31 Ekim 2012 Çarşamba

Kaplumbağa Terbiyecisi Osman Hamdi Bey


Şehir Tiyatrolarında bu sezon da devam edecek bir oyun var: "Gönlümdeki Osman Hamdi Bey"...umarım fırsat bulur da izlerim...sabah Saraçhane'den geçerken Fatih Şehir Tiyatrosu camekanında  asılı duran afişi görünce biraz araştırayım dedim...Oyunu Gülsün Siren Kınal yazmış ve Engin Sürmen yönetmiş...Osman Hamdi Bey'i de oldukça olumlu eşleştiriler alan Tolga Yeter oynamış...Oyun, ölümünün 101. yılında, Batılı anlayışla figürlü resmin ilk temsilcisi, müzeci, arkeolog ve Sanayi-i Nefise Mektebi'nin kurucusu Osman Hamdi Bey'in hayatını bilinmeyen yönleri, aile yaşantısı ve kişiliği ve aşklarıyla sahneye taşımış... 











Osman Hamdi Bey, özellikle "Kaplumbağa Terbiyecisi"
ve “Şehzadebaşı Camisi Avlusundaki Kadınlar” adlı tablolarında Osmanlı Dönemini,İstanbul’unun hayatını tarihi bir belge gerçekliği içinde resmetmiş bir kişilik...
Ayrıca bir çok Arkeolojik kazının başında yönetici olarak bulunmuş(Nemrut Dağı,Lagina ve Sayda'da...
Sayda'da yaptığı kazılarda bulduğu, arkeoloji dünyasının başyapıtlarından sayılan, aralarında İskender Lahiti'nin de bulunduğu bir takım antik eserler çıkarmış).   İstanbul Arkeoloji Müzesi'ni kurmuş, burada otuz yıla yakın Müze Müdürü olarak da görev yapmış...Hamdi Bey’in iç mekanda ve dış mekanda kurgulanmış resimlerinin önemli bölümünde arka planı ve kompozisyonun ana kurgusunu mimari öğeler oluşturuyor. 


1869'da Tour du Monde isimli dergide yayınlanan"Charmeur de tortues" isimli gravür..."Kaplumbağa Terbiyecisi"'nin esin kaynağı olabilir!..






Kendi çektiği,
çektirdiği fotoğraflardan resimlerinin kompozisyonunun kurgusunu oluşturan ressamın bu yapı içerisine figürleri ve seçtiği eşyaları yerleştirmiş.
Bazı tablolarında da figür kendisidir.
Osman Hamdi Bey’in  değişim sancıları yaşayan 19. yüzyıl sonu Osmanlı Toplumunun önündeki sorunları, ikilemleri ve kişisel yaşam felsefesini yansıtan kendine özgü simgesel bir dil oluşturmuştur. 
Özellikle "Lale Devri"ndeki "Sadabad Eğlenceleri"nde geceleri bahçelerin aydınlatılması için kaplumbağaların sırtlarına mumlar dikilerek serbest bırakılmalarından esinlendiği söylenen  1906 tarihli eseri"Kaplumbağa Terbiyecisi"  belkide çalışmalarından en ünlüsü!İki farklı versiyon olarak çizdiği tablonun ismi önceleri "Kaplumbağalar ve Adam"mış! Tabloda, Bursa'daki Yeşil Cami'nin üst katındaki odanın duvarlarındaki sıvalar ve çiniler yer yer dökülmüş...Osmanlı’nın devlet düzeninde "kaplumbağalar" da "kapıkulları" arasında yer almışlar; bu arada bir kaç Osmanlı kurumunun (Sanay-i Nefise, Asar-ı Atika Müzesi, Duyun-u Umumiye, vb.) en üst düzeyinde yönetici olan Hamdi Bey’in kendi iş yapma alışkanlığı/tarzı ile astlarının yaklaşımlarına ilişkin bir allegori akla gelmektedir. Osman Hamdi’nin kendisi olan "Terbiyeci" elinde neyi, boynunda maşası sırtında "keşkül-ü fıkarası" (eskiden dervişler ve dilenciler tarafından kullanılan, hindistan cevizinden ya da abonozdan yapılma dilenci çanağı (dervişane bir tevekkülü akla getirmekte) hafif öne eğilmiş olarak yapraklarını yiyen üç kaplumbağaya nezaret etmekte. Arkada kalan iki kaplumbağa ise yemeğe yanaşmaya çalışmaktadır...belkide Osman Hamdi Bey’in mesai arkadaşlarına yönelik acımasız, ümitsiz bir hicvi olarak yorumlanabilir bu tablo...
Tablonun tek ışık kaynağı adamın önündeki penceredir; alçaktaki tek ışık kaynağından gelen ışıkla aydınlanan resim, öğelerinin ilgiyi konuya odaklayan bir yalınlık ve kurgu ile her tür gereksiz ayrıntının ayıklandığı bir başyapıttır...
Tablo bugün Suna Kıraç-İnan Kıraç Vakfı Pera Sanat Müzesi'nde sergilenmekte...

30 Ekim 2012 Salı

Bıçak Sırtı...tekinsiz bir dünya...

Bıçak Sırtıbelirsizlikle iç içe bazen tehlikeli bir durumu betimleyen bir deyimdir... Aynı zamanda Ridley Scott'ın yönettiği "Blade Runner" filminin Türkiye'de gösterim adıdır. Filmin senaryosu "Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi?"... adlı Philip K.Dick'in romanını temel almıştır. 2019 yılında, Los Angeles'da geçen filmde, Deckard ( Harrison Ford), çaldıkları bir uzay gemisiyle Nexus 6'dan dünyaya gelen 5 isyancı replikant'ın peşine düşen bir "Blade Runner"'dır; yani"Bıçak Koşucuları"adlı polis biriminin bir üyesi..."Replika"lar, insanların kopyası olarak üretilen robotlardır. İnsanlarla boy ölçüşebilecek derecede duygulara sahip olan replikalar, beyinlerine yerleştirilen hafızalar sayesinde kendileri bile gerçek insan olup olmadıklarını bilememektedirler.




Geçen gün Beyazıt'da çektiğim bir fotoğraf bana bu filmin  bir sahnesinde vitrin mankenleri arasına saklanan Daryl Hannah'ı hatırlattı...her an içlerinden biri canlanıp kaçacak ya da saldıracak gibi...biraz tekinsiz bir durum...tıpkı Gregory Crewdson'un fotoğraflarında olduğu gibi...Bir sinema filmi çeker gibi kurulan  setleri ve kalabalık bir ekip ile gerçekleştirdiği çekimlerinde, Crewdson genellikle Amerikan-küçük kasaba-hayatı içinde rahatsız edici ve gerçeküstü bir takım olayları dramatik ve sinematik bir görsellikle anlatır...Alfred Hitchcock, David Lynch ve Stephen Spielberg gibi...60 kişilik ekibin içinde: görüntü yönetmeni, kamera operatörü, ışık operatörü, prodüksiyon tasarımcısı, kast yönetmeni, aktör ve aktristler yer alır...post prodüksiyon aşamasında ise reel olarak sahnede olmayan nesne ve görsel efektleri ekler...ilk bakışta bir sinema filminin dondurulmuş bir karesi gibi görünen fotoğraflarında anksiyete, korku, yalnızlık, izolasyon,tekinsizlik, yabancılaşma hakimdir...açık kompozisyon dediğimiz; bizi kadrajın dışına yönlendirme-kadraj dışı alan kullanımı-, mekan kullanımı ve kavramsal içerik, tek tek kurgulanan tema, ışık bizi bir "BİLİNMEYENE", "Alaca karanlık kuşağı"na götürür. Ve hikayenin oluşabilmesi, kurulabilmesi  için gösterilen şeylerin dışında kalanların izleyici-okuyucu tarafından tamamlanması gerekmektedir...devam eden bir hikayenin akışından bir kesit olan fotoğraflar, eksik birer cümle gibidir!
Yersiz olan bir şey, kendine ait olmayan bir dünyaya yerleştirildiğinde kendi etrafını tekinsizleştirdiği gibi aynı zamanda kendini de tekinsizleştirir. Zizek'in de belirttiği gibi yatay ve düz olan(lineer) anlatım birdenbire "dikey" konuma geçer(lineer olarak ilerlemek yerine hikayenin kendisi dışındaki  diğer olasılıklar gözden geçirilir ve izleyen yeniden düşünür).







29 Ekim 2012 Pazartesi

Cumhuriyet; kayıtsız şartsız cumhuriyet!


Çoşku eksilmiyor...daha da artıyor...her şeye rağmen daha da artacak...fark etmeyenler edecek , anlamayanlar anlayacak, bilmeyenlere anlatacak bilenler...öğretecek...bugün bayram ve 29 ekimler hep öyle bayram olarak kalacak...gerçeği kabullenecek o karanlık beyinler...Atatürk'ün aziz ruhu bizi yukarılardan bir yerlerden izlerken; göğsümüzü gere gere kutlayacağız...karanlığa karşı ışık olacağız...hiç eksilmeden artarak yeni nesillere taşıyacağız...hepinize coşku dolu ve övünçlü bir Cumhuriyet Bayramı diliyorum!


Fotoğraf: Cüneyt Gök-2000

22 Ekim 2012 Pazartesi

Ampul


Tam bir yıl önce bugün, ilk blog yazımı yayımladım...çeşitli konularda paylaşımlarda bulundum...her güne bir yazı olsun derken zaman zaman "zamansızlık" bunu tam anlamıyla gerçekleştirmeme engel oldu...yine de dolu dolu bir sene oldu...tüm "tıklayan" ve "okuyanlar"a teşekkürler! Aynı tempoda devam edeceğim yeter ki ortam karanlığa bürünmesin!
Modern dünya insanının hayatında  bir gereklilik, bir temel ihtiyaçtı elektrik ve "ampul"...Edison'un gece- gündüz , uykusuz, aylar boyu uğraşıp kararlılıkla insanlık tarihinin neredeyse en önemli buluşunu yaptığı günler çok uzakta kaldı...teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin bazı insanların  düşünce yapısı toplumun kaderini belirlemeye devam ediyor! Aydınlanamıyoruz, aydınlığa çıkamıyoruz...
Bir parti çıkmıştı; amblemi  "ampul"dü...tam da aranan, özlenen şeydi..."aydınlanma" üzerine bir sömürünün; inanç sömürüsünün başlaması ise  kaçınılmaz oldu...sonra iktidar oldu...ampul biraz aydınlatsa da watt düşüktü, detayları göremiyorduk açık ve seçik olarak...habire kırpışıyor, ne adalet ne kalkınma tatmin edici boyuta gelebiliyordu...kantarın topuzu kaçıyor, "hep bana rabbena"cılar çoğalıyor, medya yandaş oluyor, susturuluyor, atı alan Üsküdar'ı geçiyordu...ayrımcılık diz boyu, adam kayırma hat safhada, kılık kıyafet devrimi ezilip geçiliyordu... şişirdiler, abarttılar, pohpohladılar, göz boyadılar, kendi yalanlarına kendileri inanırken, başkalarının ümitlerini sömürdüler; tarihte de hep olduğu gibi...çünkü hep inanmak istiyorduk!..karanlık devam etti, umutlar karanlığın içinde tükenme noktasına geldi...
Şimdilerde başka bir değişim var...acaba diyorum bu değişim bizi nasıl etkiler?
Akkor filamanlı ev ampullerimiz, sarı sıcak ışığı altında kendimizi huzurlu ve güvenli hissettiğimiz ampuller artık yasaklanıyor...çok enerji yakıyormuş! Market market dolaştım; ancak mahalle bakkalında bulabildim! Tasarruflu ampuller piyasaya ilk girdiği zaman bütün anılarımız, bütün geçmiş kayıtlarımız değişmeye başlamıştı...gerçeklik de değişiyordu...renkler, görünümler ve duygular...her yer hastahane, devlet dairesi gibi aydınlanacaktı...soğuk bir ışık, soğuk duygular, mesafeli davranışlar, yabancılaşma demekti benim için...ithal edilecekti artık yeni led ampuller...kollar sıvandı; eğer uyanık bir firma ortak bir üretim kurarsa sonsuza kadar da ihya olacaktı! Kötü bir masal kim dinlemek ister ki derken herkes iyi masalları çoktan unutmuştu...gerçekler zaten turfanda patlıcan gibi acıydı ama acı patlıcanı da kırağı çalmıyordu...küresel ısınmanın kaynağı Türkiye'ydi...sürtünme ile ısı açığa çıkar biliyorsunuz...habire çalışan dev  bir zımpara makinesi  hem bizi aşındırıyor, hem de küresel ısınmayı körüklüyordu...pahalılıkla vatandaşın cebi yanıyordu, şehitlerimizle yürekler...
Şu amblem mi logo mu ne de değişecek belki , değişen ampul ile partinin ışığı ve aydınlatması da değişecek mi?! Hiç sanmıyorum...belkide ben bu ülkede artık hiç bir şeyi anlayamıyorum!

17 Ekim 2012 Çarşamba

okunduğu gibi yazmak-"Dil Ovası"


"Dil bir ovadır! Eğim az olsa da farklı yükseklikler olabilir ovada...dil de böyle bir şey konuşabilir, anlaşabiliriz temelde ama farklıdır kültürler gibi...bir de  yabancı kelimeler, şive, ağız vb. işin içine girince okuma ve yazma farklılaşır...
Dün başladığım hikayeyi bitirebilecek miyim bakalım!

"Londıra ya da Landın... Landın'da yine sisli bir sabahta Mistır No badi köpeklerini yürüyüşe çıkarmıştı...köpekleri demek aslında yetersiz kalır; onlar dişili erkekli iki saf kan tazıydı...bir zamanlar eski soyluların gösteriş nesnelerine dönüşmüş bu köpekler şimdi tasmalarını çeke çeke sahibinin yorgun adımlarını istedikleri yere götürüyorlardı; kimin sahip olduğu tartışılabilirdi!..dişinin adı Cesika; aynı bizdeki Sıdıka gibi...erkek olanı Canıtın'dı...bizde tam karşılığı Cahit, Cihan olabilir ya da Selahettin...bilemiyorum!..Grinviç'e doğru yürüyorlardı. 0 (sıfır) derece meridyenin geçtiği yer her gün köpeklerin mutlaka uğramak zorunda oldukları işeme noktasıydı; bu onlar için bir ritüeldi...sebebini ve böyle bir davranışa başladıkları ilk günü hatırlamıyorlardı bile... 


"Cesika"
İki saatlik farkı düşününce bir saat sonra Dilovası'nda öğle olacaktı...Rasim  öğle tatilinde ne yiyeceğini bilmiyor ama kokusundan ne yiyemeyeceğini tahmin ediyordu...yürüyen bant üzerinde düzgün sıralar halinde giden boyaların kapaklarını kontol ediyordu...başı sonu belli olmayan bir tırtılın ayakkabılarının bağcıklarının bağlı olup olmadığını kontrol etmek gibi bir şeydi işi...neyse ki şimdilik iyi çalışan kapak takma makinesi ona fazla bir iş bırakmıyordu...fabrikanın paydos zilinin çalmasıyla sefer tasını kaptığı gibi  fabrikanın sahanlığına çıktı...önce mandal, sonra kapak açılınca "Kapuska" yemeği ona gülümsedi...yüzünde ve vücudunda onlarca tiki ortaya çıkartan iki yemekten biriydi kapuska...diğeri ise zeytinyağlı, pirinçli pırasa yemeğiydi...fabrikanın uyuz köpeği "Sarımak"da bugün aç kalacaktı...köpek belkide tazıya benzemeden önce güçlü kuvvetliydi ama şimdi kemikleri sayılacak kadar sıska, tüysüz, beyaz ve tek diş bir sarımsak gibiydi... arkadaşlarının kayıntılarına baktı...biri sabah seyyardan alıp yiyemediği , yağı üstüne serpilmiş  purdra  şekerini  içine çekmiş  kürt böreğini yiyordu afiyetle...diğerinin karısı hamarattı belli...iki kap yemek getirmişti: tas kebabı ve pilav..."hımmmm" dedi ve "gnam gnam" diye yutkundu...fabrikanın yemek şirketinin alacaklarını ödemediği için düştükleri bu durum üç haftadır sürüyordu...bu arada Sarımsak ile dost olmuştu...bu adı da o takmıştı zaten köpeğe...günün ortası olmasına rağmen Dilovası'nda güneş kurşuni dumanları yırtıp bir türlü yüzünü gösteremiyordu...

"Dilovası"












"kapuska"











"Sarımsak"


13 yıl olmuştu bu göğün altından kaçma planlarını başlatalı ama 13 yıldır da çalıştığı bu fabrika hapisanesi olmuştu bir bakıma...çatalın ucuyla kapuskayı şöyle bir çevirdi sefer tasının içinde, ters yüz etti ucundan ve kapağı kapattı..."neyse birazdan yoğurt dağıtırlar"(düşünce balonu içinde); hiç değilse zehirlenmelere karşı fabrikanın her gün yoğurt verme gibi bir zorunluluğu vardı...yoğurt kasası dolaşa dolaşa Rasim'in önünden de geçti...yoğurdu yürüyen bandın üzerinde kapağı tam oturmamış bir boyayı çekip aldığı gibi aldı...poşetin içindeki ekmeğinden bir lokma  koparıp ağzına attı...sonra yoğurdu kaşıkladı plastik kaşıkla...çocukluğunu düşündü...tepsi yoğurduna daldırdığı tahta kaşığı...manda yoğurdunu mandırada kendileri yaparlardı...peynirleri...sütü güğümden içerdi üzerine döke damlata...


Mister No Badi aslında soylu bir aileden geliyordu...isminin anlamı sizi yanıltmasın...Birleşik Krallığın en büyük yerleşimlerinden biri olan Yorkşayır'ın önde gelen ailelerinden biriyken şimdi Londıra'nın kozmopolit; göçmen mahallesi Soho'da rutubetli bir bahçe katında, babadan kalan son bir iki parça değerli eşyayı satarak hayatını devam ettiriyordu...nereden nereye!? Babadan kalan üç beş parça eşya dışında bu bir çift tazı da onunla aynı kaderi paylaşmak zorunda kalmıştı...ona kalsa bir Yorkşayır teriyesi daha sevimli ve cana yakındı ya!...neyse yıllar içinde tazılara da alışmıştı. Bir gazeteye arada sırada gönderdiği makale, köşe yazılarını saymazsak aslında bir işi yoktu...son yazdığı makale otomasyonun çalışanlar üzerinde etkisini ele alıyordu...yazısında; Fordizm( fordçuluğun açılımını siz yapın lütfen!)'den ve Marx'ın, kapita­list sistem içinde tam otomasyonla gerekli emeğin sıfıra indirilmesinin olanağı bulunmadığını, bu duru­mun artı değeri yok edeceği için kapitalist sistemin de sonu anlamı­na geleceğini de, kapitalist sistemin iç çelişkisi olarak vurguladığından bahsetmişti...sonra zaten yazıları basılmadı!
Rasim işinin başına döndü, yürüyen bant çalıştı, boya kutuları akmaya devam etti...ertesi gün sefer tasından  ne  çıkacağını düşündüğünde birden irkildi; "ya pırasa yemeği çıkarsa!?"...akşam evde karısı ile konuşmalıydı...
Mister No Badi köpeleriyle eve döndü ve dünden kalan kapuska yemeğini  ısıtmak için ocağa koydu...


16 Ekim 2012 Salı

Durum ve duruş...


















Yunan mitolojisinde Kronus, babası Uranüs'ü hadım edip cinsel
organını denize atar; böylelikle deniz döllenmiş olur ve Venüs(Yunan mitolojisinde Afrodit, Roma mitolojisinde ise Venüs olarak bilinen güzellik ve aşk tanrıçası)denizden;köpükten doğar...İstiridye kabuğu üzerindeki  Venüs, Zefirus (Yunan mitolojisinde baharı simgeleyen tatlı ve hafif batı rüzgarının tanrısı)'un nefesiyle sürüklenip Kıbrıs'ın güney batısındaki Baf (Paphos) kıyılarına çıkmıştır. Bu arada, tablodaki istiridyenin vulvayı (kadın üreme organları)simgelediği üzerine de görüşler var!.
Zefirus'a sarılı duran yarı-çıplak kadın ise kaçırıp evlendiği; sonradan Flora'ya dönüşecek olan peri kızı Chloris( baharın simgesi çiçek tanrıçası)dir. Bu yüzden etraflarında güller uçuşmaktadır. 
Kıyıya adım atmak üzere olan Venüs'ün sağ tarafında görülen bir Hora ise, Venüs'ün üzerine çiçek desenli bir pelerin örtmek için ona doğru uzanmakta... Yunan mitolojisinde, Zeus'un kızları olan Hora'lar mevsim tanrıçalarıdır. Klasik sanatta Hora'lar geleneksel olarak üç güzel genç kadın olarak resmedilir. Bu tanrıçalar bazen, mevsimsel bereketle bağıntılarını simgelemek üzere bitkiler ve çiçeklerle gösterilirlerdi. Bu resimde de Hora'nın üzerindeki giysideki çiçek desenleri ve göğüs kısmına sarılı gül dalları Hora'nın baharla ilişkisine bir gönderme yapıyor. Yani bir bakıma bu tablo aynı zamanda baharın gelişini de anlatmaktadır. 






















Angela Strassheim, Botticelli’nin «Venüs’ün Doğuşu» tablosunu farklı bir biçimde yorumlamış...bu klasik kültürel temaya tüketim ve sanayi toplumunun göstergeleri ile sosyal bir yan katmış!.. istridye kabuğu yerine plastik leğen ve inci tanesini  çağrıştıran plastik bir top... 

15 Ekim 2012 Pazartesi

"camera obscura"da bir umut ışığı!

"Gözlerinin içine bakabilecek kadar yakına giren, "hoşçakal" demeden gidebilecek kadar da uzaktır!" diye kendiliğinden, birdenbire çıktı bu cümle işte...yıllar sonra bir atasözü haline gelebilir belki!  



"Neden" diye hep sorarım...neden bulamadıkça daha da anlamsızlaşır her şey...naif duygularla başlayan sonrasında  çirkin sözlere dönüşür; yaralayan sözlere!..tepe taklak olur dünya sanki "camera obscura"nın içindesindir!
Haklı olduğunu düşünmenin ötesinde, üstün gelme yoktur aslında...haklı da yoktur ya!..saygı görmek ister insan...düşüncelerinin, davranışlarının onaylanmasını ister...dinlenmek ister biri tarafından, kabul görmek ve aidiyet...en eksik yanımız ailelerimizin bizden esirgediği hep takdir olmadı mı?! Alkış değil belki; tatlı bir söz ruhumuzu okşayan...yarınlar için bizi örselemeden umut verip destekleyecek olan...sonra...sonrasında ilişkilerde ararız anne babamızdan bulamadığımız, göremediğimiz bu eksik yanı...ilgi isteriz tabanında, bencilce sevilmek, karşılıksız değer görmek vardır...bu doyumsuzluk kalıcı bir hastalığa ve tatminsizliğe dönüştükçe "yalnız kalmanın kıyısı"nda yalnız kalırız...yapayalnız! Her şey karşılıklı olarak  karşılık bulsaydı ya; ne olurdu sanki...alan memnun, satan memnun...yuvarlanır giderdik...ama öyle olmuyor; sen ne zaman ilgi istesen o da senden istiyor...aynı anda iki kişi birbirine "o" ilgiyi neden gösteremiyor, neden zamanlamaları, senkronizasyonu yapamıyoruz?..daha önce de oldu...yine oluyor; yoksa vakit doluyor mu, doldu da biz mi uzatmaları oynatıyoruz zorla...ya sonra ne olacak? cevapları bilseydim bu sorgulamayı başlatır mıydım! Tahammülsüzlük arttıkça artıyor, sabırlar, sınırlar zorlanıyor ama cesaret yok kimse de son sözü söyleyecek....varsa yoksa  bilinmezliğin korku dağları, yılların yorgunluğu ve çok uzaklarda küçük de olsa bir umut ışığı...ışık oldukça görüntü de olur ve sürer gider aynı rutinde ilişkiler bir "camera obscura"nın içerisinde...

*Camera Obscura(karanlık oda-kutu)

11 Ekim 2012 Perşembe

"kaçış"ın "sarmal"ı



















poliüretan tabanlı
muadil aşklar da
avutmaz seni
ne de olsa
çorak toprakta
birbirine benzer çatlaklar
kaçışın sarmalında
varılamayan çıkışlar
silik yüzler
unutulan adlar
önüm arkam
sağım solum
sobe
saklanmayan
ebe...
ebe dedim de;
kör ve sağır bir ebe doğurtmuş beni
ne viyaklamamı duymuş
ne yüzümü görmüş
en güzeli!..
hatırlamak
bağlar insanın
elini
kolunu
kalbini...
artık hayat
unutmalar üzerine
biliyorsun
kaçışın sarmalında
unut sen de beni
benim gibi!

Fotoğraf: "Galata Perform"-2011

9 Ekim 2012 Salı

Che'nin "veda şarkısı"...

45 yıl önce dünyaya veda eden Ernesto Che Guavera'yı "veda şarkısı" adlı şiiriyle bir kez daha anıyoruz...Guevara, 8 Ekim 1967'de yakalanışının ertesi günü CIA destekli Bolivya askerleri tarafından "La Higuera" köyünde bir okulda öldürülmüş, öldüğünün kanıtlanması için cesedi  "Valle Grande" köyüne getirilmişti...cesedi köydeki hastanenin çamaşır odasında teşhir edilmişti...mezarı 1958'deki devrim sırasında mücadele ettiği  Santa Clara'da bulunuyor.



"sarımsak" mı "sarmısak" mı?


Eskiden "sarmusak"mış...bu yüzden konuşma dilinde "sarmısak" daha fazla kullanılır ama  TDK ya bağlı olarak; "sarımsak" demek gerekiyor... Latince adı "Allium Sativum"...kokusu yüzünden yemeye çekinlere "ağzınızın tadı ve sağlığınız daha önemli" diyorum...Kokusu için; yedikten sonra bir tutam maydanoz,ya da kahve tanesi çiğneyin...karanfil çok güçlü olduğu için tüm yediklerinizin tadını alır götürür!  tabi yine de adeti abartmamak lazım...Sümerlilerin M.Ö. 2600-2100 yıllarına tarihlenen tabletlerinde bile adı geçer sarımsağın...M.Ö. 450 civarında  Mısır’ı gezen tarihçi Heredot’un kaydettiğine göre; "Keops Piramidi"nin yapılışı sırasında, çalışanlara soğanla birlikte bol miktarda sarımsak yedirilmiş! Mısırlılar, kutsal bir bitki olduğuna inandıkları sarımsağı yine ölümcül hastalıkların tedavisinde kullanmışlar. Ülkemizde Kastamonu-Taşköprü'nün sarımsağı tercih edilir. Ben de antibiyotik yerine sarımsağı tercih ederim! Antibakterial antiparazitik, antiseptiktir...grip, nezle, tansiyon, astım, öksürük derken terletici etkisiyle ateş düşürücü ve şeker düşürücüdür de...damar tıkanıklıkları için bile önerilir. HIV ve menenjit vakalarında olumlu sonuçlar vermiş!


Şifalı yanı bir yana asıl önemlisi sofradaki yeri...demlenmeyi sevenler, mezesiz olmaz diyenlerdenim...ama genel olarak da yemeklerde de kullanırım.Yoğurtla ayrılmaz bir ikilidir sarımsak. Kızartmaların üzerine domatesle birlikte bir sos yapıp içine iki diş sarımsak attın mı yemeye doyamazsın!
Zeytinyağlı ıspanak yemeği sarımsaklı yoğurtla, kabak, havuç her türlüsü yine sarımsaklı, dereotlu yoğurtla, bakla zamanı  tazesi makbuldür mesela...pastırmanın çemeninde, acukada, cacıkta...semiz otu salatasında zeytinyağıyla birlikte, haydaride, midyenin sosunda,plakinin içinde bütün bütün, et yemeklerine...fesleğenli, domatesli makarna sosunu ve diğer sosları sarımsaksız düşünemiyorum...kışla birlikte daha da fazla tüketiliyor...Hazır püresi, tozu aynı lezzeti vermiyor...ayrıca pres yerine ince ince doğrarım...
Eskiden mahallemde at arabalı satıcılar satardı...Milli Piyangocunun memleketinden getirdiği sarımsaklar, kış için stoklarımızı gözden geçirmemiz gerektiğini hatırlattı.

Fotoğraflar: Yedikule 80'ler-4.Levent-2012

8 Ekim 2012 Pazartesi

"Moby Dick", "Küçük Prens" ve versiyonları!..





ABD'li romancı, öykücü ve şair Herman Melville'in  (1819-1891) Moby Dick romanı  Kaptan Ahab'ın "Pequod" adlı bir balina gemisi ile son yolculuğunu ve balinaları nasıl avlandıklarını anlatır...İlk bakışta denizlerde geçen bir serüven romanı sanılabilir...insan Moby Dick'i okudukça, okuduklarını düşündükçe, kitabın derinliğini, gerçek anlamını sezmeye başlar...ama kitabın bu "korsan" baskısı daha serüven başlamadan çocukların hayal gücünü bitiriyor...kapak tasarımında, kitabın ismi, yazarın soyadı yanlış yazılmış, çizimler üstün körü; martı yaşlı ve yorgun bir akbabaya benziyor, gemi bir perspektif harikası...Okullarda okutulması için onay verilen,klasikleri kuşa çeviren zihniyet, dilimizi de katlederken bir de hükümetin laik görüşüne de ışık tutuyor...Yine basit bir çocuk kitabı gibi görünen ama aslında yaşam, sevgi ve aşk hakkında derin anlamlar içeren "naif felsefe kitabı"Küçük Prens·te bir çocuğun gözünden büyüklerin dünyası anlatılır...Kitapta Küçük Prens·in yaşadığı asteroidi (B-612) bulan bir Türk astronomdur. Hatta bu astronom asteroidi uluslararası bir kongrede anlatır ama fesli kafası ve doğulu giysilerinden dolayı kimse onu dinlemez, ama bir Türk diktatörün kıyafet devrimi yapıp herkesi Avrupalı gibi giyinmeye zorlamasından sonra aynı astronom bu defa modern kıyafetlerle kongreye katılır ve herkes ikna olur. Atatürk·ü bir diktatör olarak tanıtan bu satırlar yüzünden uzun yıllar Türk okuyucusu kitabı sansürlü okudu...çeviriye müdahele edilmişti... sonra da eleştirilere maruz kalabileceği gerekçesiyle 2005 yılında ilköğretim öğrencilerine önerilmek üzere hazırlanmış olan 100 Temel Eser arasından çıkarılmıştı...2011'de  oğluma okuttular...listede bu kitabın adını görünce sevindim... ama adını daha önce duymadığım bir yayın evi kendi "dünya görüşü" ile bir çeviri yaptırmıştı!!!!Kitabı bulursam sizinle paylaşacağım.






"Bir yıldızda yaşayan bir çiçeği seviyorsanız, geceleyin yıldızlara bakmak hoştur...ve geceleri gökyüzüne bakarsın. Herşeyin çok küçük olduğu gezegenimi gösteremem sana...belki böylesi daha iyi! Yıldızım senin için herhangi bir yıldız olsun. Böylece gökyüzündeki bütün yıldızlara bakmayı seveceksin..." 

7 Ekim 2012 Pazar

"Droid"













      Star Wars ‘un “Droid” tasarımının ilham kaynakları…

5 Ekim 2012 Cuma

"üst geçit"i kullanan bulut!


bir bulut...

denizin ortasında
tek kürek
şehrin ortasında
bin yürek...

uçup gitmeden
geri dönmeden
yitip bitmeden
vakit geçmeden
kaç kurtul...
ister kelebek
ister tırtıl...
ister yolundan
ister kolundan
tut götür...


memleketimden manken manzaraları -1-




Fotoğraflar: Koca Mustafa Paşa- Samatya-2012

2 Ekim 2012 Salı

"o" ve "yabancı"

Sonbaharın nemli yaprak çürüğü kokusu çalılıkların dibinden şehrin sokaklarına yayılıyordu...mecburiyetler havayı koklamama engel değildi; kokladım, biraz daha kokladım!..bazen de deniz kokusunun değip geçtiği kirli sokakları adımlarken, gri beton yığınları arasından sürüme katılarak işe ulaşmaya çalışıyordum.Her gün aynı...sadece küçük olaylar, kokular ve değişen ışık biraz farklı kılıyordu "an"ları..."an" sonsuz zamanın içinden çalınan, borç alınan ve belkide her şeyi değiştirecek bir an...hepimizin umutlarını besleyen bir an...yorgun ve isteksiz adımlarımı alıp yürüdüm, ayaklarımı sürüye sürüye, bir sürüden, başka bir sürüye...mutsuz insan yığınları arasından...yeni yığınların arasına...aralık bir kapıdan içeri sızan ışık gibi aydınlık  bir kaç yüzle yetindim...bir kaç "günaydın", birkaç "selam"la...sonra sokağın köşesinde "o"nu gördüm birden!..göz göze geldik...öylece kalakaldık bir şey söylemeden...gülümsedim, gülümsedi tüm içtenliğiyle; gözleriyle...tüm korkularını, soru işaretlerini bırakıp bir "an"da gülümsedi gözleriyle..."o"nu sevdiğimi söyledim, şaşırmadı...daha yeni tanışmıştık oysa...isimlerimizi bile bilmeden, birbirimizden sevgiden başka bir şey istemeden, birbirimizin dilinden konuşabildikten sonra isimlerin önemi var mı?! Bir yabancıydım genel olarak... değiştiren, dolayısıyla yabancılaştıran bir varlıktım....hatta değiştirmeme durumunda da yabancılaşan...Yaban  Farsça kökenli bir sözcüktür...boş, ıssız yer anlamına gelir....Yine Farsçadaki çöl, ova, ıssız yer gibi anlamları olan "beyâbân" sözü buradan türer.  Türkçede yaban sözcüğünü karşılayan bir de  "il, el" sözcükleri vardır. Bu çerçevede "yabani" veya "yabancı" elden olan, yerli, bildik olmayan kimse demektir. Daha geniş anlamda evcil olmayan, "uygarlaşamamış", toplumdışı kalan anlamlarına da gelir!..insan "olması gereken"i bilmesine rağmen her zaman ona uygun hareket etmeyebiliyor..."sözüm meclisten içeri: lütfen "gereken"i yapın; uygar olun! yabancı değil dost ve sevecen olun lütfen! Tam olarak uygar olamamanın  ya da “Uygarlığın Huzursuzluğu”nun temel nedenlerinden biri uygarlığın, insanın beklentilerini karşılayamamasıdır.  İkinci nedense, insanın, uygarlığın nimetlerinden faydalanabilmek için vazgeçtiği içgüdülerinin tatmin olamayışıdır; insan doğaya hükmetmek istese de hiçbir zaman  tamamen hakim olamayacaktır...