27 Mayıs 2014 Salı

"Sağan" ın ölümü...

Diğer kuşlardan farklı olarak neredeyse tüm yaşamsal gereksinimlerini uçuş sırasında karşılayan siyah sağan, havada beslenen, çiftleşen ve uyuyabilen  bir kuştur. (Apus apus)diğer adıyla Ebabil...

 Ebabil, Kabe'yi yıkmaya giden Ebrehe ordusunu ayak ve gagalarından attıkları taşlarla bozguna uğratan kuşlar olarak bilinir. Ebrehe(Habeşistan Krallığının Yemen Valisi) ordusuyla ve fillerle Mekke sınırlarına dayanmıştı. 570 yılında San'a şehrinde "Kulleys" adı verilen muhteşem bir klise yaptırmış olan Ebrehe ' Kabe'yi halatlarla bağlayıp fillere çektirerek yıkmak istiyordu. Böylelikle Kabe'yi ziyaret eden Arapların ziyaret yönünü Kulleys'e çevirecekti. 
      Bir anda sürü olarak ortaya çıkan ebabil kuşları ayakları ve gagalarında tuttukları nohut büyüklüğündeki taşları aşağı, ordunun üzerine boşalttı. Taşlar yüksekten mermi gibi düşüp çarptığı yeri deliyordu...askerlerin çoğu ölüp ordu bozguna uğradı ve "fil ordusu" ndan kalan Yemen'e döndü...Kur'an da yer alan "Fil" suresi işte bu olayı anlatır...

Hepimiz onları kırlangıçlarla akraba zannetsek de aralarında bir soy bağı yokmuş...
Bu sabah çatıdan uçuşlarını seyredip kulak tırmalayan ama aynı zamanda da duymaya alıştığımız çığlıklarını dinledim. İşe gitme saatim gelince yola düşmüştüm... evimizden bir kaç adım sonra onunla karşılaştım... Yaşlılıktan, onlarca kez gerçekleştirdiği göçlerden yorgun düşen efsanevi bir kuş;bir "Ebabil"di o... Cansız bedeni yolun kenarında; yerde yatarken arkadaşları sanki onun için uçmaya ve çığlıklar atmaya devam ediyordu... 



25 Mayıs 2014 Pazar

"50.000 teşekkür"!


Blog yazılarım bugün itibariyle "elli bin" okumaya ulaştı... İlginize, tüm beyeni ve  eleştirilerinize ben de 50.000 teşekkür gönderiyorum... Yola devam; adım adım ya da sürünerek!
Biz her zaman göremesek de güneş her sabah  yine-yeniden doğuyor...
Yeni yazılarda görüşmek üzere!

"DECCAL"


Arapça bilmediğim için; sokak arasında birden karşıma çıkan bu "stencil" in  altında "SAĞLAM İRADE" falan yazdığını düşündüm... oysa altında "Deccal" yazıyormuş! 
İslam inancına göre ahir zamanda, Mesih'in ikinci kez yeryüzüne gelmesinden önce insanları dini inancından saptırarak kötülüğe ve sapkınlığa yönelteceğine inanılan ve "ŞEYTAN"ı temsil eden varlıkmış.
Hristiyan eskatolojisinde(teoloji; dinbilim ve felsefenin bir bölümü olup. İnsanlığın nihai kaderi veya dünya tarihini sonuçlandıran olaylar, daha kaba bir tabirle dünyanın sonu ile ilgilenir) "Antichris", Yahudi eskatolojisinde ise "Armilus" karşılığı olarak biliniyormuş...
Bir şeyi örtmek, yaldızlamak veya boyamak manasına gelen Arapça 'decl' kökünden türemiş bir sıfat olup, çok yalancı, aldatıcı, hilekâr demekmiş...
Daha önceden Gezi'de başka bir stencil  fotoğrafı çekmiştim onu da konuyla ilgili diye tekrar yayınlayayım bari!

20 Mayıs 2014 Salı

Dorathea Lange- “Göçmen Anne”

Dorathea Lange,’in fotoğrafları mekanı ve zamanı hissettirir. Çekim anında müdalelerden kaçınmış, konuyu çevreleyen unsurları da görüntülemeye çalışmıştır… ne çekerse çeksin geçmiş ya da günümüzle kurduğu ilişkiyi göstermek istemiştir… ama bir fotoğrafı var ki;  Lange, o fotoğrafın çekim anında bir müdahelesi olduğunu itiraf etmiş… ilerleyen satırlarda hikayesini paylaşacağım…
FSA ile birlikte girdiği çalışma sırasında “Büyük Bunalımın” insanlar üzerinde oluşturduğu trajik tabloyu etkileyici biçimde gösteren Lange’ın fotoğrafları, belgesel fotoğrafçılığın gelişmesinde önemli katkılarda bulunmuştur.Sokaklarda, evsiz, işsiz insanların, kırsal yaşamın zorluklarının yanı sıra şehirli yaşamı da fotoğraflamıştır.  



























“Göçmen Anne” fotoğrafının sahip olduğu ikonografik değerler başka amaçlara hizmet yönünde kullanılmasını sağlamıştır. İspanyol iç savaşının dehşetini anlatmak üzere 1964 yılında Güney Amerika’da “İspanyol Anne” adıyla litografik( taşbaskı) olarak, biraz değiştirilmiş bir illüstrasyonu, ezilen halkların bir amblemi olarak kullanıldı…
1973 yılında “Black Panters”(ABD’de siyahların haklarını savunan devrimci parti) örgütü fotoğrafı anne ve çocuklar siyahi olarak yayınladı…



1983’te New York Times fotoğrafa konu olan Florence Thompson’la ilgili haberinde, hasta olan kadınının hastahane bakım masrafları ve ailesi için yardım isteklerini dile getirdi. Açılan fonda 25.000 dolar toplanmıştı ama anne kanser ve kalp rahatsızlığı sonucu ölmüştü… O zaman yardım kuruluşlarını harekete geçiren fotoğraf, nerdeyse yarım yüzyıl sonra yine aynı amaca hizmet ediyordu…

Florence Owens Thompson, göçmen tarım işçisi olarak farklı yerlerde çalıştıktan sonra bezelye toplayıcıları kampı; Kaliforia  yakınlarında Nipomo Mesa’da Lange’in objektifinin karşısında bulmuş kendisini… o gün Lange, altı kare fotoğraf çekmiş; aç ve ümitsiz anneyi görmüş ve yaklaşmış… kendisine hiçbir şey sormamış Florence … Lange’de ona soru sormamış ama  kadın 32 yaşında olduğunu söylemiş… etraftaki tarlalardan topladıkları donmuş sebzeler ve  çocukların vurduğu kuşlarla besleniyorlarmış… hatta az önce yiyecek alabilmek için arabanın lastiklerini satmak zorunda kaldığını anlatmış Lange’e…

7 çocuklu dul kadın bu fotoğrafın çekilmesinden sonra yeniden evlenmiş ve üç çocuğu daha olmuş!













Lange’ın çektiği fotoğrafların kendisine yardımcı olabileceğini düşündüğü için onu engellemeyip aksine yardımcı olmuş…
Yüzü genç yaşına rağmen kırıklarla dolu bu yorgun kadının uzaklara dalmış bakışları ve ona sığınan çocukları ve kucağındaki bebeğiyle bu fotoğraf sosyal belgesel alanında bir ikon haline gelmiştir…
Lange, fotoğraf çekmek için harekete geçtiği o gün çocuklar gülümsüyormuş… Bu yüzden gülerlerken çekmek istememiş ve ayakta duran iki çocuktan yüzlerini arkaya çevirmesini istemiş; böylelikle umutsuz ruh hallerini daha etkileyici bir biçimde yansıtabilecek iken çocuklar bu kez çocuklar korkup çekinerek annelerine sarılmışlar…

Florence Owens  Thompson,  ölmeden önce 1979 yılındaki, NBC’nin bir röportajında… Bob Dotson daha sonra “Amerikan Hikayesi” adlı kitabında da bu konuya yer vermiş…




16 Mayıs 2014 Cuma

başkalarının acısına bakmak...


...sen istediğin kadar "ört" ve "bas" üzerine! güneşi balçıkla sıva, meyve veren ağacı taşla, al mazlumun ahını!...çıkacak aheste aheste her şey ortaya  ama susturulanlar, sindirilenler, satın alınan ve kiralananlar, vicdansızlar, beyni yıkanıp el etek öpenler, körü körüne tapanları ne yapmalı...tıkalı beyin damarlarını, hipnotize edilmiş o boş bakışlı gözleri nasıl açmalı... nasıl?
tüm duyguların yokluğunda sadece nefret körükleyen bir yürek başkalarının acısına nasıl bakar, onların acı dolu yüreklerine nasıl dokunabilir ki?! Aslında "dokunuyor", evet Türkçenin azizliği ile; değmek, el sürmek, temas etmek ve hissetmek anlamında değil de tedirgin etmek, rahatsızlık vermek, sağlığını bozmak  anlamında... ama her iki kullanımda da insanın içine, yüreğine işlemek mümkün!
Artık son dönemece gelindiğini HEPİMİZ HİSSEDİYORUZ! Pişkinliklerin mantıksız ve ruhsuz cümlelerle pekiştirdiği ifadesiz, donuk yüzünde zaman zaman parlayan o sinsi gülümseme bir daha görülmeyecek... kimse incinmeyecek artık patavatsız, hayasız sözlerinden... onun ne cenneti ne de yatacak yeri var!
Dün minibüste, şöförle konuştuk... herkesin  Tayyip'ten yakındığını söyledi ama yine de gidip oy verdiklerini... Bu ne yaman çelişki! Giresun'da köyündeki bir olayı anlattı şöför biraz sonra: "Her tarafa HES yapıyorlar, halk çok uğraştı inşaatları engellemek için ama başaramadı...bizim akraba bu HES işine girmiş... başta çok zorlanmış bu karşı koymalarla ama sonra gidip köyden on kişiyi işe alıp sigortalı yapmış... ardından hiç işe gelmeyen bu adamlara 2'şer bin lira aylık bağlamış... böylece köyü susturmuş"... 100 kişinin düşüncesini değiştirmek yerine o köyden 10 kişinin; yani içlerinden bazılarının görüşlerini parayla değiştirmek çok daha kolay sonuca götürüyor işte! Konuşma devam ederken bizim eleştirilerimize kulak misafiri olan "yandaş" : " "Erdoğan  ölene kadar başbakan, siz ne derseniz ne düşünürseniz! Vatandaşı zengin etti... herkesin altında araba, ben yanımda çalıştırdıklarıma 3 bin lira veriyorum... çalışanlarımı 60 'dan 100 'e çıkaracağım... kimse 3 bin liranın altında maaş almıyor" dedikten sonra ister istemez acı acı gülümsedik...sonra öğrendik ki beyefendinin kendisi "taşeron"muş... AKP'nin tüm klima tesisatı işlerini parmağını oynatmadan alan bu insan zengin olmaz da ne olur? Tayyip dönemiyle ihya olan taşeronlar, birden bire mantar gibi biten zenginleşen yandaşlar... Şöför:-" bir kartın varsa ver yarın yanındayım... biz iki ayda o parayı göremiyoruz"dedi... hala gülümsüyorduk ama; sinirlerimiz bozulmuş olduğundan... adam biraz sonra bizim konuşmamızın ortasına yeniden daldı... eeee! tabi patron inşaata baret alır, güvenli iskele kurdurur da, siz baret takmaz kafanıza bir şey düşerse ya da  siz düşerseniz o sizin kabahatiniz... madendekiler maske takmamışlar...hem de içeri
de sigara içersen olacağı o".... Elimi yumruk yaptım... içim buruk acı, ineceğim  duraktan bir durak önce indim... inerken göz göze geldik; bana nefretle baktı... tıpkı başbakanın baktığı gibi...
işte bu yüzden hesap sormalısınız... sormalıyız bile bile ölüme gönderilenlerin anısına... örtbas edilen, üzeri kapatılan diğer eski hesaplar gibi olmadan, HESAP SORMALIYIZ!

15 Mayıs 2014 Perşembe

"Görme", "İmgelem" ve "Tasarım"-4- Bu fotoğraf kanıtımdır

Kadın adama sarılmış... ikisi de bir odada, yatağın üzerinde oturuyor ve objektife doğru bakıp gülümsüyorlar. Fotoğrafın altında başlıkta "Bu fotoğraf kanıtımdır" yazıyor! Altında ise:
"Öğleden sonraydı, aramızdaki her şey çok iyiydi ve beni kucaklıyordu ve öylesine mutluyduk. Öyle oldu, sevdi beni...siz kendinize bakın!"
Fotoğrafta görebileceğimiz şeyleri-kanıt olan şeyleri- yazı ile tekrar dile getiren sanatçının derdi ne olabilir?
Fotoğraf ve yazı birbirini doğruluyor mu yoksa ters bir şeyler mi var? Kendisinin bildiği gerçeği yeterince yansıtmadığından ya da eksik yansıttığından mıdır yoksa farklı anlamlar da çıkarılabilecek olmasından mıdır bizi özellikle yönlendirmek mi istemiş bu yazıyla?  Şurası bir gerçek ki yazı olmasa farklı okumalar yapılabilir ve her okuma sanatçının bildiği gerçeğe bizi yaklaştırabileceği gibi bizi gerçekten uzaklaştırabilir de...o zaman yazılı ve görsel imgeler gerçeği bütünlemek için kullanılmıştır diyebiliriz... peki siz "o" gerçeğe gerçekten inandınız mı? Fotoğrafa mı inandınız yazıya mı?
Fotoğraf nesneldir ve nesnellik görelidir...
Eleştirmenler ona "kameralı ozan" yakıştırmasını yapmışlar! Güzel bir görüntü elde etmekten çok psikolojik çözümlemeler üzerinde duran  ve görünmeyen şeylerin fotoğrafını çekmeye uğraşan Michals, fotoğrafa "öykü sekansı" kavramını sokmuş!..

Sanat ve tasarım bir olgu olarak binlerce yıldan beri bizlerle... düşünce merkezinde ve bir bilinç çerçevesinde gerçekleştirdiği, amaca yönelik olarak yapılan anlamlı bir düzen oluşturma eylemi ve bunun sonunda ortaya çıkardığı ürün.... insan, nesnel gerçekleri algıları yardımıyla imgelere dönüştürür...Yaratıcılık, mevcut bilgi ve deneyimin yeniden sentezlenmesidir; bilginin yeniden üretilmesi ve yeni ürünler, düşünceler ortaya koyulabilmesi... Zihnin tüm yetileri,düşünceler, düşünme süreçleri ve imgelem etkileşim halindedir. 

13 Mayıs 2014 Salı

"Görme", "İmgelem" ve "Tasarım"-3-

Mircea Eliade, "İmgeler ve Simgeler" isimli çalışmasında; en silik varoluşta bile simge kaynamakta, en “gerçekçi” insan bile imgelerle yaşamaktadır." der. Ünlü din tarihçisi bunu söylerken, gerçeği kavramak isteyen zihnin imgeleri kullanması gerektiğini savlamaktadır. Ona göre kavramlar bu iş için yeterli değildirler. Çünkü "gerçek" çelişki doludur ve onun bu karmaşık yapısını ancak aynı anda çok sayıda anlama atıfta bulunan "imge" bizim için görünür kılabilir. Yaşamda mutlak doğru yoktur… Sadece  somut ve nesnel gerçekler, çoğu zaman anlamlandıramadığımız sonuçlar vardır, bir de kabuller… Görme konuşmadan önce gelmiştir. Baktığımız şeyleri görürüz, nesneleri ilişkilendirir, anlamlandırırız... düşündüklerimiz, inandıklarımız nesneleri görüşümüzü etkiler…

Bir hayvanat bahçesi reklamı...


















“Görmek ya da görememek”! “Braille alfabesi”yle okuyabilen görme engelliler acaba bir fotoğrafın kabartma, relief haline ya da bir tabloya dokunarak bir sanat eserini görebilirler mi diye sordum kendi kendime… sonra da Google’a… bazı müze ve sanat galerilerinin bu konuda çalışmalar yaptığını gördüm… Klasik tabloların “Tactile Painting” ”Dokunsal Resim” adı verilen şeklini, bilgisayar desteğiyle boyutlandırıp relieflerini elde ediyorlar… daha sonra görme engelli ya da görüş problemi olan insanlara bu reliefler üzerinden resim çizmeleri öğretilebiliyor… Aynı şekilde “Tactile Photography” “Dokunsal Fotoğrafçılık” tekniği fotoğraf baskılarını relief olarak gerçekleştirerek fotoğrafı hissettirebiliyor!











"Görme", "İmgelem" ve "Tasarım"-2-

Bir sanatçının imgelem gücünün güçlü olması kadar o yapıtı okuyacak izleyicinin de imgelem gücünün güçlü olması gerekir. Yine de kültür ve eğitim farklılıkları, günümüzün imaj yağmuru altındaki yanlış önermeleri, yapıtı okuyan kişiyi de farklı noktalara ve anlamlara götürebilir.

Bilinçaltımızın ürünleri olan rüyalarımız ile sanatsal imgelerin benzerlikleri yadsınamaz; her ikisinde de imgeleri kendimizin çözmesi ve anlamın saptanmasına katılmamız gerekir. Yine resim sanatından örnek verecek olursak; Deli-Dahi Dali”, Sigmund Freud’un bilinçaltı imgelerin erotik çağrışımları üzerine yazdıklarından ve Paris gerçeküstücülerinin bilinçaltını ortaya çıkarma eğilimlerinden büyük ölçüde etkilenmişti.
"Gerçeküstücülük"te düşüncenin herhangi bir mantık çizgisi izlemeden akmasını temel alan Otomatizm kavramını benimsediyse de, öbür gerçeküstücülerden daha iyimser bir bakış açısıyla işledi ve bu eğilime “eleştirel paranoya” adını verdi. 


Yapıtlarında yarattığı düşsel gerçekçilik (büyülü gerçekçilik), betimlediği gerçek dışı düşsel mekan ve garip düşsel imgelem ile bir karşıtlık oluşturuyordu. Bu yapıtlarda düşle gerçeği ayırmak neredeyse olanaksızdı.
Dalí'nin  “Belleğin Azmi” eseri çoğu zaman 'Modern Sanat'ın ve 'Gerçeküstücülük'ün evrensel simgesi sayılmaktadır.


 Eserde ilk bakışta göze çarpan eriyen saatler ve resmin ortasında yer alan biçimsiz, tuhaf insan yüzüdür. Arka planda ise Dalí'nin yerlisi olduğu İspanya'nın Katalonya bölgesindeki Port Lligat'tan bir manzara yer almaktadır. Resim,  halüsinasyon ile rüya arasında bir geçiş formu gibidir. O dönemde gündemde olan Einstein'ın Görecelilik Kuramı "Theory of Relativity" üzerine kurgulamıştır. Resimdeki nesneler tamamen bakış açısında göre yeniden şekilleniverecek ve formlarını yitirecek gibi görünmektedir. Özellikle eriyen saat sembolünün zamanın göreceliliğine dair bir işaret olduğunu düşünebiliriz.
Arka plandaki kayalıklar gerçekliği ve sonsuzluğu simgelerken ön plandaki eriyen saatler kontrollü zamanın evrenin bu gerçekliği ve sonsuzluğu karşısında ne denli yapay bir kavram olarak kaldığını vurgulamaktadır.(http://sanatabasla.blogspot.com.tr/2012/06/bellegin-azmi-persistence-of-memory.html?q=persistence)Özgün Yilmazok
Görecelilik Kuramı üzerine kurgulanıp kurgulanmadığı sorulduğunda, saatlerin eriyen bir Camembert peynirinden esinlenerek tasarlandığını belirtmiş…



The Persistence of Memory” ve “The Disintegration of the Persistence of Memory" – Belleğin Azminin Dağılışı”






































Saat üzerindeki karıncalar ve eriyen saat üzerinde görülen sinek, çürüme ve yok olmayı sembolize etmekte… Resmin genelinde yansıtılan ölüm hissi, geçen zaman, uyku ve rüya göndermeleri…
İmgeler tek bir söylemde bulunmaz; bu yüzden sanatçı kendi bakış açısıyla bir yön belirlemiş olsa da sanat eseri her zaman farklı okumalara açıktır.






















imgelem: 1. önceden görülmüş varlıkların, yaşanmış olayların zihinde canlandırılması. 2. yeni varlıklar, olaylar yaratılması, konular bulunması.

Marksçı estetiğin temel savlarından biri de “Sanat”ın imgeler yoluyla gerçekliğin yeniden üretilmesi, yansıtılması olduğudur. Sanatsal imge duyum, algı, tasarım gibi gözlemleme kategorisinden şu noktada ayrılık gösterir: Sanatsal imge, gerçeğin dolayımsız yansısı olmaktan başka; yaşamla ilgili olayların kendine özgü bir bireşimi olmayı da amaçlar. Söz konusu olayların özlerine girer ve derindeki anlamlarını düzene koyar. İmge hem gözlemden, hem de soyutlamadan kaynaklanır, ama onları mekanik bir biçimde birleştirmeye gitmez... 

"Görme", "İmgelem" ve "Tasarım" -1-


Görmek varlığını kabullenmektir, onaylamadır, bilmektir… Görmek,  inanmak, şaşırmak, etkilenmek, mutlu ya da huzursuz olmaktır… Bazen hayal kırıklığına uğramaktır… Olumsuz her şeye rağmen vazgeçilmez olandır görmek… Kafanızda canlandırdığınızı bulamamak, hayal ettiğinizin dışında bir şeyle yüzleşmektir.

Görmek yüzleşmektir. Birçok sıfat, fiil ve deyim görme üzerinedir, birçok duygu görme ile ilişkilidir… 
Görme söylemenin diğer yüzüdür madalyonda… görme artık karşılaştırma ve tüketim toplumu içinde “isteme” ile iç içedir; görürsen istersin... Görerek yargılarda bulunuruz, kararlar veririz, yakıştırmalar yaparız.

Görsel kültür içinde  nesnelerin bir takım toplumsal grupların ilgi alanlarını,  sosyal sınıf ve yaşam biçimlerini belirleyici görevleri de vardır. Giyim tarzından, eşyalara, duvar renklerinden, perde desenlerine kadar bunu görebiliriz. Yanlış hatırlamıyorsam; Fildişi sahillerinde ya da Moritanya’da konserve balık desenli günlük kıyafetleri taşıyan insanlara bakıp “balığın” yaşamlarının içine ne kadar işlediğini konserve ile de sanayileşme ve kapitalizmin tüketim toplumlarının yaşam biçimlerini nasıl şekillendirip değiştirdiğini rahatlıkla görebiliriz.




“Gününü göreceksin!”, “Tünelin sonunda ışığı göreceksin”, “Gemliğe doğru denizi göreceksin”…

Görme bakışla ilgilidir ve bakışımızın sınırları hayallerimizinde sınırlarını çizer neredeyse… Bakışımızın bir görüş sınırı, açısı vardır; bu bir takım fizyolojik özelliklere bağlıdır. Diğer taraftan bakışı belirleyen önyargı, beklenti, zihniyet, inanç işin psikolojik algı kısmını etkiler… Psikolojimizin; değişen ruh halimiz, “mod”umuz etkisiyle, algı açıklığımız doğrultusunda, toplumun değer yargılarının doğrultusunda bakar, görür, daha önceki görsel birikimlerimiz yardımıyla ilişkilendirme, karşılaştırma yaparız… bu yüzden hiç bir bakış bağımsız ve özgür değildir aslında!












Mobilyaları ve mimari yapıları, binaları insanlarla özdeşleştirme geleneği nerdeyse Antik dönemde Romalı yazar Vitruvius ile başlar… Vitruvius, Yunan mitolojisinden İnsan ve Tanrı arketiplerini klasik üslubun üç temel kolu ile eşleştirir; Dor sütunu, kaslı kahraman Herkül’ü düz ve kalın hatlarıyla, İyon sütunu, süslü başlığı ve kaidesiyle vurdumduymaz orta yaşlı tanrıça Hera’yı ve Korint sütunu ise genç ve güzel tanrıça Afrodit’i andırır…


Görsel kültür içinde görsel olan sadece görünen şeyler değildir kuşkusuz… Görünen işlevsel ya da iletişimsel bir değeri olandır… İnsanlar tarafından üretilmiş, meydana getirilmiş ve estetik amacı olandır. Görsel kültür sayesinde toplumun görsel olarak yeniden üretilmesinde kurumlar, nesneler, uygulamalar, değerler ve inançlar etken faktörlerdir. Tek tanrılı dinler arasında Museviliğin görsel temsili yasaklaması da görsel olanın güçlü olduğu düşünce ve inancına bir örnektir. Hristiyanlığın on emiri içinde ikinci emir ile putperestliği, yontulmuş görüntüler ve benzerliklere ibadeti yasaklaması imgeler ve benzerliklerle ilgili bir günahın diğer birçok şeyden önde tutulduğunu gösteren başka bir örnektir.

Sanat, din, siyaset ve tarım temelde evrenin sihirsel bir yorumunda kaynaşıp gizlenmişlerdi. Sanatın toplumsal işlevi ile dinin toplumsal işlevi, imge oluşturmada, dansta ve dinsel törenin tanrı vergisi gücünde birbirlerine bağlıydı” diyor Ken Bayness…






6 Mayıs 2014 Salı

Tanrı ve nokta...


Bu günlerde Tanrıyla pek barışık olduğum söylenemez...inancımın eksildiği bir dönemde bir mucize bekliyorum...bekliyorum ki; bunca kötü ve olumsuz şeyden sonra hem kendime hem de geleceğe inancım olsun! Tanrı görmüyor mu yoksa görmek istemiyor mu?!Dünyayı ve insanları kontrol edemez mi oldu yoksa artık etmek istemiyor mu? Kimileri huşu içinde inanç denizinde boğulurken kafalarını çevirip dünyaya ve gerçeklere bakmıyorlar... Dünya Tanrının oyun bahçesi mi yoksa! diyorum,"Tanrı var mı yok mu gerçekten?" sorusu takılıyor kafama... tüm yaşadıklarımızın ve bizim "gerçek" olup olmadığımız sorusu...



bir gün rüzgarı kontrol edemez oldu Tanrı...
kasırgalar çaresizliği doğurdu
"T"si küçük"t" ye dönüştü adeta...
bir gün kontrol edemez oldu
bulutlar ve yağmuru
seller çok can aldı
"a"sı küçük "a"idi zaten
diğer harfleri gibi
ama yüklediğimiz
anlam büyüktü
bir gün kontrol edemez oldu
toprağı
depremler
heyelanlar çok can aldı
"n"si "ne"ye yaradı bilinmez
yine de şükretmeyi bırakmadık
bir gün artık buzul falan kalmamıştı
kutbun ne ayısı, ne tilkisi...
"r"si artık racona uymaz oldu
gün geldi
insanları kontrol edemez oldu
savaşlara göz mü yumdu
bilinmez
yarattığı dünya ilkin  ne böyleydi
ne de
"ı" sı insanın "i"si gibi noktalı
her başlangıcın
bir sonu olduğu gibi
noktayı sanırım insanlık
kendi kendine koyacaktı...



1 Mayıs 2014 Perşembe

nereye kadar?

nereye kadar susmak
nereye kadar korkmak
bunca zorbalık
bunca baskı
bunca yasak
içim kan ağlıyor bak!
yüzümde oluşan bir sürü tik
karnımda yüzlerce yumruğun ezikliği
bunları hissetmiyorsan
çek git!



arkana bile dönüp bakma sakın
ne toprağına sahip çık
ne değerlerine
ne Cumhuriyetine
ne de elde kalan özgürlüğüne...
aydınlık yarınların umutlarını 
"kara çarşaf"lardan
"örümcek kafa"lardan
"eli palalı"lardan
sıyırıp almalı o zaman!
hadi ne duruyorsun
ezilip büzülme
dik dur
kafanı tütsüleyip
beynini uyuşturma
"bonzai"ler, haplarla
kaçma kendi içine
taş dışına
sen köşe başındaki genç
mahallemin amacını, geleceğini yitirmiş 
delikanlısı
bak elden gidiyor
parsel parsel
beton yığınlarında boğuluyor
kansere yenik düşüyor  gövdeler 
ve
tüm renkler
son bir söz
"siyah" ne bir renk 
ne de
gelecektir
unutma!