27 Kasım 2014 Perşembe

Saç-ma!















sırf kocası istedi diye
örttü
sonra
süpürge etti
saçını kadın
yıllarca
yine de yaranamadı kocasına...
adam aylak aylak dolaşıp
kahveden eve gelince
stresini attı üstünde...
40 yıllık siyah saçlarına düşen akları
boyadı kınayla
sıkıla pıkıla
eşdeğer  bile olamadı
kocasının takıldığı
gerçek bir  sarışınla...
sonra  bir gün
üzüntüsünden kanser oldu
günde 3 paket sigara içen adama göre
taktir "Allah"tandı
çok bir çabaya gerek yoktu
iyileşmek için
doğurduğu 3 çocuktan sonra
ayaklarının altındaydı ya cennet
nasıl olsa!
tedavi bir türlü bitmedi
döküldü saçları tel tel
sonunda kaldı kel!
adam tınmadı
donuk bakışlarını da alıp
gitmesini diledi kadın
lakin mal da mülk de
hak da  hukuk da adamın...
bu topraklar üzerinde yaşanan
benzer hikayelerde olduğu gibi
hala karısından emek
önüne yemek
beklemeye devam etti!

Fıtratları farklı olan kadın ile erkek eşit tutulamaz... Kadın kadına ve erkek erkeğe eşitlik doğrudur... "Kadınların ihtiyacı olan, eşitlikten ziyade eş değer olabilmektir" R.T.E
!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!???????????????????????????????????????????????????????????????
SATIRLAR, SAYFALAR DOLUSU ÜNLEM VE SORU İŞARETLERİ...

                                                                                                                                


21 Kasım 2014 Cuma

Tual Bedenler-2-




James Bond serisinin “Goldfinger-Altın Parmak” filminde(1964),  kötü adam Auric, efsanevi Midas dokunuşu ile karşılaştıklarını altına çeviriyordu. (Midas Dyonisos’ tan "dokunduğum herşey altın olsun" diye dilekte bulunur, dileği gerçek olur; ama bilmeden sevdiği kızına da dokunur. Kız altına döner ve ölür) bu sahne için altın yaldızlı boyayla boyanan Jill Masterson’un daha sonra boğularak öldüğü iddia edildi; derinin tüm gözenekleri tıkanarak vücudun aşırı ısınması ölüme götürebilir… Boris Karloff’un “Bedlam”(1946) filminde altına boyalı adamın ölümü ise sinemada ilk örnektir…

Türkiye’deki Caferiler artık bu “ritüel” ler sırasında İran’da olduğu gibi kanlarını akıtmıyor; kan bağışında bulunuyorlar.Fotoğrafta görünen o ki sadece kan akıtılmıyor; kan akıtıldıktan sonra yüze göze sıvanıyor!  





2010 yılında, 11 işçinin ölümü ve Meksika körfezine sızan 5 milyon varil petrolün nedeni “BP” firması, zedelenen imajını düzeltmek için “Sanatı” destekliyor! Petrole bulanmış canlı bir beden insanlara çok şey anlatıyor!
                                

 Barcelona’da Hayvan hakları protestosu-2013

İlkel toplumlarda insanın kendini bedeni üzerinden ifade etmeye çalıştığı dönemlerde  belirleyici olan bireysel zevklerden çok içinde bulunduğu topluluğun, aşiretinin genel ilkeleriydi.  O dönemlerde tüm bu süslenme, boyanma işlemleri toplumsal kollektiv’e bağlama amacıyla, içinde bulunduğu topluluğa bağlılığını gösterme ve diğer topluluk ya da aşiret üyelerinden farklı görünmek için yapılmıştır.



Giysinin olmadığı ortamda, vahşi hayvanları ürkütebilmek, kabilede gücü, üstünlüğü ortaya koymak ve avlanan hayvandan daha fazla pay almak  için vücutlarını boyamışlar, deri üstüne, bütün bedene ilkel dövmelerle şekiller ve süsler yapmışlardır. Yüze yapılanların bir kısmı daha sonra bugünkü makyaja, mask’a (tiyatro vb yerlerde kullanılan maskeler) ve dövme tekniği ile yapılan kalıcı makyaja dönüşmüştür... Avustralya, Yenizellanda, Pasifik adalarında ve Afrikanın bazı bölümlerinde tribal kültürlerde karşımıza çıkan vücut boyama günümüzde bölgesel olarak “geçici dövme” adıyla; yüz boyama  ve tüm vücuda üzerinde “vücut boyama” (body painting) sanatı içinde benzer biçimde uygulanmaktadır.







Sanatçının kendi vücudunu sanat malzemesi olarak kullandığı “Body Art” (Beden Sanatı) ve “Gösteri Sanatı” olarak da adlandırılan “Performans Sanatı” ...Marina Abramovic’in performansı “The Lips of Thomas”














“Performans sanatçıları insan bedenini, insan cinselliğini öne çıkarmakta,şahsi travmaları ifadeye dökmekte ya da toplumsal cinsiyet ve ırk klişelerini çürütmekte kullanılabilecek,  alışık olunmadık derecede değişken bir araç olarak görmektedirler.” (Heartney, 2008)


Canlı "tual" dışında canlı "fırça"...
1960’larda Yves Klein çıplak modellerini canlı fırçalarmış gibi kullanır. Boyalı bedenleri tuvallere sürterek ve sürükleyerek plastik sanatlar ile performans sanatı arasındaki ilişkiyi ortaya koyar.





20 Kasım 2014 Perşembe

= ve # İstanbul


















...gelecek zamanın peşine düşmüş kahramanlar mıydık yoksa günü kurtarmaya çalışanlar mı?
kafamı kaldırıp gökyüzüne bakamıyorum bile!Benim olamayacak kadar güzel düşüncelerin hayali, benim olamayacak kadar güzel bir "sevgili" gibi şimdi önümde duvar...  kocaman bir gerçeklik yanılsaması... ruhum bir yaprak, düşüncelerim kar taneleri savrulan acımasız zaman rüzgarında... her yönde ve yerde vinçler ufuk çizgisini bölüyor...gökdelenler göğü deliyor...bizi oradan oraya götüren değil artık sürükleyen yollar!  Cankurtaranlar trafikte cançekişiyor... Kalabalıklar mazgallardan taşıyor artık... bütün sevgileri, umutlar, hayal kırıklıklarını eşikte bırakıp... çok az seninle fazlasıyla senden dışarı...Ölüm kol geziyor... nefretin beslediği ruhlar  tetiklere yüklenirken resimler yapacak, heykeller yontacak eller  her gün yeni mezarlar kazıyor...beş bin konutluk sitelerde alt alta üst üste barajlarda tükenen suyun unutturduğu bulaşıklar birikiyor; çöpler yığılıyor,  mitoslar tükenirken farklı ülkelerden insanlarla birlikte kaygılar çoğalıyor MİTOZ bölüne bölüne...üç liralık uyuşturucular ciğerleri dağıtıyor beyinlerle birlikte...12-13 yaşında günde üç tane satıyor...üç tane içiyor...günde üç kere ölüyor ve ölmeden öldürmek istiyor herkesi... önce kendinden başlasa da kediyle devam ediyor.. sonra kırıp döküyor... küfürden köpürmüş ağzından çıkanların yanında  bir "kuduz vakası" bile zararsız kalıyor...
Prangalarımızı oradan oraya, her gittiğimiz yere sürüklüyoruz...örselenen ruhlar silikleşiyor...benlik yok oluyor şimdi İstanbul'dayım; nefreti öğrenme zamanı ve yerinde... cehennemin en dibinde!

13 Kasım 2014 Perşembe

Saatleri ayarlama enstitüsü...



Mutfak saatini ve fırın saatini 15 dakika ileri almıştım... sabah iki lokma atıştırabilmek için ; yoksa yetişmek mümkün değildi işe... 
Oğlum ev saatini bir saat ileri aldı ödevlerini ve lise sınavı hazırlık testlerini yetiştirebilsin diye... Cep telefonum ise  on dakika ileri... Digiturk dekoderinin saati zamanı doğru gösteren tek referans evde... 
Böyle olunca  Bergson, Ahmet Hamdi Tanpınar'ı özellikle "Saatleri Ayarlama Enstitüsünü" ve hatta Deuleuz'ü düşünmemek elde değil! 
Ben, bilinç, bellek... Hangi zamanda yaşıyorum? Ya da yaşıyoruz?
Geçen zaman değil de bizler miyiz?

Bergson, İnsanın zamanda yaşamadığını aksine zamanın insanın içinde yaşadığını söyler... Bergson geçmiş zamanın kaybolup gitmediğini ve "insan anlığı"nda devam ettiğini belirterek zaman ve değişimin insanda içsel bir olay olduğunu ve geçmişten bugüne insan düşüncesinde taşındığını söyler. 
Evrende her şeyin kesintisiz, sürekli bir değişim içinde olduğunu öne süren Bergson için "şimdiki an"ın kendisi de bir değişimdir. Bu değişme içinde geçmiş hiçbir zaman yitip gitmez. Belleğin geçmişten bir şeyleri şimdiki ana taşıyıp getirmesi nedeniyle her zaman bellek içinde varoluşunu sürdürür. (Bergson, H., (1997), “Zaman ve Özgür İstenç”, çev. Alp Tümertekin, Cogito, Sayı:11 (7-15), YKY, Ankara)


  • İçinde yaşanılan an, geleceği kemiren geçmiştir...
Bergson'da (durée)süre, bütün varlık ve olaylardan önce var olan bir şeydir ve varlığı başka bir sebebe bağlı değildir, yani kendi kendine var olan bir varlıktır. Süre, sonsuz, sınırsız, bölümlenemez bir zaman bütünlüğüdür. Zaman ise kesintili, bölümlenebilen ve varlığı, maddeye bağlı olan bir şeydir. Dolayısıyla hayatın, varlığın ve olayların kaynağı, belirleyeni süredir. O halde, varlığı ancak süre içinde ve geçirdiği değişim halinde bilebiliriz.
Bergson’a göre Durée, hesaplanabilir ve bölünebilir olan saat–zamanı’na, ya da ‘dışsal Zaman’a karşı, bir ‘içsel Zaman’a gönderme yapar. Durée, Ben’in dışındaki zamana uyarlanamaz. Durée, anları türdeş–olmayan (heterojen)  ve ‘her anı bütün geçen anların bölünmez hayalini veren, fakat daima canlı, daima harekette, daima yenileşen bir ruh akışı’dır. 


Henri Bergson felsefesi, Freud’un psikanaliz kuramı ile birlikte, Tanpınar şiirinin anlıksal yapısını kurar, oluşturur, temellendirir. Durée kavramını şiirlerinde şiirin anlam yapısının kurmakta kullanır.

Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında...

Bergson’a göre evren bir devingenlikler alanıdır ve zamanın anları ve devingenliklerin konumları yalnızca, zihnimizin hareketin ve sürenin sürekliliği üzerinden çekmiş birtakım enstantane fotoğraflardan ibarettir (Bergson, H. (1986), Düsünce ve Devingen, çev. Miraç Katırcıoğlu, MEB Yayınları). 


"Yavaş Yavaş Aydınlanan" adlı şiirinde Bergson’a doğrudan göndermede bulunur Tanpınar... 



Bilirim kimse içemez / Üst üste aynı pınardan / Bir veda gibi her nefes / Alışılmış kıyılardan

Gün, saat, mevsim...dışsal, yani bölünmüş ve ölçülebilir Zaman’ın, "an" ise, "geçmişin" ve elbette "gelecek"in içerildiği Durée’nin ta kendisidir.
Bergson, "Düşünce ve Devinim"de şöyle söyler: "Ne kadar basit olursa olsun, her saniye değişmeyen hiçbir ruh hali yoktur. Çünkü belleksiz bir bilinç olmadığı gibi, "şimdi"nin duygusuna geçmiş anların anılarını eklemeksizin de hiçbir devam olmaz. İşte Durée budur. (...) Geçmişin şimdi içinde bu devamı olmaksızın Durée olamaz."

Bergson'da süre, bütün varlık ve olaylardan önce var olan bir şeydir ve varlığı başka bir sebebe bağlı değildir, yani kendi kendine var olan bir varlıktır. Süre, sonsuz, sınırsız, bölümlenemez bir zaman bütünlüğüdür. Zaman ise kesintili, bölümlenebilen ve varlığı, maddeye bağlı olan bir şeydir. Dolayısıyla hayatın, varlığın ve olayların kaynağı, belirleyeni süredir. O halde, varlığı ancak süre içinde ve geçirdiği değişim halinde bilebiliriz.


Deleuze, zamanın harekete bağlı olarak, geçmiş-şimdi-gelecek biçiminde ardışık sıralandığı antikçağ felsefesinin aksine, Kant’ın “öncesiz-sonrasız olmayan şeyin, yani değişimin değişmeyen biçimi” olarak tanımladığı zaman ile Bergson’un özne ile ilişkili olarak kurguladığı ve kronolojik olmayan olarak tanımladığı “süre” kavramını değerlendirir (.Sütçü, Ö., Y., (2005), Gilles Deleuze’de İmge Hareketi Olarak Sinemanın Felsefesi, Es Yayınları, İstanbul.) Bunun sonucunda Deleuze, sinemayı, kronolojik olmayan sürelerden kesitler elde ederek akan bir etkinlik olarak görür.

Sinemada, zaman imgesine dayalı kristal rejime örnek olarak Deleuze, Welles’in, "The Lady from Shangai" filmindeki karakterlerin “magic mirror maze” içindeki sahnesini gösterir. Aynalı odada karakterlerin gerçekliklerinin sınırları bulanıklaşmış (actuality), mekan ve zaman kendi “gerçekliklerinde” yeniden yaratılmış ve karakterler, karşısındakinin nesnel gerçekliğini yeniden bulmak için tüm aynaları yok etmek yolunu seçmişlerdir( Deleuze, G., (1997), Cinema 2; The Time Image, University of Minnesota Press).






Benzer bir şekilde Resnais’in, "Hiroshima Mon Amour" filminde de zamanın “an”a dayalı kronolojik olmayan akışı görülebilir. Otel odasında yatakta yatan sevgilisinin eline bakan Elle, hatıralarında, bu sahneden birden Alman sevgilisinin eline geçiş yapar. Bu temsil ile beden üzerinden “şimdi”den, “geçmiş”e geçiş ve geçmişin, kadının zihninde şimdi ile yeniden biçimlenişi okunabilir (Sütçü, Ö., Y., (2005), Gilles Deleuze’de İmge Hareketi Olarak Sinemanın Felsefesi, Es Yayınları, İstanbul.)



Sinema, kendi gerçekliğini yaratan zaman-imgeye dayalı kristal imaj ile bize doğrunun değil, yanlışların dönüşümlerini sunarak hakikati gerçekleştirir...

12 Kasım 2014 Çarşamba

Tual Bedenler













 Beden bir çok alanda, disiplinler arası araştırmalarda projeler üretilen heyecan verici ve derin  bir konudur. Beden kimi zaman cinsiyeti, statüyü, fiziksel koşulları ve özellikle de cinsel kimliğin sunumunu etkileyen önemli bir malzemedir... Özellikle 80’li yıllarla birlikte moda ve güzellik endüstrisi  reklamların yardımıyla “beden”  anlayışını yeniden kurgulamıştır.  
Günümüzde teknoloji ile neredeyse her gün yeniden dönüşen bedenin, kimliğini ve varoluşunu teknolojiyle çeşitlendirirken bir o kadar da  çelişkiye düşebilecek hale gelmiştir. Ayrıca yeni teknolojiler ile bedeni algılama biçimlerimiz de değişmekte…  Bunun etkisiyle bedenin kullanımı, fonksiyonu, sunumu da değişmekte...
Yeni toplum tipinde beden önemli bir araç ve aracı haline gelmiştir; çünkü beden aracılığıyla yeni kimlikler, yeni tüketim kalıpları, yeni güzellik idealleri, yeni imajlar, yeni iktidar tipleri inşa edilir. Böylelikle beden “modern” dünyanın bir projesi haline gelir. Foucault’un deyimiyle bedenimiz artık bizim yaratmak zorunda olduğumuz bir nesne olmuştur...

İnsan bedeni, estetik bir değer olarak endüstriyel kapitalizmin gelişimi, kentleşme, yeni haberleşme ve iletişim araçlarının çoğalması gibi birçok faktörden etkilenmiştir...Postmodern kimlik inşasının temel öğeleri imaj ve görünüştür.

J.Baudrillard’a göre birbirinden ayrılmayan güzellik ve erotizm kavramları da bedenle olan ilişkinin yeni bir etiğini oluşturur. Bu yeni etiği ideal bir şekilde dışa vurmak adına da tüketim kültürünün belirlediği araçlardan olan modadan, estetik cerrahi ve kozmetikten yararlanmak gereklidir.



Evet! Kimlik bedenin hapisanesidir ve beden de  insanın sosyal hayattaki varoluş mekanıdır... 
Beden bir arzu mekanizmasıdır ve en güzel fetiş nesnesidir... 


Estetik nesne  düşünülen, seyrine dalınan bir nesnedir... Yalnızca duyulara hoş geldiği için, bir anlam içerdiği, bir değer taşıdığı için de insanı ilgilendirir. 
Kağıt bulamadığımız zaman elimize, kolumuza not alırız ama bunu özellikle düşünüp planlamayız... Bu görsellerde durum biraz farklı!


Tual olarak kullanılan beden insana haz veren duyusal özellikleri içerir...ve sanat nesnesine dönüşür! BEDENE GÜZELLİĞİNİ VEREN, ETLER, YAĞLAR, LENFLER VE KASLARDAN ÇOK TEN-DERİDİR...VE TABİ Kİ DİKKAT ÇEKİCİDİR!

Peter Greenaway’in «Tual Bedenler»i… - «Kelimeler et ve kemikten oluşur… Bana bir kitabın sayfası gibi davran»…

“The Pillowbook”- Türkiye’de“Tual Bedenler”adıyla gösterime girmişti… Peter Greenaway’in 1996 yapımı filmin başındaki replikle birlikte küçük bir kız çocuğunun (Nagiko’nun) yüzünün boyanmasını izleriz.
Babası her doğum gününde hediye olarak bir “kaligraf”a vücuduna yazılar yazdırır. Genç kız büyüdüğünde babası bu “ritüel” i sonlandırıp onu evliliğe ikna eder.  Nagiko kocasıyla hiç mutlu olamaz.

Bir gün Jerome adında bir İngiliz ile tanışır ve adam onun bedenindeki şiir tutkusuna karşılık verir Nagiko, çıplak bedenine şiirler işleyecek olan aşkını bulmuştur. Bu aşk şiirleri ise 10yy.'dan kalma “The Pillow Book” adında bir günlükte yer almaktadır.
“ Tanrı insanı yaratırken, gözlerini yaratırken yanaklar boyanır, cinsiyetini belirlediğinde sıra dudaklardadır. Yapıtını bitirip kendi adını yazarken de kızımızın ense kısmına imza atılır”.

Thierry Le Moin’ın kaligramlar; beden ve yazı arasında bir yakınlaşma kurmaya çalışır.  Le Moign için yazı bir “baştan çıkarma hareketi”dir… Stefan Sagmeister’ın Lou Red Projesi ve Jim Carry’nin başrolünde oynadığı “The number 23”(2007)






Feminist örgüt Femen’in sitesine yüklediği üstsüz fotoğrafları nedeniyle kırbaçlanması istenen Tunuslu Amina’nın, "bedeninin kendisinin olduğunu" ve "kimsenin namusu olmadığını" dile getiren fotoğrafı…


Kavramsal Fotoğraf Sanatçısı Claudia Rogge’ninMeutale” adlı çalışması

20.yüzyıl sanatında “sınırsızlık algısı” insan bedeninin de tam anlamıyla «sanat nesnesi» olarak kullanılmaya başlamasına neden olmuştur. Bu süreçte sanatçı kendi bedenini de doğrudan doğruya malzeme olarak kullanır. Bu sayede bedenin kullanımı ve bedene yüklenen anlamlar değişiklik kazanır.
Bunu en çarpıcı olarak performans sanatında görürüz...
“Performance” sözcüğü, “gösterme”, “gösteriş” sözcükleriyle beraber "tamamlama" anlamını da içermektedir. Bir sanat yapıtının "tamamlanması", seyirci tarafından tamamlanması anlamına gelmektedir Performans sanatı; bedenin ve mekanın fiziki sınırlarıyla ve sınırları arasında yaratılan bir gerilim, bir başkaldırıdır ve bu yüzden  zaman zaman biraz anarsist, biraz mazoşist olabilir...
-DEVAM EDECEK-
Kendime Not:" boğulacaksam; Spinoza, Deleuze-Guittari, Foucault, Baudrillard" denizinde boğulayım e mi!