29 Nisan 2013 Pazartesi

enerji ve sinerji...

hele hele bir dur
dur dedim kadere
o bildiğini yaptı!..
ne söylesem nafile
yine o bildiğini yaptı!..
gün oldu usandım acılardan
gün oldu usandım yaşamaktan
öğrendim ki
ümit kesilmezmiş çıkmayan candan...
küstüm kendime
küstüm yıldızlı göklere
yapayalnız kaldım
dolu kalple boşyere...
sonunda öğrendim;
ümit kesilmezmiş
çıkmayan candan...

Enerjimiz bitince şöyle şekerli bir şeyler yemek içmek isteriz ya da biraz şekerleme yapmak...kendimizi halsiz ve biraz hasta hissettiğimizde de güzel bir yemek, bir çorba güç verir ; ama ne yazık ki ağabeyim istediğini yiyemiyor ve yemedikçe yeme hayali  ve o güzel tadlar silikleşiyor, tadları unutuyor...ve isteksizlik tüm benliğini ele geçiriyor... kendimizi yorgun hissettiğimizde, ayaklarımızı şöyle uzatıp uzanmak isteriz...ağabeyim uzanmaktan kanepenin şeklini aldı, bacakları şişti...biraz enerji!..kalkıp biraz yürütebilecek,; onu bu güzel havada yeniden şarj edebilmesi için bir kaç adım...küçücük çocukları ellerinde enerji içecekleriyle görüyorum; yanakları kızarmış...bir o yana bir bu yana koşuşturup enerji fazlalarını atmaya çalışıyorlar! İstemediğimiz, sevmediğimiz şeyler olunca ayaklarımızı sürüye sürüye gideriz...bazılarının üzerlerine bu yorgunluk, bıkkınlık etkisi bir kişilik özelliği gibi yapışır...o zaman etrafımızda bir sürü ayak sürüme sesi...yerden gerektiği kadar yükseltilemeyen yorgun, yaşlı , hasta ayakların, ayakkabı, terlik ve tokyoların sürtünme sesi...Birdal ağabeyim üç yılı geride bıraktı bu hastalıkla uğraşa uğraşa... yıprandı...ne anneme ne de babama söyleyebildi...usandı acılardan iki ameliyat, bir sürü tedavi yöntemi, değişik doktorlar ve bir sürü ilaç..tükendi...Bazen tüm enerjimizi ve sahip olduğumuz her şeyi başka insanlarla paylaşırız...onlar aldıkça biz veririz...biz de birilerinden ya da bir şeylerden alıp kendimizi şarjedebiliyorsak ne mutlu!..veririz ta ki tükenene kadar...daha önce "Ruh emici" lerden bahsetmiştim; son günlerde insanlarla tokalaşmak bile istemiyorum!?Nedeni enerjimi çekip almaları(bilinçli ya da bilinçsiz), benden beslenmeleri değil konu bana ve aileme kalmaması; çünkü ben de artık kendimi şarj edemiyorum! ..Birdal Ağabeyim enerjisi yüksek ve pozitif bir insandı...herkesin derdini dinler çare olmaya çalışır, hiç düşünmeden vaktini, yediğini içtiğini, parasını pulunu paylaşırdı...ama yıllar geçtikçe kendini yaşamın güzelliklerinden, müzik ve sinemadan şarj eden bu adam artık kendini şarj edemez oldu...bunu fark etmedi dostları..onlar son enerji kırıntısına kadar almaya devam ettiler...Uzaktan şifa göndermesi için bir dostum bir dostunu önerdi, ağabeyimin bir fotoğrafı lazımdı...bir vesikalığını aldım ama mail ile şifa gönderecek kişiye ulaştırmak için vesikalığın fotoğrafını çektim yeniden...daha doğrusu bir türlü çekemedim...bir türlü net çıkmadı fotoğraf; tıpkı "Geleceğe Dönüş -Back to the Future" filminde geçmişi değiştiren Michael. J Fox'un aile resminde silimnmeye başlayan aile fertleri gibi silikleşiyordu sanki ağabeyim gitgide her çektiğim fotoğrafın fotoğrafıyla...son iki hafta kendisini görmeye bile gidemedim cesaret edip...telefondaki o bitik sesin görüntüsüyle yüzleşmekten korktum... son iki hafta cuma uzaktan şifa ve enerji gitti...en azından öyle olduğuna inanmak istiyorum...hep söylüyorum bir şeylere inanma ihtiyacımız var! Bir kaç gün önce  onun duygularını özümseyip bir beste yaptım...telefonda dinletmek için aradım...o gün doktora gitmiş inatçılığını birden bırakıp...ilaçları değiştirmişler...parçayı dinlettim; ağladı hüngür hüngür...sevineyim mi üzüleyim mi bilemedim?! Dün ziyaretine gittim enerjisi değişmişti...görünümü, konuşması da ..."işte" dedim; olması gerektiği gibi...ne yese dokunuyordu; bir baktım geçen gün arnavut ciğeri, patates kızartması ve mercimek çorbası yemiş, içmiş...nasılsa ne yesem dokunuyor, sevdiğim tadlar olsun demiş...o da anladı...kendini bırakıp koyuvermek olsa bile vücut direniyor işte...sonunda o da öğrendi
 ümit kesilmeyeceğini çıkmayan candan...hayat devam ediyor ve her saniyesi kıymetli....yaşanacak o kadar çok şey ve sürprizler var...her şeye rağmen hala...inanmak istiyorum! Hepimiz çevremizle, ailemizle, insanlarla etkileşim halindeyiz...birbirimizden, olaylardan etkileniyoruz...enerjimizi yüksek tutmalıyız...birlikte hareket ederek güçlerimizi birleştirip tek tek olduğumuzdan daha güçlü olmamız lazım!..Oğlumun benden ne kadar etkilendiğini unutmamam lazım; bitkin, yorgun ve mızmız biri ne kadar çekilir ki! Aile olmak böyle bir şey işte; birlik olmak, takım olmak...Haydi o zaman bahar alerjisini unutup sinerji oluşturmaya...haydi o zaman sütte büyütülen kefir gibi biraz maya ile yeni ümitler kurmaya!

18 Nisan 2013 Perşembe

Rakamlar ve "şiddet"-2-

II.Dünya savaşında yaklaşık 70 milyon insanın öldüğü sanılıyor...13. yüzyılda Cengiz Han'ın  gerçekleştirdiği 40 milyon kişiye varan karşılıklı kıyımlar, Mao'nun 1949-1976 yılları arasında 40 milyon vatandaşının ölümüne neden olması, Hindistan halkına ürettirdikleri hububatın tümüne el koyup, halka yaşayacakları kadar bile yiyecek vermeyen İngilizlerin savaş olmadan da bu kadar insanın ölebileceğini göstermesi...ne diyebilirim! Rakamlar devam ediyor..Köle ticareti sırasında 7. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar toplam 34.5milyon Afrikalı ve Orta Doğulu köle ölmüş...Romalıların birbirleriyle savaştırarak öldürdüğü Gladyatörlerin sayısının 3.5 milyon... Amerika’yı fethinden sonra 1492 tarihinden itibaren Avrupalılar en az 15 milyon Kızılderili’yi öldürmüş...Bu rakam I.Dünya Savaşında ölenlerin sayısına eşit....Vietnam Savaşı (1959-75) 4 milyon 200,
bin, Haçlı Seferleri (1095-1291) 3 milyon, Kore Savaşı 3 milyon kişi....Şiddet ölümü getiriyor...nedenini çözemediğimiz bir hırs, nefret ve öldürme tutkusuna dönüşebiliyor...Aile içi şiddet, Kadına, çocuğa şiddet, Doğaya ve Evcil Hayvanlara şiddet; Otobüste, sokakta,trafikte iş yerinde ,okulda üniversitede, maçta...Dünyaya şiddet!!!!!!!!!!!!!!!Dün gece bu konular artık o kadar bilinç altıma işlemiş ki; bir rüyada kendini gösterdi...Yedikule'de 6-7 Eylül olaylarına benzer bir şiddetin ortasında kalıyoruz!Neyseki kapı demirden...atılan taşların sesi yankılanıyor...Bir hava saldırısıyla başlayan rüyada uçaksavar ateşi bir kaç düşman uçağını düşürüyor caddeye herkes kaçışıp bir yerlere sığınıyor..biz de ne olduğunu tam anlamadan Ermeni komşularımızın evine...Yunanistan'ın uçaklarıymış saldıran..bunu duyan halk azınlıkların evlerine saldırıyor, kapıları zorluyor...bizim bulunduğumuz evin de...oğlumu korumaya çalışıyorum... 


ABD'de aile içi şiddette mağdur %35 oranında erkekmiş; ancak büyük bir çoğunluğu şikayette bulunmuyormuş; bu da ilginç bir istatistiki bilgi!
Şiddet denince ilk aklıma gelen Sinema filmlerinden "Otomatik Portakal" oluyor...Filmde şiddet bağımlısı ve her türlü suçu işlemeye eğilimli Alex’in, işlediği cinayetten sonra tabi tutulduğu “Ludovico Tedavisi” sonucunda, şiddet görmeye dahi tahammülü olmayan bir kişi haline dönüşmesini anlatılır...klasik müziğin neredeyse hiç susmadığı  filmde  bu müzik kullanımı bilinçli, tamamlayıcı ve yönlendiricidir. Şiddet için ilhamı Beethoven’dan alan Alex’in, tedavisi esnasında Beethoven dinlemek zorunda bırakılır ve “iyileştikçe” Beethoven’in 9. Senfonisini duymaya dayanamaz...
Sonra bilimum  savaş ve özellikle Vietnam filmleri..."Full Metal Jacket" (1987), "Kıyamet" (1979), "Müfreze" (1986)...gibi filmlerde Şiddetin psikolojik yanını soluruz birlikte...

Savaş filmlerinde   manipulasyonu ve meşrulaştırmayı görürüz bazen...bazen de Amerika'nın kendini eleştirisini!
  ...Birini öldürmek veya eziyet etmek, tecavüz etmek savaş süresince bir hak olarak görülür ve gösterilir ne yazık ki!....

Alman Dışavurumculuğunda;1920'liyıllarda"Dr. Calligari'nin Muayenehanesi", "Nosferatu", "Dr. Mabuse the Gambler" gibi abartılı mizansen ile gerçeği karmaşıklaştıran ve rahatsız edici bir şiddeti görürüz...sonrasında 1927'de Fritz Lang, kurduğu büyük distopyada-"Metropolis"te-düzene saldırır...ve kapitalizmin kitlelere gündelik hayatta uyguladığı, dolayısıyla normalleşen fiziksel-ruhsal şiddete alegorik biçimde eleştiriler getirir...

"Şiddet Modern toplumun hayal kırıklıklarından ve duygusal soğukluğundan doğar"

Martin Scorsese

Micheal Haneke de “duygusal buzullaşma” üçlemesinde şiddet üzerinden modern toplum eleştirisi yapar(bkz.7.Kıta)...Quentin Tarentino şiddeti estetize eder, Lars Von Trier meşruşlaştırır...Sinema bunu pek de güzel başarır!
"Er Ryan'ı Kurtarmak "filminde yüzlerce insanın öldüğünü görürüz ama estetize bir şekilde..."Üç yüz Ispartalı" filminde de şiddet ve ölüm estetize edilmiştir...Ama en önemlisi neredeyse tüm bu filmlerde ortada olan şiddetin altında yatan  bastırılmış  bir arzu vardır..."Katil Doğanlar"-1994 örneğinde sevişme sahnesi, aşırı cinsellik ve bağlantılı sahneler, küfürler, aşırı şiddet/korku/kan içerdiğinden dolayı 16 yaş ve üzerine uygun görülmektedir. Film, ABD'de "R" ile işaretlenmiş...bazı seyirci nedenleri sorgular ve çıkarımda bulunurken bazıları da bu şiddeti model  olarak alır!!!!!!!!!!!!

Rakamlar ve "şiddet" -1-


En güzel manzaranın olduğu yerde bile, ağaçların, yaprakların altında böcekler birbirini yer. Şiddet yaşamın bir parçasıdır.
                                                Francis Bacon

Şiddet veya yeğinlik, temel dürtü ve varoluş gereği savunma veya karşı savunma harici daha çok insanlarda ve topluluk halinde yaşayan hayvanlarda grup içi otorite sağlamak için diğerinin varlığını tehdit unsuru görmek ve onu bu konuda denemek; daha doğrusu sindirmek için karşı tarafa uygulanılan zarar vermeye yönelik psikolojik davranış türüdür ve bu fiziksel eylemlerle tamamlanır...Diğer yandan şiddeti deprem şiddeti olarak ele almamak mümkün değil hele hele soluğuğunu her an ensemizde hissederken...bir de ses şiddeti var; desibel(dB)onu da her gün içimize çekip soğurmaya çalışıyoruz soluduğumuz havanın kirliliğinde olduğu gibi...


Savaşlar, felaketler ve yaşamın içine işlemiş şiddet...bir belgesel seyrederken doğanın içindeki avlanma çok doğal gelebiliyor...avlayan ya da avlananlar insan olmadığı zaman  bir özdeşleşme yaşamadığımız için bunu tam anlamıyla şiddet olarak almıyoruz ve rahatlıkla seyredebiliyoruz...Sevgi, barış, dostluk, kardeşlik, paylaşım, dayanışma; unutulanlar ya da silinenler hayatta...Tahammülsüzlük ve öfke krizleri...ilkel yanlarımızın ortaya çıktığı organik anlar...ve bazen de seyirci kaldığımız, elimizin kolumuzun bağlandığı anlar, dakikalar, saatler, günler...hatta yıllar...cesaretsiz esaret, toprak kavgaları yurtsuzluk,sürgünlük...bir sabah üzerine düşen bombayla uyanmak ve sonsuz uykuya dalmak...fiziksel-psikolojik baskı ve zarar...işte bunlar da ; "MADALYONUN DİĞER YÜZÜ" nü oluşturan insan ilişkilerinden bazıları...

Medya, Sinema şiddeti meşrulaştırıyor, başkalaştırıyor, estetize ediyor, günlük anlamda tüketmemiz gereken bir dozaj belirleyerek kendi bildiğince gerçekleri, görüntüleri  manipüle ediyor...bir bakıyorsunuz iki sayfa  bir bakıyorsunuz iki satır...önemli bir haber es geçilip "o bunu kesti, doğradı...seriye bağladı" gibi şiddet haberleri gazete ve tv de yer buluyor...sinema ise şiddetin ,içeriğini yeniden yeniden üretiyor. Sinemaya ikinci bölümde geri döneceğim...

Dün 16 Nisan- İran-Pakistan sınırında 7.8 şiddetinde bir deprem yaşandı...ölü sayısı ile ilgili çelişkili rakamlar var. Amerika böylesine şiddetli bir depremde ölü sayısının 1000'in üzerinde olma ihtimalinin %47 olduğunu açıklarken yetkililer 41 kişinin öldüğünü duyurdu! Ve haber güncelliğini yitirdiği için ikinci gün yani benim yazıyı tamamladığım 18 nisan günü ara sayfalarda küçücük bir yere sıkıştı...Bir de ABD ve İsrail'in gerçekleştirdiği bir"Deprem silahı" komplo teorisi var! (Yüksek Frekanslı Etkin Güneşsel Araştırma Programı (High Frequency Active Auroral Research Program HAARP) ABD Ordusu, ABD Donanması ve Alaska Üniversitesi tarafından ortak yürütülen İyonosfer'in özelliklerini ve davranışlarını araştırmak üzere Alaska'da sürdürülen bir çalışma olarak biliniyor. Bu projenin hayata geçirilmemesi için birçok ülkede kampanyalar düzenlendiği ileri sürülürken HAARP projesi ile iklim kontrol ve yapay deprem silahı olarak kullanılabilme iddialarını taşıyor...)!

Söz depremden ve deprem şiddetinden açılmışken; 1509 Büyük İstanbul Depremi, Marmara Denizi'nde, Adalar  yakınlarında 10 Eylül 1509'da olmuş ...Ozaman şiddeti ölçmek mümkün değildi tabiki!.. Büyüklüğü ve yarattığı ağır hasar sebebiyle halk arasında Küçük Kıyamet (Kıyamet-i Suğra) olarak adlandırılmış...13000 kişi ölmüş, 1070 ev tamamen yıkılmış, surlar hasar görmüş...

17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi, tüm Marmara Bölgesinde, Anklara'dan İzmir'e kadar geniş bir alanda hissedildi. Şiddeti 7.5 di...Resmi raporlara göre, 17.480 ölüm, 23.781 yaralı oldu. 505 kişi sakat kaldı. 285.211 konut, 42.902 işyeri hasar gördü.  Resmi olmayan bilgilere göre ise yaklaşık 50.000 ölüm, ağır-hafif 100.000'e yakın yaralı olmuştur. Ayrıca 133.683 çöken bina ile yaklaşık 600.000 kişiyi evsiz bırakmış. Yaklaşık 16 milyon insan, depremden değişik düzeylerde etkilenmiştir...

12 Kasım 1999 tarihinde de bir deprem olmuştu...evleneceğim günün bir gün öncesinde evde son tadilatları yapıyorduk...babam pencerenin kenarında bir yerlerde macun çekerken birden sallandık; koştum tuttum, içeri çektim...




Öncesindeki Ağustos depremini yaşadığımızda Bengü ile 20 gündür birlikteydik...flörtün en güzel günleriydi...Yalova'dan  yeni dönmüştüm..."Hopi" (agresif, can yoldaşı, işeme makinesi, şampanya renkli Terrier'im) bir kaç saat öncesinden tahta yer döşemelerini koklayıp huzursuz bir biçimde hırlıyordu...o dönem eski ev olduğu için "fareleri hissediyor, duyuyor" diye düşünmüştüm...yattım ama gece Hopi'nin müdahelesiyle uyandım...çılgınlar gibi havlayıp bir oyana bir buyana koşup beni çekiştiriyordu...Bengü aradı "Deprem "dedi...ne oluyoruz demeye kalmadan sallanmaya başladık...duvarlar esnedi, esnedi...ışıklar kesildi, herkes sokaklara attı kendini...dışarda sabahladık ve ben parkta uyuyan, uyumaya çalışan insanların fotoğraflarını çektim...ertesi gece Bengü ile sabahı birlikte zor ettik!...masanın üzerine yerleştirdiğim şarap kadehlerini birbirlerine bitiştirip birleşim yerleri üzerine bozuk para koydum...ufacık bir "artçı" sarsıntıyı bile hissediyordu...Yalova'da anneanne 'nin üzerine dolap düşmüş bir süre öyle kalmıştı...arkadaşlarımın evleri yerlebir olmuş, tanıdığım bir çok kişiyi kaybetmiştim...gerçeğin bu yüzünü ve bilançoyu üç gün sonra Yalova'da görüntüledim ve acı bir arşiv oldu dia pozitiflerden!..

16 Nisan 2013 Salı

6 mı 9 mu? Rakam mı rakkam mı?

Küçükken evde ailece tombala oynanırdı; ne de olsa tek kanal televizyon bizi o kadar ele geçirememişti henüz...birinci çinko, ikinci çinko derken "Tombala"...anneanne iyi kart mı seçerdi, şanslı mıydı bilmiyorum ama hep kazanırdı...hem de parasına oynardık! İşte o dönemde rakamların ve 6 ile 9'un hayatımızdaki anlamı da şekillenmeye başlamıştı...karışmasın diye sonradan 9'un altına çizgi koydular tombala taşlarında!...büyüdük ve 6 ile 6 yı, 6 ile 9'u, 9 ile 9'u yan yana koyduk, 69 dan tavşan yaptık! Kara tahta bununla dolardı tek çizebildiğimiz buymuş gibi...o zaman için değişik geliyordu herhalde bize!


69'un diğer kullanım yerlerini keşfedip, Uzak doğu felsefesine ve "kamasutra"ya kadar  ilerledik...büyüdükçe öğrendik, bilgiyle donandık ve biliçlendik! Lakin hep bir şeyler eksik kaldı hayatımızda; o çocuk masumiyetimizi kaybettikçe bunu daha da çok anladık! Sonra işi çözdüm bu bana özel değildi; yaşamın kendi içinde vardı "dualite"...

  


"Yi Çing" M.Ö. 2800"Değişimler, Dönüşümler Kitabı" Yin ve Yang üzerine kurulmuştur...şeklen baktığımda 69'u görüyorum!

Gecenin içinde aydınlık ve sıcağın; gündüzün içinde de soğuk ve gölge bölgelerin bulunması; dişi görünümün içinde erkek, erkek görünümün içinde dişi olması; her sorunun, çözümü; sevginin, nefreti; eylemsizliğin, eylemi; savunmanın, saldırıyı barındırması gibi..."Tai-chi" veya "yin-yang" işaretinin içindeki küçük karşıt renkli daireler bu özelliği anlatır. Her şey, hiçlikten doğar doğmaz kutuplaşma da başlar...Kutuplar birbirini ürettiği, desteklediği gibi aynı şekilde tüketen, kısıtlayan ilişkisinde de olabilirler.
Karşıtlar, birbirine dönüşebilen yapıdadır. Buna en iyi örneklerden birini  "La Antena" filminde görürüz. 6 rakamı bir kaç yerde çıkar karşımıza filmin içinde...ama aynı zaman da 9'dur da!. "Besin Tv"nin sarmal logosu içine alır, hipnotize eder insanları...

Arjantinli yönetmen Esteban Sapir'in filmi"La Antena- The Aerial"-2007'de kullanılan "The spiral TV Dinner / Alimentos TV logo"


Mr Tv, insanların seslerini çalarak onları sessizliğe mahkum etmiştir...Tv kanalını kullanarak insanları hipnotize eder,ürettiği kurabiyeleri tükettirerek  insanları edilgen kölelere çevirir. Amacı şehri tamamen ele geçirmek ve kelimelerini de ele geçirmektir insanların...Ama Mr Tv’nin planlarına karşı durabilecek bir grup insan vardır...Esteban Sapir’in yazıp/yönettiği Arjantin yapımı "La Antena", karakterleri üzerinden, medyanın ve genel olarak kapitalizmin tüm hayatımızın içine kadar girdiği günümüzde; iktidarın bakış açısını ve insanları pasifize etme şeklini, tek tipleştiren bir tüketim kültürünün, insanları pasif alıcı haline getiren kitle iletişim araçlarının günlük hayattaki olumsuz etkilerini ve çağımıza dair pek çok sorunsalı 1920 öncesi sessiz sinema dönemine öykünerek anlatır...




Filmin başlarında kader kapı numarasındaki"6" yı ters çevirip"9" yapar ve zarf gitmemesi gereken bir adrese teslim edilir...
Yan taraftaki fotoğrafta "Besin Tv"nin ürettiği kurabiyeler görülüyor. 


Numerolojiye göre güvenilirliğin sembolü olan "6" rakamı doğayla da uyum içindeymiş(Hem 2 gibi çift sayıyla, hem de 3 gibi tek sayıyla bölünerek her iki sayının en temel öğelerini içinde barındırdığı için mükemmel bir rakam)...
Doğum sayısı olarak 6 rakamı, "üstünlük" ve "geçilemezlik" anlamındaymış... Bu titreşimdeki insanlar, genellikle dürüst, saygılı ve güvenilir, ayrıca, ilerlemeye hevesli ancak kendilerini kabul ettirme, saygı ve itibar toplama kaygıları içinde oluyormuş bu insanlar...adeta beni anlatıyor!Doğum tarihim
24.06.1966 ............2+4=6.06.1966 hımmm!evet!
Sonuç olarak, dostlar arasındaki uyumu ilerletmek ve çevrelerindeki koşulları iyileştirmek isteğiyle hoşgörülü davranırmış bu insanlar...neşeli, iyimser, hayatın ince ve nazik yanlarına düşkün olup, genellikle paylaşmak isterlermiş...Güven gerektiren pozisyonları doldurmaları istenir ve böyle bir kapasiteyle de çoğunlukla beklentileri boşa çıkarmazlar, hatta daha da üstüne çıkarlarmış. Eğer şöhret elde edemiyorlarsa, bu, genellikle sahip oldukları şeyden tatmin olmaları, bu yüzden daha yüksekteki zirvelere çıkmak istememelerindenmiş...Tabi benim durumumda işin içine bir de "yengeç" burcu özellikleri de tam olarak giriyor...
Temel sayıların en büyüğü olarak evrensel başarının sembolüymüş "9" rakamı...Tüm rakam grubunun özelliklerini içinde barındıran ve onların kontrol faktörü olan; üç kere üçün çarpımı olan 9, çok yönlülüğü ilhama çevirirmiş... Doğum sayısı olarak "9" rakamı, anlayışla birlikte tesiri birleştirir, yüksek gelişim kapasitesine sahip güçlü bir kişiliği gösterirmiş. Sanat, müzik, beceri, icat yeteneği gibi şeylerin hepsi 9 rakamında bulunurmuş....
Bir çok firma ürününün ucuz olduğunu ya da ciddi bir indirim yaptığı etkisini yaratmak için  9'u; "1000 lira değil-999lira" yapısı içinde kullanır!
Eve telefon bağlandığı günü hatırlıyorum 1972; duyan komşular telefon etmeye geldiler akrabalarına...çaylar içildi, konuşmalar bitmedi; bir kaç gün sonra baktık olacak gibi değil kumbara taktırdık...zannediyorum önce 1 lira sonra da 2.5 lira ile çalıştırdık! Hiç unutamadığım bir telefon numaramız vardı:
23 33 33...çok firma bu telefonu almak için yüksek fiyatlar verdi...babam sonunda dayanamadı sattı.. şimdi ne alaka diyeceksiniz; aklıma geldi anlattım işte!.. Yanlış çevirmesinler diye komşuların telefon numaralarının "rakkam"larını ben çevirirdim...sonra sonra rakkam değil rakam olduğunu kabul ettirebildik...o dönem "rehber"de "repper"di!..Evet işte rakamlar ve hayatımızdaki yerleriyle ilgili bugünlük bu kadar.

11 Nisan 2013 Perşembe

"Sevgi Emektir"

"Eskiden" diye başlayınca anlatmaya ya da yazmaya; içinde mutlaka bir değişimden bahsedeceğim,  mutsuzluk içinde geçmişle bugünü karşılaştıracağım izlenimi doğuyor...çok  da doğru! Eskiden Sinema kültürü vardı...şimdi yok!..İnsanların kendilerine ve çevrelerine özeni ve saygısı vardı...şimdi yok!...düşünce vardı özgürlüğü çok olmasa da  şimdi düşünen de çok kalmadı!..şıklık vardı, incelik, zerafet, kibarlık; hem görünüşte, hem davranışta, hitabette, hem düşüncede...değerler vardı henüz yitip gitmemiş; sahip çıkılan değerler...heyecan vardı ; Sinema sanatına karşı, sinemaya gelen her yeni filme karşı, filmi sinemada izleme yarışı vardı...kuyruklara girme, geceden kapı önünde bekleme...Sinema Günleri daha da anlamlıydı...belki de sırf bana öyle geliyor; sinema okudum diye...belki de bu bir illüzyondu...tüm Beyoğlu ve Emek sineması, çiçek pasajı bir illüzyon, balık pazarı, sahaflar...birahaneler, sarhoşluklar, aşklar ve İstanbul da birer illüzyon!..
"Tommy", "Hair", "Star Wars", "Endless Love", "Grease", "The Wall" filmleri çekilmemiş ve Emek Sinemasında gösterilmemiş ve ben de o koca perdesinde her saniyesini yaşayarak seyretmemiştim...ne Alaska, ne de Frigo yemiştim!..
Sinema Günlerine Pier Paolo Pasolini'nin "Salo ya da Sodom'un 120 günü"ne bilet bulup almıştım...o zaman Marmara  Üniversitesi Sinema Tv öğrencisiydim ve ilk defa bu kadar bahsedilen ama göremediğim yönetmenin bir filmini izleme şansını yakalamıştım... faşizmi anlatan...mart 1992...o gün Emek Sinemasının sokağı hınca hınç doluydu ; insanlar ellerinde bilet aradığını yazan pankartlar taşıyorlar, bilet için inanılmaz rakamlar telaffuz ediyorlardı...ben emin adımlarla kararlı bir şekilde Emek Sinemasının kapısından girdim...film tüm dayanılmazlığı ve rahatsız ediciliğiyle karşımdaydı artık...Lars Von Trier'nin söylediği gibi "iyi bir film içine taş kaçmış ayakkabı gibidir; rahatsız eder"...filmin 10.dakikası mıydı tam hatırlamıyorum...insanlar koşa koşa peş peşe dışarı kaçtılar...dayanamayan o kadar çok insan vardı ki salon boşaldıkça boşalıyordu...bir sinema öğrencisi olarak filmi sonuna kadar izlemeliydim...sonuna kadar da izledim!.. 
Şimdi dönüp bakıyorum geriye inandığım bir çok şeyi savunuyorum ama ne yazık ki sonuna kadar değil artık...çizgim kaymış; kaydırılmış..."yamulmuş"um; eğri bir "çizgi"yim artık! Sonuna kadar çizgisini korumayı başaran ve gerçekten sırf görüntü olsun diye değil; iliklerine kadar "sahiplenen" ve "hisseden"seniz hala o zaman bir şeyler yok olmadan karşısında durmak gerekiyor yok etmek isteyenlerin...
ister Costa-Gavras olun ister sokaktaki vatandaş...polisi, copu, biber gazını göze almanız gerekiyor maalesef!..sonra bir yetkili çıkıp eylemcilerin arasına şu-bu karıştı da şöyle böyle oldu diyecektir ...desin ama karşı duranlar oldukça umutlar, "Emek"ler yaşar! Yenilenme sahası içinde kalan her şey yıkılmadan, taşınmadan olduğu yerde restore edilemez mi!? Tarihi ve estetik değerler yap boz oyunlar gibi bir yerden bir yere taşınıp o ruhu yeniden, eskisi gibi yakalayıp yansıtabilir mi!?..Emek Sineması her ne olursa olsun; hor kullanılmış, dejenere olmuş olsun, belli bir kültürü ve değeri yansıtır...Türk Sineması ve Sinemacıları ve gerçek sinema seyircileri için...Lütfen Emek'e saygı!...
"Emek Bizim" grubu, festivalin sembolik kapanışının  Emek’te yapılacağı duyurdu. 14 Nisan Pazar 16.00’da...
Bina olduğu gibi yıkılıp yeniden yapılacak, dış cephe aynı kalacak, içi dükkan, konferans salonu, cep sineması, otel vb. olacakmış sanat düşmanlığı ve başka başka hesaplar, içiçe geçmişlik, tarifsizlik...ama korkunç bir anlayışla karşı karşıyayız!..1968 Fransa'sında yaşanan Fransız "Cinematheque"-Sinematek Derneği’ni kuran Langlois’nın bir sol kültür taşıyıcısı olmasından dolayı görevine son veren hükümete karşı çığ gibi büyüyen tepki örneğinde olduğu gibi bir tepki göremeyeceğiz anlaşılan..o dönemin ruhunu kalp masajları ve suni teneffüslerle canlı tutamadık...( Henri Langlois, hayatının ilk yıllarından itibaren sinemaya duyduğu büyük ilgiyle bulduğu her filmi toplanmış ve kurtarmış ve ciddi bir arşiv ve kültürel bir bellek oluşturmuştur...


Langlois’nın bu tutkusu  Fransız Yeni Dalgasını yaratacak yönetmenlere de yol göstermiş ve bütün dünyayı etkileyen "Sinematek" kültürünün varoluşunu sağlamıştır...yine onun desteği ile Türkiye'de Sinematek derneği kurulmuş...hatta benim filmlerinden birini Emek Sinemasında ölümünden yıllar sonra izleyebildiğim Pasolini'yi Türkiye'ye getiren de Henri Langlois imiş...)

1968 Olaylar zinciri: François Truffaut, Jean-Luc Godard, Jean Renoir ve Robert Bresson ve 40 kadar yönetmenin filmlerinin "Cinematheque"te gösterilmesini yasaklanmış,Charlie Chaplin, Roberto Rossellini, Fritz Lang, Richard Lester, Carl Dreyer, Orson Welles ve Jerry Lewis de tepki olarak  filmlerini geri çekmiş, Chaillot Meydanı’nda aralarında Truffaut, Godard ve Bernard Tavernier’in de bulunduğu 5 bin kişi toplanmış... polis eylemcilere  sert bir şekilde müdahale etmişti...tabi bu olaylara şahit olmuş gibi anlatmak biraz hissedip yaşamak ve özümsemek ile ilgili yoksa o yıl henüz iki yaşındaydım!..

foto_3.jpg

Claude Chabrol ve Jean Luc Godard "Langlois'i seviyoruz!"...

Dünyadan, tepkiler, toplanan imzalar...Michelangelo Antonioni, Ingmar Bergman, Luis Buñuel, Peter Brook, Alfred Hitchcock, Akira Kurosawa, Pier Paolo Pasolini, Satyajit Ray ve Andy Warhol gibi yönetmenlerin yazdığı ağır mektuplar...Jean-Paul Belmondo, Brigitte Bardot, Catherine Deneuve, Marlene Dietrich, Jane Fonda, Katharine Hepburn, Peter O’Toole, Toshiro Mifune ve Gloria Swanson imza kampanyasına katılan 700 sinema yıldızı arasında yer almıştı...
Roland Barthes, Samuel Beckett, Truman Capote, Max Ernst, Eugène Ionesco, Pablo Picasso, Paul Ricoeur, Jean-Paul Sartre, Henri Cartier-Bresson, Pauline Kael, Norman Mailer, Andrew Sarris, Susan Sontag, Iannis Xenakis de mektuplar yazdılar...Paris’e gelip gösterilere katıldılar. 68 eylemlerinin de ateşi bu eylemlerle beraber yakıldı. 68 Mayıs öğrenci eylemleri, Renault fabrikası işçilerinin grevleriyle beraber işçiler, öğrenciler ve sanatçılar Paris’te 20. yy’ın en önemli hareketliliklerinden birine imza attılar...Geçen yıl da değindiğim bu konu ve Emek Sineması ile ilgili üç yıldır süren bu sürecin geldiği noktada; Pazar günkü olaylar ile 1968'i hatırlatan ve  ilişkilendiren yazılarından dolayı (http://haber.sol.org.tr)'e teşekkürler!

10 Nisan 2013 Çarşamba

Kaldırım Serçesi

















günümün neşesi
biraz pasaklı
biraz zayıf ve zavallı
kaldırım serçesi
basitçe "cik"ler
bazen de cik+cik=cikcikler...
boş çekirdek kabuğu dağlarını
didikler sahilde
bir bankın dibinde
bazen küçük kırıntılar
bazen de
ıslatılmış şişkin ekmekler
pencere önünde
şanslıysa
elden simit lokmaları
bir parkın içinde
ya da
kanatlı karınca ziyafeti
mevsiminde...
basit "cik"ler
bazen de cik+cik=cikcikler
günümün neşesi
kaldırım serçesi...
biraz güneş çıkınca
bulutların arasından
sıyrılıp
kuş cıvıltılarının
başını çeken
daldan dala
dal yoksa kaldırımda seken
günümün neşesi
biraz pasaklı
biraz zayıf ve zavallı
kaldırım serçesi
hem suda hem kumda yıkanır
şehrin kaldırımlarında 
tüylerini kabartır
küçücük gövdede kocaman kafa
ve akıl
basit "cik"lerin içinde
günlük  hikayeler
kiremitlerin altında
taşıma çerçöp
tuvalet kağıtları,paçavralar
pamuklarla ısıtılan yuvada
sevgiyle
büyütülen serçe bebeler...


 Buğulu sesi aksanı ve gırtlağı ile, "şanson"ların o son  kelime ulamalarını, uzatmalarını ; o "rrrrrrrrr" leri ve "eee= ööööö"leri titrete titrete veren, Fransız ve dünya müziğine damgasını vuran Edith Piaf; namı diğer "kaldırım serçesi"... okula gidememiş, konservatuar eğitimi almamış ama varoşların sesi olarak şan şöhret kazanmış, sınıf atlamış ama hiçbir zaman burjuvaziyle yıldızı barışmamış. Burjuva yaşam tarzına uymayan yaşamı yüzünden kilise tarafından "günahkâr" ilan edilip, öldüğünde dini  cenaze töreni yapılmamış....Edith, annesini hiç tanımamış, doğduktan 3 yaşına kadar  sokaklarda ve meyhanelerde dans ederek yaşamını sağlayan, "Kenar Mahalle Kırlangıcı" olarak tanınan anneannesiyle yaşamış...babası,onu 3 yaşından sonra da genelev işletmecisi olan babaannesine teslim etmiş..."sermaye" kızların maskotu olarak mutlu bir yaşam sürerken 7 yaşına geldiğinde gitmek istediği okul onu kabul etmeyince( Burjuva beyleri ve hanımları kendi çocuklarının okuduğu okulda bir genelev işletmecisinin torununun okumasına izin vermiyorlardı.)babasının yanına;"benim konservatuvarım" dediği sokaklara dönmüş...Burjuva beyleri ve hanımlarına göre Edith, "Kaldırım Serçesi"siydi. Bu "Kaldırım Serçesi" adı altında aslında sınıfsal bir kimlik vardı.  Kaldırımların, kenar mahallelerin, milyonların sesiydi "O"...1.50 lik boyuyla; kaldırım serçesi...

8 Nisan 2013 Pazartesi

Kırlangıç Fırtınası


Dün  fırtına takvimine bakmak zorunda kaldım; emin olmak için...evet !Doğruydu; tam gününde "Kırlangıç Fırtınası"...Hava birden soğumuştu ve fırtına savuruyordu her şeyi...Yorgun kanat vuruşlarıyla iyice alçalan Leylekleri..."Leyleği havada gördüm"! ama  biraz buruk bir sevinç havanın kasveti içine karıştı...



Halk takvimi, insan-doğa İlişkilerinde doğanın egemenliğine yenik düşmemek için halk tarafından oluşturulmuş ve kırsal kesimde yaşamı yönlendiren bir takvimdir. Geleneksel tarım ve hayvancılığa ilişkin her türlü etkinlik, bu takvime göre düzenlenmiştir.Yöreden yöreye göre değişebilen bu mevsim geçişleri İstanbul ve çevresinde çoğu kez tarım ve hayvancılığın yanında denizle de ilişkilendirilerek İstanbul’a özgü bir halk takvimi oluşturulmuş, eski müneccimler ve takvim hazırlayan kişiler tarafından yazılı hale getirilmiştir...


Kırlangıçlar-daha doğrusu- "sağan"lar geçen haftadan seslerini duyurmuşlardı çığlık çığlık...Acaba Leylekler geldi mi derken göç yolu üzerindeki evimizin göğünden geçtiler...binlerce km lik yolculukları belki daha bitmemişti ama onlar bitik vaziyetteydi!. Gece fırtınayla beraber, şimşek, yıldırım ve sağanak...Yorgun savaşçıları umarım yıldırmamıştır...ve hala göçte olan kırlangıçların bir kısmını yolda telef etmemiştir!.. Tam da uyanmışken doğa;yere yapışıp kalan ve sularla sürüklenen milyarlarca böcek ne yazık ki yarını göremedi! Ama doğa yine de kendi dengesini bulur. Şehrin sokaklarından işe giderken ancak bir kaç kazazede kanatlıyı kurtarabildim(bir anofel,bir süne, bir iki sinek)...Bu gün de soğuk hava, fırtına azalsa da tam dinmedi rüzgar; zaten "kırlangıç dönümü", "kırlangıç soğukları" diye adlandırmış eskiler...kimilerinin gözyaşlarını kurutup, kimilerinin ise  gözlerini yaşlandıracak bir kaç gün daha rüzgar...

7 Nisan 2013 Pazar

Bellek; hatırlama ve unutma üzerine-2-

ZAMANLA ALIŞIRSIN DEDİLER; ZAMANLA UNUTURSUN!..
UNUTMAK ZAMAN ALIYOR DOĞRU! KOSKOCA BOŞLUK HİÇLİK VE KARADELİKLER YUTARKEN SENDEN, BENDEN NE VARSA...SİLİYOR TÜM İZLERİMİZİ ZAMAN...ALIŞIRSIN ZAMANLA!
Kokular ve tadlar nasılda yapışıp kalmış genzime...o zamanlar tüm koku ve tadlar güzelmiş...farkında değilmişiz o güzel günlerin; kaybedince anlıyor insan...o tadları kokuları kaybettikçe gerçeklikte;  hayattan...  tek tek ayırıp saklıyorum son örnekler diye beynimin laboratuvarlarında...eski taş kömürünün is kokusunu, beslenme çantasından karışarak dışarı taşan katı yumurta ve elmanın kokusunu ayrıştırıyorum şimdi genzimde bir bir...sobanın kül haznesinde pişen patatesin tadı...belleğim küçük "hazinem"...Silifke'de ayağımı sokan balık neredeyse beni öldürecekken sıkışan kalbimi, kana karışan zehirle birlikte "Seka" fabrikasının sıcak nemli rüzgara bulanmış kokusunu ayırıyorum şimdi...tezeği, Bartın biberinin taze kokusunu, denizden çok önce çıkmış ağların çürük ama kendine özgü güzel kokusunu...çocukluğumun kanayan dizleri üzerinde "tentürdiyot"u...Koca Mustafa Paşada'ki eski evin kokusunu...geçmişin şevkatli ellerinin parmaklarını sayıyorum bir bir; bir de bakıyorum bir elde -beş parmak eksik...diğeri zaten parmaksız...ikisini  bir türlü toplayamıyorum... plastik top geliyor sert bir şekilde üzerime topu yakalıyorum; can kazanıyorum "yakar(n)top"ta...kan ter içinde koşup eve geldiğinde buz gibi naneli limonata...biz büyüdükçe başlamış eksilmeye... 12 Eylül öncesi bakkalı haraca kesmek için dökülen benzin, ateş, barut, yanık kokuları, patlayan silahlar ve panzerler, otobüs dolusu polislerle duvara yeni yazılmış sloganların boya kokusu..molotof kokteyller...12 Eylül sabahı  mahalledeki hücre evlerinden yakalanmadan yakılan dergi, kitap bildirilerin yanık kokusu...apolitize edilen gençlik, unutturulan yakın geçmiş ve değerler...kokular ve tadlar..."aile"yi  de yok ettiler şimdilerde ne var diye düşününce yediğim içtiğim hiç bir şeyden tad alamıyorum; tadı kalmadığı için mi, tadım kaçtığı için mi?...Marmaray'ın tozu yapışıyor genzime, eşyaların üzerinde bir parmak toz...biber gazı yayılıyor yavaş yavaş gözlerimi yakarak kim bilir nerede bir gösteri ve çatışma var?!.Denizden yoğun bir kanalizasyon kokusu...unutuyorum hamsili pilavı, midye dolmanın içinden dışarı taşan kuş üzümlü, çam fıstıklı günleri...evde çekilen karabiberin, taze kavrulmuş kahveninkileri, olmayan sandalın boş livarına bakıp unutuyorum lüfer ızgarayı...unutuyorum o kokuları...tadları...ALIŞAMIYORUM!..




Tarih sırasıyla önce Hürriyet Gazetesinde kapakta yer almıştık rahmetli Mukadder halamla birlikte...çok zor ikna etmiştim balığa Bebek "Çamlıbahçe"ye gitmeye...fotoğrafta atletli olan ile bir diğer arkadaşı benimle dalga geçip o küçük, dandik oltayla boğazda Lüfer mi yakalayacaksın diye gülmüşlerdi...dikkatim oltanın ucunda olmadığı bir an oltayı sallamışlar, titretmişler; bir anda fark ettim balık geldi diye heyecan; bunlar da kahkaha atıp duruyorlar...oltayı yeniden attım ve bu sefer balık gerçekten vurdu Lüferi çektim; gözlerine soktum...yıl 1981! Sonra 89 yılında Yalova'da çevre temizliği ile ikinci kez Hürriyet'e çıkmıştık...Yanımdakilerden bayan olanı; Müjgan ile evlendik 1995 yılında ...1999 da boşandık...fırtınalı günlerden sonra...diğer kişi Selahattin ile arkadaşlığımız daha da güçlenerek devam etti yıllarca, çok şey paylaştık..hala görüşürüz...ama Yalova defteri kapandı ne yazık ki!..90 yılında bir kızıl şahini kurtarmıştım...iyileşti ve özgürlüğe kavuştu...onu  yaralayıp satan ise cezalandırıldı:(Güneş Gazetesi)...Son olarak ise şu otobüs yoluna girip ters yönden hastaneye yaralıyı yetiştirmeye çalışan mercedes olayı ve Günaydın gazetesi haberi...o gün güvercin beslemek için Topkapı'daki pazardan Selahattin arkadaşım ile bir çift güvecin almıştık sonra karşıya geçerken araba bana fena çarptı...hayatım film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden ve havada uçup omuz, kafam üzerine düştüm...arabanın vurduğu yerde; bacakta iki kırık...hala soğuk ve nemli havalarda sızlar! Beyin sarsıntısı olabilecek kadar sert düşmüştüm arabanın camı üzerine ; cam komple çatladı ama dağılmadı...Kaza günü  iç kanama kontrolünü param yok diye bir kaba işetip idrar rengime bakarak yapmışlardı!

4 Nisan 2013 Perşembe

Bellek; hatırlama ve unutma üzerine...

Takıntılı konularımdan biri işte!..daha önce de yazmıştım bir şeyler ve alıntılar yapmıştım yine...İnsanlığın ortak bir bilinci, bilgi deposu ve belleği vardır. Bu bilinç, milyonlarca yıldır insanların doğayla, hayvanlarla ve birbirleriyle girdikleri mücadelelerin ve kurdukları iletişim ve etkileşimin kuşaktan kuşağa aktarılarak gelen bir birikimi ve toplamıdır aslında...

İnsan düşüncesi ve bilgi birikimi, en gelişmiş iletişim aracı olan dil aracılığıyla insandan insana ve çağdan çağa aktarılmış böylelikle başkalarıyla paylaşılan bilgi, artık bireysel olmaktan çıkıp toplumsal bir ürün haline gelmiştir... Bellek, hep şimdide var olan bilincin, geçmişi de şimdiye taşımasını sağlar.Bellek, yaşananları, öğrenilen konuları, bunların geçmişle ilişkisini bilinçli olarak zihinde saklama gücüdür.


Bellek, hafıza ve anımsamayla şekillenir. Anımsama, geçmişle bağ kurmaya yardımcı olur. Birey ve toplumlar kimliklerini kurabilmek için geçmişe ihtiyaç duyarlar.
Toplumlar, kendi oluş biçimlerini soyut olarak oluştururlar ve yarattıkları hatırlama kültürü ile bu imgeyi kuşaktan kuşağa aktarırlar. Toplumsal belleğin oluşumu toplumsal olarak üretilmiş kültürle bağlantılıdır. Özneler arası ilişkilerle elde edilmiş bilgi, geçmişin bilgisi, öğrenme yoluyla belleğe yerleştirilir ve anımsamayla varlığını korur. Anımsamanın sürekliliği mitos ve törenlerle, toplumsal kurum ve değerlerle, dil ve yazıyla, bedensel uygulayım pratikleriyle, kitle iletişim araçlarıyla ve bunların içindeki semboller yani simgesel dille sağlanır.
Bergsoncu bakış açısıyla yaşam mekanik olamaz ve materyalizmle açıklanamaz. Sadece sezgi gerçekliği açıklayabilir. İnsan zekası, tek başına evreni kavramaya yetmez. Bergson, usçu felsefi mirası reddeder; akıl, us, mekanik görüşler gerçeğe cevap veremezler. Düalizminin temelini zihin ve sezgi ayrımı oluşturur. Zihin nesneyle ve uzamsal zamanla, sezgi ise yaşamla ve süreyle bütünleşir.


 


"Hiç bir canlı varlık yoktur ki yavaş yavaş kendi sonuna geldiğini duyumsamasın; yaşamak yaşlanmaktır. Ancak, aynı biçimde, bir yumağın sürekli sarılmasına da benzetilebilir; çünkü geçmişimiz peşimizden gelir, izlediği yol boyunca topladığı şimdiyle durmadan kabarır. Bilinç demek, bellek demektir." (Henry Bergson)

Şimdi, geçmişin ve geleceğin birleşimidir. Zaman gibi hiçbir nitelik birbirinden mutlak olarak ayrılabilir değildir. Niteliksel zaman noktalardan oluşmaz. Geçmişin şimdi içinde yaşadığı yer bellektir. Geçmiş zihnimizde bir düşünce olarak belirmez, o artık yaşanan andadır, şimdidedir. Russell da bellek kuramı ile ilgili benzer şeyler söyler...
O zaman “memoria”   şimdide yaşıyorsa "oblio"da şimdide mi gerçekleşir? Neleri hatırlar, neleri unuturuz; geçmişte önemsiz olayları bile tüm detaylarıyla hatırlayıp bir gün önce yediğimiz yemeği hatırlamamak niye!? Neleri, ne şekilde kaydediyoruz?...işimize gelmeyen şeyleri mi unutuyoruz, mutsuz anları, acı olayları ve hatıraları silmeye çalışıp da ne kadar başarılı oluyoruz? Bunları bir genelleme altında toplamak belkide yanlış olur...Herkese göre değişebilir....BEN UNUTMAYA BAŞLADIM! Unutmazsam yeni bir şeylere yer açamayacak mıyım? Yoksa bir unutmaya başlayınca çorap söküğü gibi tüm bildiklerim ve yaşadıklarım; belleğim çözülüp gidecek mi? 
Hatırlamak için bazen parmağımıza ip bağlarız,sonra ipi niye bağladık hatırlamak için bir ip daha!..bazen bir isim takılır kafamıza hatırlamak için sabaha kadar kıvranırız; belleğimizin tozlu rasflarını alt-üst ederiz.Sonra hiç olmadık bir zamanda; tam da unuttuğumuzu sandığımız bir anda dilimizin ucuna geliverir o isim!..

 

Geçmiş, gelecek ve şimdinin bir aradalığı edebiyatta bilinç akışı olarak nitelenmiş ve Proust, Joyce, Faulkner, Woolf başta olmak üzere pek çok yazarın kullandığı bir teknik olmuştur. Ama Proust'un 3000 sayfalık ve 7 ciltlik "A la recherche du temps perdu"-"Kayıp zamanın izinde" Romanı başı çeker..."Her hareketimiz, her sözümüz, her tavrımızla, onu doğrudan görmemiş, duymamış olan insanlar arasında, geçirgenliği sonsuz değişken olan ve bizim tarafımızdan bilinmeyen bir ortam bulunur"...-Kayıp Zamanın İzinde" Marcell Proust-
Peki hangisi kolay hatırlamak mı yoksa unutmak mı?

Görselliğin egemenliği dokunmayı ve hareket etmeyi olanaksız kılar. Seyretme durumu müdahale etmeyi olanaksızlaştırır kimi zaman...seyretme "hatırlama"nın imkansızlaştığı sürekli bir "unutuş" halidir…

Bir manzaranın karşısında saatlerce kalabiliriz, çalışan bir eskavatörün  ya da yayın olmayan bir Tv karşısında…boş boş bakarken düşüncelerden sıyrılıp  beynimizi boşaltıp, hafifler miyiz, yoksa  kendi kontrolümüzü kaybedip bir süreliğine hipnotize mi oluruz...bilincimizi tamamen hangi durumlarda yitiririz...Amnezi; bellek yitimi sürekli olabilir mi yoksa bu gün yaşadıklarımız(her gün şimdi de)her geçen gün ile yeni bir geçmiş mi oluşturur? Yeni hatıralar geçmiş hatıralar gibi anlam yüklü olabilir mi? Ne kadar  çok soru varsa o kadar da cevap olmalı diye düşünüyorum ama cevapsız kalıyorum!Yayın yapmayan bir Tv kanalını izlerken; ekranda rasgele titreşen binlerce noktacık ve sürekli hışırdayan bir ses...sürekli değişir o noktacıklar ve hışırtılı ses artar sanki ama anlamsız olmaları değişmez...yine de seyrederiz o noktacıkları...



 
 
 

Unutmak belleğin, benliğin başarısızlığı mıdır yoksa başarısı mı?
Hitler'i nasıl unutabilirim; "Savaşan Dünya" belgesellerinin gece yarıları son karelerine kadar herkes uyurken evde siyah beyaz tv de izlediğim belleğime kazınan o Auschwitz'li kabus dolu günleri nasıl unutabilirim , babaannemin elde  açma kıymalı tepsi böreklerini...Brook Shields'i, ilk aşkımı...ilk sigarayı, ilk öpücüğü, tuttuğum en büyük balığı....ama yatağa işediği günleri, babadan yediği sıkı tokadı, yüzünü yakan kömür sobasını, mastürbasyon sırasında annesine yakalandığını kim hatırlamak ister!..ergenlikteki sivilceleri, erkek lisesinde ve askerlikteki sapkın tipleri, birinin gözlerin önünde nasıl ölüp gittiğini, o kadar çok severken aldatıldığını unutmak ister insan...