yolunu şaşırıp, birkaç yeşilliğe aldanıp şehrin göbeğine kadar ilerleyenler; göç eden kuşların, kelebeklerin ve genelde kınkanatlıların bazıları kanatları olmalarına rağmen kıyıya vuran denizanaları gibi geri dönemiyorlardı bu labirentten çıkıp… onların narinliklerini görmezden geliyordu bu şehrin ölüm duvarları.

Taksim - 4. Levent arasında yerin metrelerce altında hareket halinde bir metronun içinde “pıtt” diye cama vurdu kelebeğin biri… ve tutundu kaldı gün ışığından uzak yapaylığın camına… kimsede tık yok! Hatta oturdukları yerden, karanlıktan başka bir şeyin görünmediği pencereden dışarı yada rahat inceleyemedikleri yolcuların camdaki yansımalarına odaklanarak; ellerde cep telefonları, boyunlarda mp3’ler, kulaklarda kulaklıklar, kulaklıklardan dışarı sızan şarkılarla daha da duyarsızlaşarak; kararlı bir şekilde “oturma eylemi” yapıyorlardı… kelebeğe uzandım, küçük ürkek bir iki kanat vuruşuylasüzülerek biraz uzağa tekrar kondu. Avucumu onun durduğu yerde camın üzerine koyup yavaş yavaş çemberi daralttım… artık avucumdaydı fakat içine koyacak hiç birşey bulamadım. O an ani bir kararla sırt çantamın fermuarını hızla açıp onu çantanın içine doğru serbest bıraktım… Metrodan indiğim 4.Levent’te çantanın içinde, kanatlarını toplamış, kitapların üzerinde duruyordu… biraz dürttüm… Bir kaç garip bakış altında tekrar ait olduğu gün ışıklı boşluğa
döndü…
Fotoğraflar: 1991-"Arı kuşu ve Haydarpaşa Gar Kulesi"

             2009-Yalova-"Tavuskelebeği-İnachis io" 

Bu yazı,05-11-2006 tarihinde "bizimavrupa.com"da yayınlanmıştır.

29 Mart 2012 Perşembe

"Uçuş"

*Beste: Cüneyt Gök-2011-Video çözünürlüğü düşüktür...ayrıca Şiirle bütünlemek  için küçük ekranda izlemenizi öneririm!
UÇUYOR
SAVRULUYOR
MARTILAR YERİNE BİR POŞET
ÜZERİMDE ŞEHRİN GÖBEĞİNDE
YOK OLUYOR DÜŞÜNCELER
SİGARAMIN DUMANIYLA BİRLİKTE
RÜZGARLI GÖĞÜN DERİNLERİNDE...
DİKENLİ TELLERE TAKILIYOR SONRA
YASAK BÖLGEDE…
GÜNEŞİN ALTINDA
SOLGUN BEDENLERİMİZ
YORGUN ADIMLARIMIZLA
TEKRARLANIYOR GÜN
BAŞLADIĞI GİBİ BİTİYOR
BİTİYOR YİNE…
GÜZEL SÖZLERE
GÜZEL HAVALARA
ALDANMAYAN
İKİ SERSERİ RUH
İKİ SERSERİ BEDEN
İSYAN EDİYOR
KARŞI DURUP
YER ÇEKİMİNE...

LENNON



Beraberlikleri yıllarca gündemden düşmeyen Lennon-Ono çifti 1966 yılının kasım ayında Londra’nın “avant gard” sanat galerisi “İndica”da ilk defa bir araya geldiklerinde,efsane grup "Beatles"ın beyni 26 yaşındaki John Lennon kendi deyimiyle “İsa’dan bile daha popülerdi”. Daha sonraları Beatles hayranları tarafından
grubun dağılmasından sorumlu tutulacak Japon asıllı, 33 yaşındaki ressam ve konsept sanatçısı Yoko Ono ise sansasyonel çalışmalarıyla NewYork sanat çevrelerinin aranan isimlerindendi. Başından beri tepkiyle karşılanan bu ilişki,ikili için sanatın,aşkın,cinselliğin bir araya getirip oluşturduğu yeni ve alternatif bir ifade biçimi anlamına geliyordu. Uyuşturucunun,sürdürdükleri marjinal hayatın
vazgeçilmez bir parçası haline geldiği yıllar boyunca Vietnam savaşını protesto etmek için düzenledikleri gösterilere,toplumun değer yargılarını sorguladıkları ve kapağında genellikle ikilinin çıplak fotoğraflarının yeraldığı ortak stüdyo çalışmalarına imza attılar. Oğulları Sean 1975'de dünyaya geldiğinde Lennon-Ono için dönüm noktası oldu. Uyuşturucuyu kesin olarak bıraktılar ve düzenli bir hayat sürmeye başladılar. Huzurlu ve mutlu yaşarken 8 aralık 1980 günü Central Park’ta evinin önünde bir hayranı Lennon’u vurarak öldürdü.
1-Andy Warhol-John Lennon 
2-John Lennon whit Yoko Ono Drawing-Anna Shipstone

  



27 Mart 2012 Salı

CHE

Arjantinli doktormarksist politikacı ve dönemin Küba gerillaları ile Enternasyonalist gerillalarının lideriydi… Romantik ve kahramanca başkaldırısı, ardından trajik ölümü, onu devrimci bir aziz haline getirdi.
1959 yılında Küba’da yönetimi ele geçiren Fidel Castro’nun 26 Temmuz Hareketi’nin bir üyesi olmuş,yeni hükümette çeşitli önemli görevlerde bulunmuş, kitap ve makaleler yazmıştı...
1965 yılında,artık farklı ülkelerin devrimci hareketlerine destek vermek gerekiyor diye Küba’dan ayrılmıştı…




1967’de Vallegrande yakınlarındaki La Higuera’da Bolivya Ordusu’nun elinde iken öldürülen Che Guevara dünya üzerinde hem sosyalist devrimci hareketlerin  hem de onun Alberto Korda Diaz tarafından çekilen ünlü fotoğrafı 20 yüzyılın sembolü haline gelmiştir...CHEülkemizde de devrimci gençliği derinden etkiledi... pek çok militan, bu romantik ve destansı savaş rüyasının ardında yitirildi. 






Fidel'e Şarkı/Ernesto Che Guevara

Haydi gidelim,
ateşli peygamberi şafağın,
gizli patikalardan ulaşalım
o yeşil timsahı kurtarmaya, aşkla sevdiğin.
Haydi gidelim,
isyankar ve marslı yıldızlarla dolu
cepheyle aşağılanmayı bozguna uğratarak
zafere erişmeye ya da ölümle buluşmaya yemin edelim.
Duyulduğunda ilk atış sesi ve uyandığında
çalılıklar bakirelere yaraşan bir şaşkınlıkla,
orada, yanıbaşında, olgun savaşçılar olarak,
bulacaksın bizi.
Saçıldığında sesin dört rüzgara doğru
adalet, ekmek, özgürlük, tarım reformu,
orada yanıbaşında, aynı vurgularla,
bulacaksın bizi.
Ve yerini bulduğunda bunca emeğin sonunda
zalime karşı doğruluğun uğraşı,
orada, yanıbaşında, bekçilik ederken mücadelenin sonuçlarına,
bulacaksın bizi.
Yaralı böğrünü yaladığı gün canavar
milliyetçi bir mızraktır onu orada vuran,
orada, yanıbaşında, gururlu yüreklerimizle,
bulacaksın bizi.
Sanma ki bozabilirler bütünlüğümüzü
rüşvetle kuşanmış yaldızlı bitler,
tek istediğim bir tüfek, mermiler ve bir siper.
Başka hiçbir şey.



Çilli horozum...


















Tavukların kuluçkaya yatmaya başlama  özelliğini kazanması Anadolu'da "Gurk olmak" olarak adlandırılıyormuş..Tavuk her zaman, mevsim ve diğer şartlar tamam olsa da "gurk" olamıyor...Rahmetli büyükbabam kuluçkaya  yatmayan tavukları yatırmak için önce rakı içirir, sonra ayaklarından tutup havada şöyle 5-10 tur çevirir, ardından da yumurtaların üzerine bırakırmış...hayvancağız kendine geldiğinde anlam veremediği ve hatırlayamadığı bu durumu aşamazmış...tavuk mu yumurtadan çıkar yumurta mı tavuktan tartışması bir yana civciv olabilmesi için "horoz" gerekir...kümesin olmaz sa olmazı horozun diğer görevi de haremi kollamak, yabancıları yaklaştırmamak...bir de normal şartlarda  sabahları ötmektir...birden fazla horoz demek; kaçınılmaz kavga demek, dalaş demek...havada uçuşan tüylerin altında otorite kurma ve devam ettirme zorlaşır böyle durumlarda...
Zavallı horozlarım!..civcivken ne kadar da sevimli ve sakindiler...sonra büyüyüp palazlanınca ikisi horoz çıktı...yakışıklı bir kızıl, bir beyaz iki horoz bir kümeste...onları  beslemek için kümese giden amcama saldırırlardı...yazın bir hafta sonu Yalova dönüşünde müstakil apartmanımızda amcamlar bizi "yoldan geldiniz, yemek pişirmekle uğraşmayın, buyurun bizde yiyelim" diye davet ettiler...salçalı tavuk yemeği yapmış yengem...yemekler yendi...biraz kart ve kaslı gibiydi tavuk...ben pek yiyemedim...ertesi sabah kümese indim benimkileri özlemiştim...acı gerçek ile yüzleştim...tabi hayatta yaşayacağım diğer akıl almaz ve acı olayları düşününce bu hafif kalacaktı...yine de çocuklukta yaşanan zorluklar bizi hayatın gerçeklerine hazırlıyor diyebiliriz... Gemiye tek kaptan yeter...iki kaptan olunca gemi ya karaya oturtur ya da batar... her kafadan bir ses çıkması, her  önüne gelenin aklına geleni söylemesi "demokrasi" kelimesi altında   "kakafoni" yaratır...horozlar artık yerli-yersiz ötüyor...akşam olurken, gecenin bir vakti, takılmış plak gibi...Horozun bol olduğu köyde sabah geç olurmuş...
Erol Büyükburç'un da söylediği aslı bir Sivas  türküsü olan parçayla kapatalım programımızı..."Horozumu kaçırdılar"...bu arada Erol Büyükburç 1965 yılı"Horoz Nuri" adlı filmde de oynamış

Erol Büyükburç'un Söylediği:
Horozumu satamadım
Kumbarama atamadım
Bir kız alıp kaçamadım
gah bili bili bilibil bilibili bili
Çilli de horozum kayboldu
Horozumu kaçırdılar
Damdan dama uçurdular
Suyuna da pilav pişirdiler
gah bili bili bilibil bilibili bili
Çilli de horozum kayboldu
Horozumun tüyü kara
Sesi gider Üsküdar'a
Bugünlerde düştüm dara
gah bili bili bilibil bilibili bili
Çilli de horozum kayboldu...


Kaynak: Sirri Sarisözen
Yöre: Sivas
Horozumu kaçırdılar
Damdan dama uçurdular
Suyuna da pilav pişirdiler
Bili gah bili gah bili bili gah gah
Küpeli horozum
Kar beyazım
Bir sabah kalktım
Avluya baktım
Aradım taradım bağırdım çağırdım
Bili gah bili gah bili bili gah gah
Küpeli horozum
Kar beyazım
Kanadı var kilim gibi
İbiği var elim gibi
Acısı var ölüm gibi
Bili gah bili gah bili bili gah gah
Küpeli horozum
Kar beyazım



26 Mart 2012 Pazartesi

"Imagine"

"İnsan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar" demiş Yahya Kemal...düş kurmak, hayal etmek dalgalı yaşam denizinde bize küçük koylar sunar; sığınacak ve dinlenecek...dinlenirken düşünür ve cevaplar buluruz belki...belli mi olur bu arada deniz de belki biraz durulur! Bir de kurulan hayaller gerçek olur da insanın ömrü bunu görmeye yeterse...daha başka ne ister ki..!




Düş Kur (Imagine-John Lennon)

Imagine no possesions,
I wonder if you can,
No need for greed or hunger,
A brotherhood of man,
Imagine all the people
Sharing all the world...

Hayal et malın mülkün
Olmadığını
Merak ediyorum
Yapabilir misin
Ne açlık var ne aç gözlülük
İnsanların hepsi kardeş
Tüm insanların
Tüm dünyayı paylaştığını
Hayal et.


You may say im a dreamer,
But im not the only one,
I hope some day youll join us,
And the world will live as one

Hayalci diyebilirsin bana
Oysa yalnız değilim ben
Umarım bir gün sen de
Katılırsın bize
Ve bir bütün olur dünya

Crazy Patchwork...Kırkyama...Yamalı bohça...



Eskiden üretilen her şey uzun ömürlüydü... hatta "evladiyelik"ti...elbise, pantalon, kazak, ceket, gömlek yıllarca giyilirdi...pek öyle moda takibi olmaz, ihtiyaç giderilirdi ve bundan kimse yakınmazdı...Yenisini alamadın mı; evir, çevir, ters yüz et, yama, onar...giy. Benzer kumaş bul, kes, dik, onar...yeniden giy... bir de kazak, hırka, süveter, atkı, eldiven örülür, "Burda" dergisi gibi moda dergilerinden çıkan "patron"lar kullanılarak elbise, etek, pantalon dikilirdi...ayakkabıya pençe-gizli pençe yaptırılır, delinip, açıldıysa, taban yapıştırılır, yırtık diktirilir bir kaç mevsim daha giyilirdi...babanın on sene giyip biraz eskittiğini, büyük ağabey de giyer, ortanca ağabey de... sen ergenliğe geçince, üstüne birazcık büyük gelse de büyüdün, "adam" oldun ya giyersin... işte öyle bir dönemdi..."tüketim çılgınlığı", "kullan-eskimeden at" tam olarak girememişti henüz hayatımıza...
Tasarruf amacıyla ninelerimizin başlattığı bu yamama işi, gelişerek "Patchwork"-"Kırk Yama" sanat haline geldi...artık, parça kumaşlar ile masa, koltuk, kanepe örtüleri, battaniye, şal vs.vb.gibi dekoratif ve ev tekstil ürünleri üretmek ve "Country" ya da "Taşra-Kırsal yaşam" etkisini evlerde görmek de mümkün oldu...

Yukarıda görülen nesne, formundan ve genel görünümünden de anlaşılacağı üzere bir bot, "zodiak"... bu sanatın  uygulanmasını  düşünebileceğim en son yer!..yamaları sayamadım!..tamamen yamalardan oluşmuş olabileceğini bile düşündüm...tahminimce delik ve yırtıkların sayısını yamalardan daha da fazla; çok maceralı günler geçirdiği kesin!..şu an için suyun üzerinde yüzüyor olsa da sahibi dahil binecek olanların bildikleri bir kaç duayı okuyup-üfledikten sonra binmelerini öneririm...Allaha emanet!

Yalova-2006

24 Mart 2012 Cumartesi

Savarona





Ne de güzel yakışır İstanbul'a...Boğaz'a...1989'da hurdaya çıkıp jilet olacaktı neredeyse...oysa 1931 yılında lüks bir transatlantik yatı olarak inşaa edildiğinde ve  Hamburg limanında denize indirildiğinde dünyanınn en büyük yatıydı...uzunluğu 136 metre, direği 16 metre, iskeleti 6.1 metre ve en yüksek hızı 18 deniz miliydi...hepimiz onu Atatürk'ün yatı olarak bildik... her baktığımda Atatürk'ü güvertesinde hayal etmişimdir...

23 Mart 2012 Cuma

Mahçup Prenses

























tertemiz bir sayfa
üzerine
kaderin yazacakları
belki sadece güzel anılar
belki sadece basit rakamlar
ve küçük işlemler
4+4+4= ?
o mahçup bakışlara bakıp
sesli düşünüyorum
düşünüyorum
sesli
henüz sesim çıkarken
cümle kurmadan...
bir an susuyorum...
hala ışık varken...
solup...sönüp gitmeden
ışığa bakıyorum...

Solgun Prenses


















solgun prenses!
ne kadar da dingin
ne kadar da solgun bir yüzün var
sanki tüm sıkıntıları, tüm ışıkları...
tüm güneşi yutmuş
içinde soğurmuşsun...
şimdiye
ne bir damla yaş
ne bir gülümseme
yüzünde!..
örülü saçların orman sarmaşıkları...Hedera'lar
küçük gözlerin  koyaklarla bezeli
derin iç denizler...
ağaçta tek yapraksın öylece duran
kalabalıkların içinde ürkek bir üveyik...
ne tek bir söz
ne tek bir ses
dudaklarının arasından
sahipsiz kaldı yıldızların kayıp gidişi
gece göklerinden
kanat seslerinin yokluğunda
yarınlar salınıp
salınıp...
bir sarkaç gibi
üzerinde
saplanacak belki
yeniden bedenine
...
ne kadar dingin
ne kadar da soluksun...
sanki tüm sıkıntıları, tüm ışıkları...
tüm güneşi yutmuş
içinde soğurmuşsun...

girintiler, çıkıntılar -2-

Girinti: Düz bir yüzeyde bulunan içerlek bölüm, oyuk, çukur yer... 
Çıkıntı: Nesnelerin yüzeyinde bulunan dışa doğru uzanan bölümdür...


Girinti ve çıkıntılar ilkin insan vücuduyla ilgili çağrışımlar yaptırsa da hem doğada  bir oluşum hem de insan yapımı olan bir çok şeyde forma, yapısal görünümüne ve işleve bağlı olarak da vardır...






Yeryüzünde iç kuvvetlerin etkisiyle oluşan yer şekilleri, dış kuvvetlerin etkisiyle biçimlenmektedir... özellikle yüksek yerler ve çıkıntılar git gide düzleşmektedir...bu etkili dış kuvvetler; rüzgarlar, akarsular, yeraltı suları, buzullar, gölleri dalga ve akıntılardır.


Turan Çıkıntısı mı?!İnsan kafatasındaki bir kemiğin "eyer"e benzetilmesinden dolayı bu dünya anatomi literatüründe "sella Turcica" (Türk eğeri)adıyla geçer...Brakisefal kafatası yapısı Türk kökenli halkların çoğunlukla paylaştığı bir özelliktir, ancak bu özellik İsviçreliler, Bavyeralı Almanlar, Fransa'nın orta bölümünde yaşayan topluluklar, Boşnaklar ve Gürcüler ve kafatasının arkası düz olan şekliyle de Ermeniler  tarafından da Brakesefal kafatası şekli paylaşılmaktadır...

Beynin üzeri girintili ve çıkıntılı bir yapıya sahiptir. Girinti ve çıkıntılar beyin yüzeyini genişletir. Böylece daha çok sinir hücresi yayılabilir...

Ceviz ve beyinin fiziki benzerliğinin ötesindeki bir gerçekten söz edeceğim: gümüş iyonuna, icra ettiği elektronik görev açısından ihtiyaç duyan tek organ beyinmiş  ve buna sahip tek yemiş ise ceviz!!!!!  



Şarap ve şampanya şişelerinin  altında yer alan girinti punt olarak isimlendirilir.  Punt'un temel amacı şarap şişelerine (özellikle köpüren şarap şişelerine) dayanıklılık kazandırmaktır. Aynı zamanda şişenin altında biriken tortuyu toplama ve şarabı dökme  kolaylığı sağlar.

"Çıkıntı olma" felsefesi popüler kültürün bir getirisi...demokrasinin, düşündüklerini özgürce söyleme ve yapmanın değil...olur olmadık yerde ve biçimde  aykırı davranmak, aklına geleni söylemek ve farklı görünmek...özünde kendini göstermek var ama bu  düşünmeden konuşmayı da beraberinde getiriyor ne yazık ki...çıkıntılık yapıp söylediği ya da yaptığının arkasında duramayacak, altını dolduramayacaksan yersiz ve boş uğraştır bence...politikacılardan, muhalefetten her zaman beklenir, sanatçılardan, özellikle futbol camiasından...kısacası medyanın gözü önünde olanlar kolay yoldan prim yapmak için bunu kullanır...çoğu kişi de onlara özenerek davranır...

22 Mart 2012 Perşembe

Mayk Hammer, Nik Karter...

1950’lerde, ABD’li yazar Mickey Spillane imzasını taşıyan Mayk Hammer'in Türkçe çevrisi 100 binin üzerinde satmış...Yayınevleri orijinal Mayk Hammer maceralarının yakaladığı bu başarı üzerine yerli yazarları sahte Mayk Hammer romanları yazmaya teşvik etmişler...Orijinal maceraların çevirmeni Kemal Tahir de Çağlayan Yayınevi’nden F.M. İkinci takma adını kullanarak  dört adet sahte Mayk Hammer macerası yazmış: "Derini Yüzeceğim" (1954), "Ecel Saati","Kara Nara" ve "Kıran Kırana" (1955)...Afif Yesari 110 adet ile başı çekerken, Oğuz Alplâçin, Adnan Erim, Orhan Boran, Muzaffer Ulukaya gibi yazarların da katkılarıyla Türkiye'de basılan Mike Hammer romanlarının sayısı 250'ye ulaşır.
2005-Güncel Yayınlar'dan çıkan derleme kitap...
Türünün bu en tanınmış dört karakteri, polisiye severler tarafından yüzyıldan fazla bir süredir çok tutuldu ve maceraları seri olarak yayımlandığı dönemlerde gerçek bir tiryakilik yarattı.
Dördünün ortak özelliği, maceralarının yazıldığı ve yayımlandığı dönemlerde yazarlarının adlarını bile geride bırakmaları ve bazı dönemlerde de muhtelif yazarlar taralından kaleme alınmış olmaları.
Soygun, cinayet ve kötülük örgüsünün ağırlıkta olduğu bu öykülerdeki dedektif kahramanların soğukkanlılığı, olay örgüsünü çözüş biçimindeki ustalıkları, soylu olmasalar da centilmen tavırlar ve polisin yeteneksizliği okurunun gözünde onları daha da sempatik hale getirirken, yeni maceralarının adeta dört gözle beklenmesine neden olmuştur...



1001 romanın, 1948 yılında "Nat Pinkerton" adı altında yayınladığı, Alex Raymond'un Rip Kirby'si...
Daha sonra Dedektif Nik olarak yayımlandı... Bir de "Yaman Gazeteci Rick" vardı çizgi seri... onu "Zıp Zıp" dergisinden hatırlıyorum...Anlaşılan o ki bu furyada kimse kimin kim olduğuna, kim tarafından yazıldığına ve çizildiğine pek dikkat etmiyordu...bulduğunu çılgınca, büyük bir zevk ile okuyordu...





1001 Roman,Tahsin Demiray tarafından 1939 da Türkiye Yayınevi tarafından ilk basımı yapılan çizgi roman dergisidir.Bizim kuşağın bildiği ise 1960lı yıllarda basılan "Yeni 1001 Roman" dergisi Sahibi ise Web Ofset İleri Matbaacılık A.Ş. Adına Erol Simavi ...


RESM-İ GEÇİT
“Ton! Ton! Ton!..
Nik Karter, Nat Pinkerton!
Kelepçe, brovnik!..
Tik… Tik…
Şerlok Holmes!
Sesi kes!
Hes, pes!
Dur!…
Pusu kur!…
Köşede bir baş
Yavaş!
Ton!.  Ton!.. Ton!…
Nik Karter Nat Pinkerton!
Bir, iki, üç!
Sol, sağ,  sol!…”
Boşalttı mi’desini yetmiş yedi karakol!
Resm-i geçit var bugün de
Kapımızın önünde.
Kahkahalarımızı dişlerimizde bir çubuk gibi sıkalım.
Seyre çıkalım! ….
İşte köşeyi döndüler
Göründüler:
En önde «KANBUR» geliyor,
Mel’anet dolu çekmecesi ensesinden yükseliyor.
San’atın bir civan piridir bu!
Hepsinin Emir-ül Emîridir bu!…
Kanbura kandilli bir selam çaktık,
Sonra gülerek baktık,
On adım arkadan gelen bıçkına!….
7 1/2′luk bir cebel topu takmış kıçına,
Kapamış gözlerini paltosunun yakası
Ayna gibi parlıyor palaskasının tokası
20 okka içsem de yalpa vurmam diyor,
Haaaaayt!… Kuş uçurmam diyor.
Bu Fehim Paşanın hayr-ül halefi,
Afi kesiyor… Afi.! !..
Bu rengârenk tavus kuşları
Peşimizden tırmanırlar yokuşları;
İnişlerde kayb etmemek için bizi gözden;
Daha atik olurlar 50 yaşında bir öküzden.
Kızmıyoruz onlara
Kızılmaz,
Acınır
Böyle teneke oyuncak olanlara,
Aramızda onların yalnız bir ismi var:
ZAVALLILAR!
Nâzım Hikmet
(Aydınlık, sayı 29)



21 Mart 2012 Çarşamba

Dedektif Nat Pinkerton ve Cingöz Recai

Amcam oldum olası hikaye anlatmayı ve yazmayı severdi...ben haftanın her günü, daha doğrusu akşamları ve hafta sonları dibinden ayrılmazdım... eskiden bir süre gazetecilik de yaptığı için zengin bir kütüphanesi vardı...ansiklopedi ve kitaplar iştahımı kabartırdı; yaşım icabı "Zıpzıp" ve "Doğan Kardeş " dergileri daha da fazla.....hikayeleri biraz dedektif romanlarını andırırdı... Dedektif Nat Pinkerton okumaktan!..bu hikayeleri ve daha bir çok hikayesini önce defterlere aktardı...ciddi hastalıklar onu bizden almadan; tek tek organlarını bitirdi...onun için en önemli olan gözleriydi...birini kaybetti...tek gözüyle yıllarca harita okudu, çizim yaptı, gazete, kitap demedi, okudu, yazdı...bulmacalar çözdük beraber...Evde pek sözü geçmese de "Erika" marka daktilosunun başına geçtimi "kral" oydu artık!..
Amcam'a...
Yıllar sonra,ölen bir "kitap sever"in çatısından, güvercin pisliklerinin arasından elime geçen Nat Pinkertonlar...




Amanvermez Avni, Kandökmez Remzi, Nahit Sami, Fakabasmaz Zihni, Cingöz Recai, Cıva Necati, Çekirge Zehra, Tilki Leman, Kartal İhsan, Kara Hüseyin, Elegeçmez Kadri, Polis Hafiyesi Yılmaz, Şeytan Hadiye, Pire Necmi, Badik Hilmi bilinen  Türk hafiye romanlarının ünlü kahramanlarıdır.
İlginç bir örnek; Abdülhamit ve Sherlock Holmes'i aynı kitapta buluşturan Ermeni yazar Yervent Odyan, kitabında polisiye bir öykü çevresinde Abdülhamit'i kötüler... Sherlock Holmes İstanbul'a gelir ve Abdülhamit'in tahttan düşürülmesi için komitacılarla beraber çalışır...Abdülhamit'in 10 bin kitablık bir kolleksiyonu varmış, bunların 5 bini Osmanlı tarihine aitmiş. Diğerleri arasında hatırı sayılır bir yer tutanlar ise Polisiye romanlar...Kurduğu bir tercüme bürosuna Avrupa basınında kendisi ile ilgili çıkan haberleri ve ilgilendiği konuların yanı sıra Polisiye Kitapları çevirttirmiş.  
Bu arada ilk kez 1909 yılında çevrilen gerçek "Sherlock Holmes" kitabı "Dilenci" adıyla yayınlanmış. 
"Şarlo- Polis hafiyesi ve gülünç sergüzeştleri" 1924 yılında bir dizi polisiye türü ile dalga geçen kitaplar serisinden çıkmış Sinema dünyasında büyük ün kazanmış Charlie Chaplin'in polisiye dizisinin yazarı bilinmiyor...
Nat Pinkerton kitabının içinde Cingöz Recai ve Fantoma'nın reklamı...
Türk okurları tarafından en fazla tutulan polisiye dizisi Nat Pinkerton çevirileridir. 1908-1928 yılları arasında 161 adet Nat Pinkerton kitabı çevrilmiş.
Arsene Lupin bütün zamanların en tanınmış polis romanı kahramanı...Türk edebiyatının önde gelen isimlerinden Peyami Safa, para kazanmak için yazdığı Cingöz Recai  romanlarında Server Bedi takma adını kullanmış... ünlü yazar bu kahramanı Arsene Lupin uyarlaması olarak yaratmış.
Tek bir kitapla polisiye türünü deneyenlerden biri de ünlü gazeteci ve oyun yazarı Cevat Fehmi Başkut'tur; "Valde Sultan'ın Gerdanlığı", "Kösem Sultan'ın çalınan gerdanlığı" etrafında gelişen entrikaları anlatılır.
Mayk Hammer Serinin dört kitabını çeviren ünülü yazar Kemal Tahir daha sonra dört tane de kendisi ilave ediyor.  Daha sonra bu seriyi Afif Yesari devam ettiriyor...

Cingöz Recai, Peyami Safa'nın "Server Bedi" adı altında yazdığı polisiye hikâyelerindeki Arsen Lüpen'den esinlemis hırsız karakterdir.
Hikayelerdeki bir diğer karakter de, Cingöz Recai'yi yakalmaya çalışan polis müfettişi Mehmet Rıza,romana sonradan dahil olan Sherlock Holmes ve yardımcısı Dr. Whatson'dur. 1954 ve1969'da filmi çekilmiştir. 1954 yapımı Beyaz Cehennem / Cingöz Recai adlı filmin yönetmeni Metin Erksan, Cingöz Recai karakterini canlandıran oyuncu Turan Seyfioğlu'dur. 1969 yılında Cingöz Recai'yi Ayhan Işık", Mehmet Rıza karakterini Abdurrahman Palay canlandırmıştır.

Cingöz Recai; yakışıklı, kurnaz, cesur, soğukkanlı, zarif, tahsilli, görgülü, cömert ve kibar bir serseridir. Maceralarında "helal" para kazanmış kimselere dokunmaz, haksız yolla servet sahibi olmuş kimselerden hile ile para çalar, elde ettiklerini muhtaçlara dağıtır.