30 Nisan 2012 Pazartesi

"Emek ve Dayanışma Günü"





DİSK,KESK ve emek örgütleri yarın ülke çapında kitlesel ve coşkulu bir kutlama yapacak...Taksim hazırlanıyor...Umarım geçmişte yaşananların aksine coşkulu ama huzurlu bir kutlama gerçekleşir...senede bir gün de olsa!


Peki 1 Mayıs ne zamandan beri kutlanıyor? Tarihçesine bir göz atalım: Batılı ülkelerde 1830’lu ve 40’lı yıllarda  günün on sekiz-yirmi saati çalışılıyordu ...işçi örgütlerinin genel olarak çalışma saatlerinin on saate düşürülmesi talebleri kapitalizmin geliştiği her yerde yükseliyordu. Avustralya işçileri bu hakkı 1856 yılında aldılar,Melbourne kentinde taş ve inşaat işçileri, günde sekiz saatlik iş günü için Melbourne Üniversitesi'nden Parlamento Evi'ne kadar yürüdüler...
1 Mayıs’ın doğmasını sağlayan 8 Saat Hareketi 1884 yılında ABD’de yığınsal bir hareket olarak başladı. Ancak, bundan bir nesil önce, 1866 yılının Ağustos ayında, asıl adı Uluslararası Emekçiler Birliği olan ve kısaca Birinci Enternasyonal olarak bilinen örgütten etkilenen Ulusal Emek Birliği, kuruluş kongresinde “Bu ülkenin işçilerini kapitalist kölelikten kurtarmak için günümüzde atılması gereken birincil ve en önemli adım, Amerika’nın bütün eyaletlerinde normal iş gününün 8 saat olarak belirlenmesidir” kararı alındı. Birinci Enternasyonalin Cenevre Kongre kararlarında, aynı talep “günlük yasal çalışma sınırı 8 saati aşamaz” şeklinde yer aldı...1 Mayıs'da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde işçiler günde 12 saat, haftada 6 gün olan çalışma takvimine karşı, günlük 8 saatlik çalışma talebiyle iş bıraktılar. Chicago'da yapılan gösterilere yarım milyon işçi katıldı. Lousville'de  6 binden fazla siyah ve beyaz işçi, birlikte yürüdü. O dönemde Lousville'deki parklar, siyahlara kapalıydı. İşçiler, sokaklarda yürüdükten sonra hep birlikte Ulusal Park'a girdi. Her eyalet ve kentte, siyah ve beyaz işçilerin birlikte gösteriler yaptı...ABD sendikaları 1889 yılında her 1 Mayıs'ın 8 Saatlik İş Günü talebini hayata geçirmek için grev ve gösteri günü olmasını kararlaştırdılar.Uygulanan yasal baskılarla bu gösterinin tekrarlanması engellendi. 1889`da toplanan İkinci Enternasyonal'de Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs gününün tüm dünyada "Birlik, mücadele ve dayanışma günü " olarak kutlanmasına karar verildi. Bu kararla 1 Mayıs ilk kez uluslararası hale geldi...

27 Nisan 2012 Cuma

Uçun Kuşlar!..


Uzun göçler yapan ve av arayan kuşlar, özellikle geniş kanatlı olan büyük kuşlar sıcak hava akımını kullandıklarında daha az kanat çırpıp daha az yorulurlar...leylekler, kartal , akbaba ve şahinler gibi...çoğunlukla geniş daireler çizerler...okyanusları geçen bazı kuşlar  hakim rüzgarları kullanmak için "s" şeklinde bir rota çizerler...böylelikle daha az yorulurlar..."Kutup Sumrusu" bunlardan biridir...



Kaptan Cook, Büyük Okyanus'un ıssız suları üstünde milyonlarca küçük kuşun havada çember çizerek uçtuğunu görür. Kulakları sağır edecek bir çığlıkla uçan kuşlardan yorulanlar, okyanusun dev dalgaları arasına düşerek boğulmaktadır. Kaptan Cook'un seyir defterine not ettiği bu olaya zaman içinde bir çok denizci tanık olur. Kuşların bu toplu intihar girişimi bilimadamlarının dikkatini çekler. Ornitologların yaptığı araştırmalarda göçmen kuşların, okyanusa düşecekleri yere geldiklerinde birbirlerine sokuldukları anlaşılır ama intihar etmelerinin nedeni aydınlatılamaz.
Yıllar süren çalışmalar sonrasında, bu trajik doğa olayının yaşandığı yerde bir ada olduğu ve kuşların göç yolu üstünde bulunan adanın bir deprem sonucunda okyanusa gömüldüğü gerçeği bilimadamları tarafından günışığına çıkarılır.
İnsanlar çoktan unutmuş olsalar da, kuşlar o yere geldiklerinde adayı çığlık çığlığa ararlar, bulamayınca da yorgun bedenlerini dalgalara bırakırlar!..(Sunay Akın'dan)




Tarlaya ektim soğan...

Bediha Akartürk ve Şakir Öner Gülhan'dan dinleyerek büyüdüğümüz "Tarlaya Ektim Soğan" türküsünü çeşitli zamanlarda bir çok sanatçı yeniden yorumladı...Athena bile söyledi yıllar önce...Ama anlamadığım bu "bitmek" kelimesi ve "yedi doğan"...


tarlaya ektim soğan bitmedi yedi doğan 


1-bitmek(Tükenmek);o kadar çok soğan ekmiş ki doğan bile yiye yiye bitirememiş...
2-bitmek(Bitki, tüy, saç vb. şeyler çıkıp yetişmek);doğan yediği için o tarlada hiç soğan yetiştirememiş...
3-bitmek(Beklenmedik zamanda ortaya çıkmak);beklenmedik zamanda  doğan ortaya çıkıp soğanları mı yemiş?...ya da 7 adet doğan mı çıkmış ortaya...yok yok "bitmedi" dediğine göre çıkamamış! 
4-bitmek(Usanmak, bıkmak);doğan tarlaya ekilen soğanları yemekten usanmamış ...
5-bitmek(Yara kavuşmak, bitişmek); yara kavuşamadan doğanlar soğanları yemiş...
6-yedi adet doğan kavuşamamış( bu en saçma açılım olabilir!)
7-yedi adet doğan hep soğan mı ekilir diye bıkmış, usanmış


...devamında


8-anne bıkmadan usanmadan yedi kardeş doğurmuş, hepsi de güzelmiş...
9-tüm bu saydıklarımızın hepsi ya da bir kaçı birlikte olabilir!


...şaka bir yana bildiğim kadarıyla doğan her ne kadar soğan yemese de türkü icabı ekilen soğanlar doğan tarafından yendiği için tarlada soğan yetişememiş demek isteniyor herhalde! Ama bir de aşk, kavuşamama teması olunca içinde" bitmek" acaba yara  kavuşamamak mı...o zaman peşinden gelen "yedi doğan" ne olaki!? Tabi ki tarlanın, ormanın, derenin olduğu yerde kuşlar da olur...türküde hem doğan, hem kuzgun, hem de şahin geçiyor... bir de Ganliga eski bir rum köyüymüş...fındık toplama işine de ganzilis diyorlarmış...


Trabzon- Hüseyin Birincioğlu-Ahmet Yamacı)
tarlaya ektim soğan
bitmedi yedi doğan 
hep mi güzel oluyor 
senin annenden doğan

oy niye hanım niye
öldüm yâr, yâr diye diye
iki lira boynunda 
ver birini hediye 

guzgun dere yukarı
yol gider Ganliga'ya
kız ben seni alırım
liralar saya saya

oy niye hanım niye
öldüm yâr, yâr diye diye
iki lira boynunda
ver birini hediye 

ormandan yol açarım
seni alır kaçarım
dört yanım duvar olsa
şahin olur uçarım

oy niye hanım niye
öldüm yâr, yâr diye diye
iki lira boynunda 
ver birini hediye



Davidson / “Onion Field”(1890)- İğne deliği kamera ile ilk empresyonist fotoğraf

26 Nisan 2012 Perşembe

Ah nereye vah nereye...



Bir yanda Kuveyt Türk; "Altın Uzmanı".. yeni reklamıyla ve Dünyada bir ilk ile: Altın veren ATM ile karşımızda... bir yandan Arda Turan De Facto için vitrin mankeni oluyor...bu reklamcılar işini biliyor, milletin nabzını tutuyor(!) derken Metrobüs reklamı geliyor gündeme! Ama ondan önce "sünnet çocuğu"nun eline kimse altını bırakmaz....anne kendi birikimine katar...oysa çocuk oyuncak arabasına saklamaya çalışıyor altını...arabadan arabaya geçelim; Vatan Şaşmaz özel arabasını , şöförünü bırakıp metrobüsü tercih ediyor...her şey mükemmel, içerisi ferah, herkes oturuyor, gazete, kitap falan okuyor...harika ve konforlu yolculuk...işte sinirler bir anda zıplıyor...evet reklam yaşamı stilize eder, ürünü ve hizmeti kullananları mükemmelleştirir, yüceltir vs.vb...seçilmiş mutlu , ayrıcalıklı insanlardır onlar...ama bu reklamı hazırlayan "yandaş firma"dan hiç kimse metrobüse binmemiş mi?...bomboş duraklar...hatta boş koltuklar...vicdanları sızlamıyor mu bu kocaman yalandan?..iyi yolculuklar; hem İstanbul'da, hem Tv ve reklamlarının  " Yalan Dünya"sında...

"Colors" Dergisi ve "Fabrica"





no:4-1993
ilkbahar
yaz sayısı


Karşınızda Benetton’un kültürel mirasını yasatmak amacıyla 1994 yılında kurulan Iletişim ve Araştırma Merkezi "Fabrica"( atölye)...bir rüya ve görüntü fabrikası... 
Fabrica çokkültürlü ve uluslararası bir kimliği, endüstriyel kültürü ve şirketin "zekasını";  tasarım, müzik, sinema, fotoğrafçılık, yayıncılık, internet gibi alanlarda ortaya koyuyor...özellikle de dünyanın dört bir yanındaki genç sanatçı ve araştırmacıların yaratıcılığını destekliyor... farklı dil, kültür ve davranış alışkanlıklarına sahip ülkelerden gelen; 25 yaş altı ve her yıl 700 aday arasından seçilen bu genç insanlar birlikte oluşturdukları ekiple, farklı iletişim modellerini  uygulamalı olarak, etkileşimli ve interaktif bir eğitim içinde deneyimliyor 



40 ülkede satılan, 4 dilde 3 değişik baskısı yapılan, "Colors"dergisinin internet sitesi de rekor sayıda ziyaret ediliyor. Fikir babaları Luciano Benetton ve Oliviero Toscani olan, "Farklılık arzu edilen bir özelliktir, ancak, bütün kültürler de eşit değere sahiptir." inancı temel alınarak hazırlanan "Colors", Tibor Kalman’ın yönetiminde 15 yılı aşkın süredir yayınlanıyor. Kendini her şeyden önce fotoğraflarla ifade etmeyi seçen "Colors",  görsel dili kullanarak, ekoloji, savaş ve AIDS’e karşı yürütülen mücadele gibi ciddi; alışveriş, moda ve oyuncaklar gibi eğlenceli; her biri alışılmadık ve cüretkar bakış açısıyla sunulan konuları ele alıyor...



www.colorsmagazine.com'da eski sayılardan sayfaları bulabilirsiniz...



25 Nisan 2012 Çarşamba

Buda'nın Kırlangıcı



Öğretileri insanlığa huzur getirdiğinde  
Buda çekildi cangılların derinliğine
Tek tasası Nirvana'ya ulaşmaktı yalnızca
Kolları göğe uzanmış oturdu meditasyona
Ve hep bu kutsal duruşunu koruyup
Yoğunlaştırarak düşüncelerini sonsuz bir düşte
Issızlığın içinde kendinden geçti
İlahi boşluk onu almadan önce içine...
Zaman zayıflattı ve düşkünleştirdi
Kemikleşti çile çeken hareketsiz gövdesi
Sarmaşıklar sardı artık öğle güneşinin bile
Isıtamadığı uyuşmuş bedenine
Ve taşların sertliğini almış gibiydi
Görmekten yoksun gözleri
Mahzun gözkapaklarının altında...
Açlıktan tükenip ölebilirdi
Ama O'nu seven küçük kuşlar 
Çiçekli dallarda ötüşen kuşlar 
Solgun dudaklarına bırakmaya gelirdi
Nice meyvalar...
Ve çok uzun zamandır yaşıyordu böylece
Saygın Buda, mükemmelce...
İşte binlerce ve binlerce defa daha 
Ormanları aklaştıran ay ve yaldıza boyayan güneş
Alnında parıldadılar sırayla...
Hiç değişmeyen bir düşte kaybolmuş Buda'nın
Bir an değişme olmadı erdeminde
Bir gün bir kırlangıç gelip 
Yuva yaptığında bile 
Hep göğe uzanmış duran
Kuru, granit kadar gri sağ eline...
Hiç bozulmadı"kendinden geçiş" hali 
Uçarak dağları ve denizleri aşan
Her kış kuzeyin soğuk iklimlerinden gelip
Düş görenin güvenli avucuna
Sıcak yuvasına hep  geri dönen
Bu sadık göçmen tarafından...
Zaman akıp göçmen kuşlar gittiğinde
Himalaya'lar karla kaplandığında
Tüm ümitler tükendi
Buda başını çevirip yavaşça
Uzun zamandır dünyevi hiç bir şeyi görmeyen gözleriyle
Baktı boş avucuna...
Gökleri seyre dalan sonsuzlukla kamaşmış gözleri
Kirpikleri yanık, kapakları kanlı gözleri
Birden doldu yakıcı iki damla yaşla...
Boşluğun aşkı, hiçliğin umudu karşısında
Düşüncesi açık
Hayattan hiçbir şey istemeden kaçarken
Bir kırlangıcın ölümüne çocuk gibi ağladı Buda... 

L’Hirondelle Du Bouddha.
 
Quand son enseignement eut consolé le monde,
Le Bouddha, retiré dans la djongle profonde
Et du seul Nirvâna désormais soucieux,
S’assit pour méditer, les bras levés aux cieux;
Et gardant pour toujours cette sainte attitude,
Il vécut dans l’extase et dans la solitude,
Concentrant son esprit sur un rêve sans fin
Avant d’être absorbé par le Néant divin.
Le temps avait rendu tout maigre et tout débile
Le corps ossifié de l’ascète immobile;
Les lianes grimpaient sur son torse engourdi
Que ne réchauffait plus le soleil de midi;
Et ses yeux sans regard, dans leurs mornes paupières,
Semblaient avoir acquis la dureté des pierres.
Il aurait dû mourir, par la faim consumé;
Mais les petits oiseaux, dont il était aimé,
Les oiseaux qui chantaient dans les branches fleuries,
Venaient poser des fruits sur ses lèvres flétries.
Et, depuis très longtemps, c’est ainsi que vivait
Le Bouddha vénérable, absolument parfait.

Donc mille et mille fois, et mille fois encore,
La lune qui blanchit et le soleil qui dore
Les forêts, sur son front tour à tour avaient lui,
Sans que se fût distraite un seul instant en lui
Sa pensée, en un songe immuable perdue,
Lorsque dans sa main droite, au ciel toujours tendue,
Dans sa main sèche et grise ainsi que du granit,
Une hirondelle vint, un jour, et fit son nid.

L’extase du Bouddha ne parut point troublée
Par cette confiante et fidèle exilée
Qui, franchissant du vol la montagne et la mer,
Des froids climats du Nord revenait, chaque hiver,
Et retrouvait toujours son nid chaud et paisible
Dans le creux de la main du rêveur impassible.
À la fin, cependant, elle ne revint plus.

Et, quand les derniers temps furent bien révolus
Du retour des oiseaux que l’exil seul protège,
Lorsque l’Hymalaya se fut couvert de neige
Et lorsque tout espoir fut perdu, le Bouddha
Détourna lentement la tête; il regarda
Sa main vide; et les yeux du divin solitaire,
Qui depuis si longtemps n’avaient rien vu sur terre,
Ses yeux tout éblouis d’immensité, ses yeux
Éteints et fatigués de contempler les cieux,
Ses yeux aux cils brûlés, aux paupières sanglantes.
S’emplirent tout à coup de deux larmes brûlantes;
Et celui dont l’esprit était resté béant
Devant l’amour du vide et l’espoir du néant,
Et qui fuyait la vie et ne voulait rien d’elle,
Pleura, comme un enfant, la mort d’une hirondelle.

François Coppée(1842-1908)
Fotoğraf: Yalova-2007

24 Nisan 2012 Salı

mevsimi gelince...

















Anadolu Hisarı'nda kaynamaya başlayacak mısır kazanları...
TCCD'nin Sarayburnu yükleme alanında ise akşam üzeri mangal sefaları...

ya ışığa...ya karanlığa


ya içindesindir çemberin ya da dışında yer alacaksın...
bir geçit açılacak; ya ışığa ya da karanlığa çıkacaksın...

gece ışıkları




şehrin göğe uzanan
balmumundan kanatlarıdır
gece ışıkları...
sahte gülüşler
pembe yalanlar gibi...


ışıksız bir gecede yıldızları seyredemeyen
şehrin ışıklarıyla idare eder...
gerçek ışığa ulaşamayan sahtesinde kaybolur gider...

21 Nisan 2012 Cumartesi

evde


İnsanın evinde olduğu saatler çoğunlukla kendini keyifli hissettiği vakitlerdir ama bazen de özellikle kasfetli kış günlerinde boğulur, evden kaçası gelir insanın...işten güçten, yorucu bir haftanın sonunda hafta sonu hiç gelmesin dediğiniz bile olur... böyle durumlar da mecaz olarak güneşin hiç doğmadığı zamanlardır...içerde soba yansa bile içiniz üşür!...mevsimle beraber güneş evin içine erkenden dolmaya başlayınca işler değişiyor...içeri yavaş yavaş sızan güneş  daha keyifli bir kahvaltıya davet ediyor insanı...hafta arası keşke vakit olsa da demli bir çay içebilsek...hafta sonları da likör...geçen yıl vişne likörü kuramadık...kısmet bu yaza umarım!

gece kelebeği...



            
100.000 den fazla kelebek çeşidinden, Heterocera familyasından  bir gece kelebeği gündüz uykusunda...
FOTOTROPİZM: ışığa yönelme...bütün canlıların yaşamı üzerinde güneş ve ayın etkisi büyüktür...ayçiçeklerinin güneşe doğru yönelmeleri örneğinde olduğu gibi bitkiler güneş ışığında yararlanır ve onun konumlarını takip ederek ona doğru büyürler...gece kelebekleri ise yapay ışıkların olmadığı ortamlarda ay ışığından yararlanarak geceleri beslenirler... anlam veremediğimiz biçimde her türlü ışığın güçlü  etkisine kapılır büyülenmişcesine  etrafında pervane olurlar...gitgide daralan daireler çizerek ışığa çarpıp dururlar... yapay ışık kaynakları çoğu zaman onların sonu olur...

20 Nisan 2012 Cuma

...yalnızlığın hepimizin yalnızlığı...


*18 nisan tarihinde  yer verdiğim  " konuşurum" şiiriyle birlikte  kullandığım fotoğraf bana 2007'de çıkarttığım "benim için bak" kitabında bir fotoğrafımı anımsattı... işte o iki fotoğraf...







düşün ki 
zamanın kapısını sen çaldın
düşümde üşüdün içeri sığındın
örtmedin üstünü
kar ve rüzgar düştü suya
yanı başıma
ikisi bir yansıma
ikiz bir yanılsama
öp uyuyan gözlerimi düşüm
bir uzak tarlada eğilirken başaklar
sevinçten yaşarmış gözlerimi öp nedensiz
senin yerine tutuşturan tenimi
güneş ılığı rüzgarın elleri
gülüşün toygarların ötüşü
kokun yerine çam kozalakları
bitmeyen kışta İstanbul'dan gelen
İstanbul'a giden bulutlar...
bataklığın ortasında çiçekler açar
sadece gözle erişilir
taş keser zaman yüreğinde
yaprak bilmez ağaçların
sessizlik kadar sarhoş
yalnızlık kadar kilitli
yalnızlığın
hepimizin yalnızlığı...
*("benim için bak" kitabımdan 2007)


...konuşurum(18 nisan 2012)


kupkurusun şimdi
ölü ve çıplak...

o kadar yaprağın var mıydı bilmem

gölge yapacak...

odunsun artık

bir gecekondunun
sobasında yanacak...
oysa nasılda kıvrıla kıvrıla
büyütmüştün bir zamanlar
güçlü gövdenden dallarını yukarı
köklerini toprağın koynuna doğru...
varsın deli desinler
ölülerle de  konuşulur
kayalıklar çok dinlemiştir ya  beni...
banklar, sandallar, kürekler
ahşap mandallar ve kalemler...
konuşurum...
dinleyen olduktan sonra...konuşur dururum
anlatacak çok şey var!



Uzaklara bakanlar...







"Hep öteye gitti hep öteye
yalnızlığı bundandır belkide"...
Düşüncelerin bir ucu bizde diğer ucu bizden ötede ...bir uçurtma gibi uzaklara doğru süzülüp astral bir seyahat sonrasında olduğu gibi yine dönüyor gövdeye...uzaklara baktıkça uzak kaldığımız biri ya da birilerine ulaşacağını  zannediyor insan o bakışların...ya da düşünceler içinde boğulurken kendi içimizde; dalınıp gidiliyor öylesine...hasretleri arttırıyor mesafeler, çözümsüz bıraktığını düşünüyor insan mesafelerin ama cevapları, çözümleri uzaklarda, başka yerlerde arayanlar da sonra bir gün farkediyorlar ki aslında çok yakınlarındaymış...iş işten geçmeden yakını uzak etmeden  çevrenize bir bakın...bakının kendi içinize!
Seyretmek için bakın uzaklardaki, yakınlardaki tüm manzaralara!..

"Mandallı günler"






Havalar güzelleşip ısınıyor...Çamaşırlar artık daha çabuk kuruyacak...dar sokaklarda evler arasında, pencerden pencereye ipler yenilenecek, pazardan rengarenk mandallar alınacak...Baharla beraber "püfür püfür" esecek rüzgar...sokaklar çamaşırlarla daha da canlanacak...çocuklar sokakta daha fazla vakit geçirdikçe  üstler başlar daha fazla kirlenecek, daha sık, daha fazla çamaşır yıkanacak...esintili ve mandallı günler!..                                                                                       *Fotoğraflar: Yedikule, Fener, Balat

18 Nisan 2012 Çarşamba

...konuşurum...




















kupkurusun şimdi
ölü ve çıplak...
o kadar yaprağın var mıydı bilmem
gölge yapacak...
odunsun artık
bir gecekondunun
sobasında yanacak...
oysa nasılda kıvrıla kıvrıla
büyütmüştün bir zamanlar
güçlü gövdenden dallarını yukarı
köklerini toprağın koynuna doğru...
varsın deli desinler
ölülerle de  konuşulur
kayalıklar çok dinlemiştir ya  beni...
banklar, sandallar, kürekler
ahşap mandallar ve kalemler...
konuşurum...
dinleyen olduktan sonra...konuşur dururum
anlatacak çok şey var!

" Güzele bakmak sevaptır ! "...




Yukarıdaki reklama dikkatlice bakarsanız güzellik anlayışını ve bakışlardaki saygıyı görebilirsiniz...masada ortada oturan bayan bile takdirle bakıyor...tabi bu 1952 yılının reklamında  Alman firması Carl Lorenz ve Georg von Schaub'un şirketleri henüz birleşmemişti (1955 yılında birleşmiş)...Bu slogan ile "Lorenz" siz "Shaub" radyonun satışları ne kadar artmıştır bilinmez!


Bu arada bizim plaj magandalarının mevsimi yavaş yavaş geliyor...bol bol sevap işlenecek!