31 Aralık 2011 Cumartesi

Eski yıl...

Adettendir; giden yıl kötülenir ve yeni yıldan bir sürü şey beklenir... klasik söylemde yeni yılın dünyaya barış, kardeşlik, dostluk, huzur ve mutluluk getirmesi falan dilenir. Beklentiler büyür de büyür  gelecek yıldan...bir şeyin geldiği yok...hatta gidiyor!...bütün suçu geçmişe yükleyip bir yıl sonra ise  geçmiş "bir önceki" yılı arar hale geliriz. Eskiyen 2011 yılında yaşananları  hatırlayıp söylemeye-yazmaya kalkarsak ciddi bir moral düşüşü daha yaşarız...o yüzden her gün kendini tekrarlayan gazete başlıklarını bir kenara bırakalım...
Çok büyük beklentiler içine girmeyelim ...Dünyanın ve Türkiye'nin gidişatı belli...sadece dileyelim...iyi niyetli ve pozitif düşünceyle dileyelim...belki dileklerimizden biri ya da birkaçı gerçekleşir!

                             Fotoğraf: Cüneyt Gök
Çocukken; özellikle yeni yıla girerken kar yağmasını dilerdik...eskiden daha çok kar yağar ve yerde de günlerce kalırdı. Biz bol bol kartopu oynadık, kardan adam yaptık. Tüm çocuklara kar heyecanını ve coşkusunu yaşayabilecekleri bir yıl diliyorum. Ama unutmayalım; bizim düşlerimiz başkaları için kabusa dönüşebiliyor. Doğuda ve özellikle Van'daki çocuklar için de kalplerindeki sıcaklığı yitirmeyecekleri bir "ortam sıcaklığı" diliyorum!

“DÜŞÜNCE”Lİ YILLAR!


DÜŞÜNMEKTEN VE SORGULAMAKTAN
BİLGİDEN VE OKUMAKTAN KORKMAYIN!
“DÜŞÜNCE” Lİ YILLAR!
HATIRLAMAK VE HATIRLANMAK DİLEĞİYLE!..






"Düşünmek görmektir”. (Balzac)
Düşünüyorum o halde varım…
Varım çünkü düşünüyorum, çünkü şüphe ediyorum”. (Descartes)
“İnsan kendini düşünce yoluyla üretir”. (Hegel)






www.cuneytgok.com     cuneytgok@yahoo.com  gsm:532 732 54 06
http://cuneytgok.blogspot.com/
(bu bir reklam değildir!)
                                                         



                                                     

29 Aralık 2011 Perşembe

Şemsiye-2-

Fotoğraflar: Cüneyt Gök
Önceleri "parasol" (para: durdurmak, sol: güneş) adıyla anılan şemsiyenin; Eski Mısırda koruyucu bir niteliği olduğuna inanılırmış!... Çin'de kağıttan yapılma şemsiyeler daha sonra reçine sürülerek su geçirmez özelliğe getirilmiş ve yağmurdan korunmak amaçlı kullanılmış ... Batı dünyasında ancak 16 yy.de yaygın olarak kullanım bulmuş. 
Rüyada yağmur yağarken şemsiye ile yürümek üzüntülü ve sıkıntılı anında yardım edecek bir dost ve güvene, kapalı şemsiye ise iyi bir işe işaret edermiş... 

Rüyasında kendini büyük bir plaj veya bahçe şemsiyesinin altında  gören  her türlü dert, sıkıntı ve  tehlikeden uzak olurmuş...

Fotoğraflar: Cüneyt Gök


1-iki polis arabası
ıslak camın ardında
renkli flaşörleri
ulaşıyor yüzüme
oradan dalgın bakışlarıma sızıyor
sohbet eden iki kişi
sokağın ortasında
benim sohbetim
boş sandalyeyle
bira bardağındaki  kabarcıklarla…
ayakkabı içinde üşüyen parmaklar
olmayan sobanın üzerinde
kuzu kestanelerle
öğleden sonra uykusu düşüne götürüyor beni
parkamın kolu içinde  kedimle...
15 yaşım
lüfer akını...
ateş böcekleri ve şeytan minareleri
sandalın kuytusunda
sağanak…
gemici feneri üstünde pişen
“isli” kocabaş istavrit
3’lük  papakosti şarap...
Hiç bir şey düşlerden daha sıcak olamaz…

2-tenekeciler çarşısında
vuran çekiçlerin sesi değil
duyduğun...
"sevişmesi" uzak ağaçlardaki yaprakların
yağmurla...
kalmak çok mu zor
biraz daha...
eğer öyleyse
yolunu hiç değiştirme
hiç uzatma...
hele hele yağmurda
kimse
yapmaz bunu
eğer şemsiyesi yoksa...
tabii bir de sevmiyorsa!

3-sana hep gerçekleri
söyledi sandın
yağmayan yağmurun
şemsiyedeki sesi
sana hep
sana hep…
pıt
pıttt
pıt...



27 Aralık 2011 Salı

Şemsiye-1-

Şemsiye (ing.umbrella) sözcüğü Latince(umbra)"gölge"den gelmektedir. Yani amaç  öncelikle güneşten korunmak...sonradan yağmurdan da korunulabileceği geldi insanların aklına!

             Fotoğraf: Cüneyt Gök
Uzak Doğu´da MÖ 11.yy´da şemsiyeyi  sadece  politik ve dinsel hiyerarşinin tepesinde bulunan kişiler kullanabilirdi...


Korkuyorum

Yağmuru seviyorum diyorsun, 
yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun..
Güneşi seviyorum diyorsun, 
güneş açınca gölgeye kaçıyorsun…
Rüzgarı seviyorum diyorsun, 
rüzgar çıkınca pencereni kapatıyorsun…
İşte, bunun için korkuyorum; 
Beni de sevdiğini söylüyorsun…

          William Shakespeare

            Beykent Üniversitesi, Taksim Kampüsü, Sergi Hazırlığı...

İçerde, yani bir iç mekanda şemsiye açmak; abesle iştigal etmektir... Batıl itikatları olan kimileri de uğursuzluk olduğuna inanır. Kadınların eline erkeklerden çok yakışır ama yağmurda kadın şemsiyeyi erkeğin taşımasını bekler. Erkeklerde  de daha çok otoriter bir fonksiyonu vardır, baston gibi...Pardessü ile pek yakışır!

Adı vardı, tadı vardı geçmişimde...




20 yıl içinde çok şey değişti...insanlar gitgide duyarsızlaştı, heyecanlarını, sevgilerini ve tepkilerini kaybettiler... video-8 görüntülerde Yalova'dan, Akkuyu'ya, Demirciköy'den Keban'a uzanan hatıralar...adı vardı...tadı vardı geçmişimde. 
Şikayetlerin, yakınmaların ve mutsuzluğun içinde kaybolup gitmeden, bir an için her şeyden sıyrılıp şu an sahip olduklarımızın tadına varalım! Bugünü yaşarken geleceği de düşünerek... "Bişey yapmalı hey"!

                                 Söz ve müzik: Cüneyt Gök

25 Aralık 2011 Pazar

Victoria Dönemi-2- Britanya Atmosferi ve Sinema





Victoria Döneminin Londra'sı ve Londra'nın Doğu yakası, dar, puslu-sisli, karanlık ve kasvetli sokakları ile yoksulluğu ve sefilliği yansıtır. Bir çok insanın çekindiği bu sokakların derinlerinde fuhuş-frengi ve afyon batakhaneleri vardır, diğer tarafında ise pislik ve sefalet; "EAST END"...Bu gizemli bir atmosfer yaratmaya yeter de artar bile...bir de gotik mimari işin içine girince hepimizin ilgisini çeken filmlere malzeme sağlanmış oluyor. Sherlock Holmes ile yeniden gündeme gelen bu Britanya atmosferi aslında Sinemanın ya da Hollywood'un fantastik filmler için seçtiği mekanların başında geliyor. Bu atmosfer içinden çıkan gizemli, esrarengiz ve hayal gücümüzü zorlayan karakterler ve hikayelerde o dönemdeki edebi yazımların payı olduğu da su götürmez bir gerçek. O dönemde bu baskıcı ortamın yarattığı gerilime yine aynı toplumun içinden çıkan edebi eserlerin  karşı koyduğundan söz etmiştik; Arthur Conan Doyle’un “Sherlock Holmes” hikâyelerini, Agatha Christie’nin “Hercule Poirot” maceraları,  İngiliz edebiyatının ilk fantastik kurguları, Lewis Caroll / Charles Lutwidge Dodgson’un “Alice Harikalar Diyarında”  ve Robert Louis Stevenson’un “Dr. Jekyll ve Mr. Hyde” romanları... Fransız yazar Jules Verne ile edebiyat dünyasında yepyeni bir çığır açan ilk bilimkurgu denemeleri, yüz yıl öncesinin insanlarını büyüleyen fikirleri bilimkurgu sinemasına, adını buhar teknolojisinden alan Steampunk türüne  ilham verecektir...Bu türün kökleri gotik roman, bilimsel romans ve sömürgecilik dönemindeki keşif –serüven öykülerine uzanır. Dönemin yazarlarından Jules Verne, H.G. Wells, Mary Shelly, Edgar Alan Poe, Sir Arthur Conan Doyle, Robert Louis Stevenson’un bu türe etkisi büyüktür... İngiliz yazar H.G. Wells’in 1895’ tekaleme aldığı “Zaman Makinesi” ve “Görünmez Adam “1897 ... Yıllar sonra yine Victoria döneminde doğan Aldous Huxley ise “Cesur Yeni Dünya” ile bu akım farklı bir boyuta taşınır.

Klasik İngiliz edebiyatında ise, Jane Austen’ın ardından hayata daha farklı, gerçekçi bir bakışıyla sıradan insanların yaşamını işleyen güçlü bir kalem Victoria dönemine damgasını vuracaktır. Charles Dickens.... bir çok eserden sonra sıra  iğrenç bir hapishaneyi andıran bir fabrikada çalıştığı yıllardan esinlendiği ve o dönemi tam anlamıyla gözler önüne seren bir klasiğine David Copperfield’e gelir (1849-1850).   Daha sonra “Bleak House” -“Kasvetli Ev” (1852–1853), “Hard Times”/ “Zor Yıllar” izler. "Little Dorrit" (1855–1857) ve “A Tale Of Two Cities”/“ İki Şehrin Hikâyesi” (1858–1859) ni yazar. 

Sinema roman uyarlamalarına sarılmaya devam ediyor... Bazen de içinde gerçek olayların da bulunduğu uyarlamalar daha da etkili oluyor. "From The Hell"-Cennetten Gelen filmi de tam böyle bir örnek. Karın Deşen Jack'ın hikayesine ışık tutan filmde katilin izini üren  Scotland Yard müfettişi Abberline. Katil kurban olarak fahişeleri seçmektedir Mary de İrlanda da yeni bir hayata başlama hayalleri içinde bir fahişe...farklı yan olaylar, kafa karıştıran mason ilişkileri, Kralice Victoria'nın tutumu derken film uzayıp gidiyor. Sonunda ölüm bir kurtuluş haline geliyor Mary için....2001 yapımı filmde, Johny Deep Dedektif Fred Abberline rolünde...Albert Hughes ve Allen Hughes filmin yönetmenliğini yapmış.
Miss Potter : Ünlü çocuk kitapları yazarı Beatrix Potter’in gerçek yaşam öyküsünü anlatan filmde, Potter’in romantizm ve sevgiyi arayışı, baskıcı annesine, Victoria dönemi İngiltere’sinde şovenist baskılarına karşı verdiği kişisel bağımsızlık mücadelesi yansıtılıyor. 2006 yapımı filmin yönetmeni Chris Noonan, oyuncular: Renee Zellweger, Ewan Mc Gregor.....Potter yazdığı 23 kitapta; Tavşan Peter Rabbit ve  bir çok hayvan karakterine hayat vermiş...
Sherlock Holmes 1-2
Yönetmen: Guy Ritchie
Oyn: Robert Downey Jr., Jude Law
Tür: Aksiyon / Macera.
İlk filmde (2009) Dünyayı ele geçirmeye çalışan bir grubun peşinde heyecan dolu bir maceraya; eşsiz zekası kadar gözüpekliği ile dalan Sherlock Holmes’e, en az Holmes kadar gizli işlere ve maceraya düşkün yardımcısı Dr. John Watson eşlik ediyor.
İlk filmde  gizemli yeni düşman Blackwood ‘a ikinci filmde ise, Suçun Napolyon’u olarak adlandırdığı, entellektüel anlamda da en büyük rakibi olan Profesör Morirty’ye karşı soluksuz bir mücadeleye giriyor. A Game Of Shadows/Gölge oyunları (2011) bizi Londra’dan nın dışına, Fransa, Almanya ve son olarak da İsviçre’ye kadar götürüyor..
The Wolfman Filminde ise yine dedektif Abberline işbaşında...Filmde Benicio Del Toro, Anthony Hopkins baş rollerde... Yönetmen: Joe Johnton(2010). Bir yazar olan Lawrence, sessiz sakin Victoria dönemi kasabası Blackmoor ’u terk ettikten sonra kendisini toplayıp annesinin kaybını unutmak için uzun yıllar ortalıkta görünmez. Ta ki kardeşinin nişanlısı, kaybettiği aşkını bulmak için yardım edene kadar... Geri döndüğü kasabada bilmeyen bir “kana susamış kasaba halkını tek tek öldürmektedir.Abberline adlı bir Scotland Yard müfettişi  kasabaya gelir...
The Prestige Filminde, birlikte çalışan iki sihirbazın aralarının bozulması sonucu birbirlerine rakip olması anlatılıyor.. Birbirlerinin geçmek ve deşifre etmek için yapmadıkları numara kalmaz. Entrikalar ve gizem ve hırs...yeni bir gösteri yapabilmek için sihirbazlardan birisi Victoria Dönemi’nin en ünlü ve gizemli bilim adamı Nikola Tesla’ya başvurur.Cristhian Bale, Huge Jackman'ın oyunculuğunda yönetmen Christopher Nolan...
Lanetli Miras : Luisa Lorente, Victoria döneminde Valdemar’a ait bir binaya sahip olmak isteyen, bina vergilendirilmelerinde çalışan bir uzmandır. Luisa, birdenbire ortadan kaybolur. Luisa’nın çalıştığı şirketin başkanı olan Maximilian, Luisa’yı bulmak için Nicholas Tramel isimli bir dedektif ile anlaşır. Aslında bilmedikleri bir şey vardır: İlk kaybolan Luisa değildir.
Yönetmen : José Luís Alemán(2010 İspanya)


Tim Burton, Mike Johnson’la birlikte yönettiği film-; Amerikan gotiği ve Victoria Britanya'sından ilham alan Tim Burton stop motion’u- (kilden kahramanlar) “Corpse Bride”/”Ölü Gelin”in mekânı da yine 19. yüzyıl Britanya'sı ve  yine aynı dönemin kasvetinden besleniyor. Aileleri iyi niyetli Victoria ile özgüven problemleri olan saf Victor’un evlenmelerine karar verir. Victor  utangaçlığı yüzünden bir türlü toparlanamadığı evlilik yemini konuşmasını ormanda yaparken provada yüzüğü ‘gelinin parmağı’ niyetine yerdeki ağaç dalına asar. Ağaç dalı birden hareketlenir ve yeraltından bir ceset belirir; gelinliğiyle gömülmüş ölü bir gelindir bu...Yeraltı dünyasına adım atan Victor  kurtulmanın yollarını aramaya çalışırken gelin  aşık olduğuVictor’un kendisini sevmesini  sabırla beklemektedir.
Diğer filmi Victoria dönemindeki karamsar, yozlaşmış ürkütücü  atmosferini başarılı biçimde yansıttığı, dönemin Londra’sını eleşirel bir gözle -sosyal sınıflar arasındaki fark ve adalet sisteminin yetersizliğini- aktardığı bir şehir efsanesi olan, Fleet sokağının şeytani berberi;  intikam için sürgünden geri dönen “Sweeney Todd” ... 
"Sleepy Hallow"(1999)Tim Burton: Sihirle bilimin çatıştığı 19. yüzyıl eşiğinde tamamen rasyonalist bir kahraman, kendini tamamen doğaüstü bir vakanın ortasında bulur…New England'ın Sleepy Hallow isimli küçük bir köyünde seri cinayetler işlenmektedir. Köy halkı arasındaki efsaneye göre cinayetler geceleri ortaya çıkan, başsız bir siyah atlı tarafından işlenmektedir. Ichabod Crane bu cinayetlerin üstündeki esrar perdesini kaldırmak üzere köye gitmekle görevlendirilir. Mantıklı ve bilimsel bir düşünce yapısına sahip olan Ichabond Crane başta batıl inanç olarak düşündüğü bu efsaneyi araştırırken kendi içinde de çelişkilerle karşılacaktır.



Disney stüdyolarında gerçekleştirilen iki  Jules Verne uyarlaması:  “Journey to the Center of the Earth”/”Dünyanın Merkezine Seyahat” (Henry Levin) ve “Around the World in 80 Days”/”80 Günde Devrialem” (Michael Anderson), i de unutmayalım.Victoria dönemi Britanya'sının fantastik örneklerinden Katsuhiro Otomo’nun  Steamboy’u da bir anime olarak listede yerini alıyor.  ( bu arada Victoria döneminde geçen Steampunk türü filmlere  Victorian Steampunk deniyor)
Victoria dönemini konu  edinen, Alan Moore'un çizgi romanı dönemin belli başlı fantastik kahramanlarını biraraya getiriyor “The League of Extraordinary Gentlemen”/”Muhteşem Kahramanlar”, (Stephen Norrington)  Maceraperest Alain Quattermain'in (Sean Connery) Fantom'la mücadele etmek için toparladığı kadro: dişi vampir Mina Harker, Kaptan Nemo, Görünmez Adam, Tom Sawyer, Dorian Gray ve Dr. Jekyll Mr. Hyde'dan oluşuyor. Charli’nin Çikolata Fabrikasın’da, Narnia Günlükleri ve Harry Potter serilerinde ister Victoria döneminde, ister yakın dönemlerde Britanya’nın atmosferini solumaya devam ediyoruz....

22 Aralık 2011 Perşembe

Taş-2-

Cebime bir taş koydum şehirden, denizin kıyısında sekmedi… denizin kıyısından bir taş aldım koydum cebime, hep cebimde kaldı… Umut avuç içinde büyürken, taş cebimde soğuk!.. taş cebimde, elim cebimde, taş elimde, umut avuç içimde… taş avuç içimde sıcak.
Sonra uzatıp  “birinin” avucu içine koydum sımsıcak taşı, sıcak olması onu ürküttü, tutmak istemedi elinde, koydu cebine…taş soğudu cebinde… bir gün bir denizin kıyısında, ayaklarının altında onca taş varken hatırladı cebindekini; ayaklarının altında onca taş varken cebinden onu alıp sektirdi. Taş sekti, sekti, sekti… taşın suya her değişinde oluşan halkalar bir bir genişleyip iç içe geçti, birleşti… sonra taş denizin koynunda ıslak serin bir uykuya daldı ta ki dalgalar akıntılarla kıyıya vurup, bir el yüzlercesi arasından onu bir daha seçinceye değin…



Fotoğraf: Cüneyt Gök

...buradayım...ya da orada!


                             Fotoğraflar: Cüneyt Gök

Uçurum yukardan aşağıya mı yoksa aşağıdan yukarıya doğru mudur? Oluştuğu gibi midir, göründüğü gibi mi? Bakıldığı şekliyle mi derindir, taşıdığı anlamla mı?
Koca bir kaya parçasını parçalayarak çakılara dönüştürebilirsin. Çakılları bir araya getirerek kayayı yeniden oluşturabilir misin ? Bir gördüğün düşü bir daha görebilir misin?

BURADAYIM

Rüzgar kanat çırpışıydı  dev bir kuşun

Gece gölgesiydi yere inerken gövdesinin

Dolunay  gecenin içinde açık tek gözü…

Gece çok sıcaktı. Rüzgar sıcak estikçe daha da huzursuz oluyordum…üstüne üstlük bir de dolunay vardı. Gece çok sıcaktı…hava çok…
Sağa sola döne, kıvrıla saatler sonra zar zor gözlerimi kapatabildiğimi hatırlıyorum. Sonrası rüya:
Buradayım…tüm gözlerin, tüm ellerin erişilebilirliğiyle...bilimkurgu filminin içinde gibiyim. Fabrikalar pas tutmuş. Bir damla bile su yok.  Atıklar dev tepeler oluşturuyor…buradayım ve hayatta kalmış olmayı umut ediyorum. Bunları görebiliyorsam hayattayımdır! Görmemek için ölmeyi yeğelerim…acaba ölü müyüm?!…dumanları ve yağan asit yağmurlarıyla daha da alevlenen yangının korları bana kadar ulaşıyor. Her biri farklı kokular ve farklı renk dumanlar saçan, için için yanan ölü canları düşünüyorum.Tıpkı eski veba salgınlarında yakılanlar gibi…genzim yanıyor, soluk almakta güçlük çekiyorum…gözlerim kanıyor. Buradayım, varım…yarım kalmış bir şarkıyı bitirmek için; soluksuz, vakitsiz, çirkin …Hindiba çiçeğinin polenlerine üfleyip bir yolculuğu başlattığım günden beri ben de çılgınca sokaklarda yürüyorum. Arayışımın yönü çoktan pusulasını kaybetmiş bir hiçliğin sınırlarında . Çöpçüler grevde. Aslında devletin ve özel sektörün hiç bir çalışanı kalmadı. Hükümet falan da…Kimse de sormuyor bu insanlar nerede, neler oldu…herkes biliyor. Bu kabus hepimizin. Şehir kokuşmuş bir hayvan leşi gibi çürüyor...çürüyor… Kimse düşünmüyor. En akıllısı, en ahmağı, en fakiri, en zengini, herkes eşit durumda. Sular 62 gündür akmıyor. Bir damla su için gırtlak gırtlağa insanlar. Kazma kürek bulan, yakılmaktan kurtulmak için mezarını kazıyor. Camları günler öncesinden kırılmış ve yağmalanmış marketin oyuncak reyonunda dolaşıyorum farelerle birlikte…güvenlik kameralarına gülümsemeye çalışıyorum onların çalışıp çalışmadığını bilmeden. Şimdi elektronik reyonundayım dev bir plazma tv’yi kucaklıyorum ama çok ağır…gücüm tükeniyor. Evdeki çiçeğime su bulmalıyım!.. Onu bu güne kadar yaşatmam çok zor oldu. Deniz geliyor yine aklıma bu kadar su bir işe yaramalı; hem Marmara denizi o kadar tuzlu değil diyorum kendi kendime. Açlık ve susuzluktan düşünemiyorum .Televizyon kanallarından bazıları yayına devam ediyor; hem de kesintisiz. Artık içecek ve deterjan reklamları yok. Ana caddeye çıkıyorum, oradan Emek sinemasına…kapılar ardına kadar açık, camekanda afiş, gişede biletçi yok. Salondan sesler geliyor. İçeri giriyorum “Ayestafanos Abidesi’nin Yıkılışı” oynuyor boş salonda... göz ucuyla bakıyorum... benden başka bir iki yaşlı var en ön koltuklarda oturmuş, sigara tüttüren. Film bitince savaş zamanı cepheden haberler adı altında verilen kısa filmler benzeri bir şeyler gösteriliyor. Bir adam haritanın önünde “işte bu hafta temiz yağış alacak bölgeler” diyerek gülümsüyor. Dışarı çıktığımda bardaktan boşalırcasına bir yağmur başlıyor…ıslanıyorum, ıslanıyoruz…herkes sokakta. Kabını kacağını getiren yağmurun altına tutuyor. Koşup evden çiçeğimi alıyorum ve yağmurun altına çıkıyoruz birlikte…


...küçükken

Meleklere inanır mısınız?

Küçükken herkesin bir meleği olduğuna inanırdım ... onların istedikleri zaman bize görünebildiklerine... belki bir oyundu bu ama bugün hala inanmak istiyorum!
Gerçekleşen güzel, olumlu şeyleri onlardan bilirdim. Sonra sanki meleğim birden kaybolmuşcasına hiç güzel bir şey olmamaya başladı hayatımda. Güzel bir şey olmadı zannettik hayatlarımızda, çünkü hissedemedik, çünkü büyüdük ve sorunları farkettik, sorumluluklarımızla birlikte sorunlarımız da arttı...sadece onları farkettik.
İnandığın bir şeyi, sevdiğin birini kaybetmenin zorluğunu herkes gibi ben de yaşadım daha küçükken ama sonra öğrendim sevdiklerimizi bir gün kaybedeceğimiz gerçeğini... bana anlatsalardı belki daha kolay kabullenirdim yokluklarını. Aslında gerçekleşen birçok şey bizim düşüncelerimizin enejisiyle oluyormuş; yine büyüdükçe anlamaya başladım. İyi ve güzel şeyler düşünüp dilersen pozitif enerji sana olumlu bir olay olarak dönüyor. Buna inanmak ile meleklere inanmak arasında “olayı gerçekleştiren” özne dışında bir fark yok gibi. Bilseydim tüm kalbimle dilerdim hep benimle kalmalarını ; en azından bir çabam olurdu. Canlı bir varlığın içinde hücreler yaşar ve ölürler. Yaşam ve ölüm hep yanyana, hep içiçedir.
Nerede olursak olalım, ne yaparsak yapalım herzaman yalnızız. Herşeyi kendi başımıza çözmemiz, sorunların üstesinden yine kendi başımıza gelmemiz gerekiyor!
Sonuçta üzülmeyeyim diye kendimi “kötüye” alıştırmak gibi bir sistem geliştirmiştim kendimce. Fakat iyi bir şey olunca da huzurlu bir şekilde ve yeterince sevinemediğimi biliyorum artık. Kendimizi kandırmayalım, beklentilerimiz sadece kendi çabalarımız ve inancımızla gerçekleşsin! Yoksa boş yere bekler durur, kolay umutsuzluğa kapılır, başkalarını suçlar dururuz. Galiba hepimizin hayatları eksikliklerle dolu. Başka birinin varlığına ihtiyaç duymak, bağımlı olmak tamamen kendi zayıflıklarımız ve karşımızdakine yüklediğimiz “anlamla” ilgili. Hep “birilerini” birilerinin yerine koyuyoruz. Sonrası çoğunlukla koca bir hayal kırıklığı. Düşünsenize anne şevkatini annemizden başka kimseden görebilir miyiz, babamızın azarlama tarzını başkasında bulabilir miyiz... ya çocukluk arkadaşlarımızın, gençlik aşklarımızın yerini başka birileri doldurabilir mi?...
Her dönem kendine özgüdür. Anılar, rüyalarla, birkaç obje, birkaç fotoğraf imgesiyle özlem duyulan yaşanmışlıklarımız hep canlı kalacaktır ...hep biricik.
Dedem ; anneme “cici” diye hitab ederdi... o zamanlar kulağa bir Fransız ismi gibi melodik geldiği için midir bilinmez anlamını ya da nedenini düşünmezdim... çocukluk işte!...Rahmetli fotoğraf üstadım ve gönül insanı Aziz ağabey’i de “zizi” diye çağırdıkları zaman hep kulağıma dedemin o sevgi dolu seslenişi geldi durdu “cici kahvem hazır mı?”... Dedem öldü gitti kimse annemi o isimle çağırmıyor. “Onu dedem gibi kimse sevmiyor mu yani?!” diye düşündüğümde maalesef öyle olduğunu anlıyorum , yine bu yaşımda öğreniyorum! Herkes kendince sever, sevgisini kendince gösterir. Kimi kucak dolusu çiçeklerle gider eve, kimi sevgi sözcüklerini eksik etmez eşinden, dostundan, bazısı nemruttur, hiç gülümsemez sevdiğine, bazısı laubalilik gibi görür samimi olmayı ama seviyordur bir şekilde gösteremesede... hani çocuklara ne kadar sevdiklerini sorarlar insanlar kendilerini tatmin etmek için...onlarda iki kollarını olabildiğince açıp bu sevginin boyutunu gösterirler ya da “dünyalar kadar” cevabını verirler ya sonra sonra yaşadıkça bir çok kişiye, bir çok şeye ve yaşama karşı artacağına habire azalır sevgileri...kiminin sevgisi bir serçenin, kiminin bir albatrosun kanat açıklığı kadar...
Babamdan hiç bir sevgi sözcüğü duymadım desem yeridir. Katı disiplin altında büyürken subay babasından “o” da duymamıştı belki. Duruşlar ve raconlar vardır ama “duygular” da inkar ve ihmal edilmemeli...
Çocukluk bittikten sonra gençlikte ve erişkinlikte “çocukça şeyler yapmak” insanı basitleştiriyor mu? Keşke herşey basitleş se, basitleşsek, keşke çocukluğa, o saf ve basit ama tüm benliğimizle bizi içine alan günlere dönebilsek.
En son lunapark’a ne zaman gittim hatırlamıyorum. Gerçi eski lunapark ve panayırlar da kalmadı ya!. Çocuk aklımla çözemediğim aynaları hatırlıyorum çadırın bir bölmesi içinde... içbükey, dışbükey aynaların biri şişman diğeri zayıf gösterirdi. Bir ağaca tırmanmayalı 25 yıldan fazla olduğu kesin. Meyvenin en güzeli de dalından koparılıp yenenidir!... Küçükken ne kadar da çekici geliyordu uzak bahçelerin yasak meyveleri. Devlet Üretme Çiftliği’nin bekçisinin bizi kovalamaktan yorgun düştüğünü bilirim birkaç olmamış mayhoş ama bir o kadar da sulu elma için.
                      Yalova'da "son mavna"...

Sapanımı hatırlıyorum “şimşirden” gövdesini ateş altında ve atış gücünü serum lastiğiyle güçlendirdiğimiz. Daha ilk atışımda bir serçeyi vurup tövbe etmiştim. En kısa maceramdı. Evden kaçıp limana giderdim. O zamanlar mavnalar İstanbul ile Yalova arasında erzak, sebze meyve taşıyorlardı. Hem tekneleri seyreder, hemde küçük iskelelerinden olta atardım. Oniki-onüç yaşlarında arkadaşımın zıpkınıyla bir dalış yapmıştım yine bir yaz. Vurduğum ilk balığım kefal zıpkının üçlü ucunda, zafer çığlığıyla suyun üstüne çıktığımda sevincim kursağımda kalmıştı. Buğulu gözlüğün üzerinden sular süzülürken kıyıdan bana doğru bakıp parmağını “sen görürsün”diye sallayan babam kıyıda “canıma okumuştu”. Ankara’lı arkadaşım Hasan ve babası Şakir Amca çok iyi anlaşırlar, birlikte balığa çıkıp ava giderlerdi. Hasan büyüdüğünde “Rakı sofrası”nı da paylaştılar. Hep hıskanmışımdır ilişkilerini. Hasan bunun farkında kendince güzellikler yapardı. Bir gün babasının ona aldığı “Bursa işi” bir elyapımını bıçağı bana hediye etmişti;80’li yılların başıydı . Bir kaç gün kullanmaya kıyamadım sonrada yıllarca fellik fellik aradım durdum ta ki 2005 yılında çocukluktan beri yazı geçirdiğimiz Yalova’daki apartmanın mutfak boşlunda, düşen bir kuşu kurtarırken bizim katın mutfak penceresinin kenarından sallanan bir ipin ucunda burun buruna gelinceye değin...Yine kullanmaya fırsatım olmadı. 2007’de artık dolaptan çıkarıp bileyciye götürmüştüm. Bileyci ustasının “çok güzel bir elyapımı bıçak...onunla özel ilgilendim” demesinin aslında “haddinden fazla biledim” demek olduğunu ilk kullanışımda parmağımı komple götürürken öğrendim. O da manevi yaralarımın yanına fiziksel bir yara daha olarak eklendi. O günlere tam anlamıyla dönmek mümkün değil. Bazen bir imge, bazen bir koku alıp bir yarımı götürse de... Tekrar çocuk olabilseydim ne değişirdi?...


“küçücüktüm ufacıktım, top oynadım acıktım”...diyebilseydim yeniden. Şimdi ancak kendi çocuğumda yaşanmamışlıkları yaşamaya, birlikte zevk alarak yapabileceğimiz şeyleri bulup çıkarmaya, onu olumlu , özgür ve kendine güvenen bir birey olarak, sorularını cevapsız bırakmadan yetiştirmeye çalışıyorum...özellikle bir gün sevdiklerinden ayrılmak zorunda olduğunu gerçeğini öğreterek.

20 Aralık 2011 Salı

Bir martının kanatlarıdır onlar...


                                 ...lodos
                                ...poyraz      
             Fotoğraflar: Cüneyt Gök


Gölgenin izini öptü
Bu yalnız dudaklar
Esrik saatlerini sayıkladı...
Nöbetini tuttu dolunaylı gecelerde koyların
Sırlarını sordu yalan ile gerçeğin
Aradı bulamadı  sözleri
Kelimeleri kuytulara saklamıştı
Hep başka bir güne...
Derinlere gömdü güzelliği
Bir başkası çalmasın diye
Bakışlarından...
Bencilliğine ağıtlar yakıldı
Tütsüler gölgeledi hüznünü
Soluklar sevişmelerden kalan
Bir dudak izi gibi
Kolalı yakalarında kıyıların...
Lodos bitti
Zaten poyraz yakışırdı ya boğaza...
Heyecanlandım diyedir
Sabırsızlığını maruz görün adımlarımın
Bir kayığın kürekleri
Bir martının kanatlarıdır onlar…

....farkında olmak...

…tersine… bir ‘tırmanıştı’ yaprakların düşüşü; en azından ben öyle olduğunu düşünerek karşı konulmaz bir sondan biraz olsun uzaklaştığımı sanıyorum… Kimse kimseyi duymuyor sadece gürültüler var boğuk… Kimse kimseyi görmüyor sadece görüntüler var bulanık… Kent ya da şehir; herkesin bildiği ama isimsiz… Her geçen gün biraz daha silikleşen insan yüzlerini bulutlara benzetiyorum; ufacık bir rüzgarla durmadan değişen, tam bir şeye benzetip birilerine göstermek isterken birden dağılan bulutlara… Bulutlar hiçbir yere ait değildir, görüş alanımız içindeki gökyüzüne bile… İçine gökyüzünü de alan bir fotoğraf çek; oraya ve o zamana ait olurlar! O anın içinde dondurulmuş, o çerçevenin içine hapsedilmiş... O gün İstiklal Caddesinde yürürken benim de bu şehre ait olmadığımı anladım. Görüş alanıma girip çıkan kalabalığın, yitip giden o yüzlerin hiçbir özelliği yoktu; ifadesiz, donuk ve birbirine benzer bakışlar… Netlik yapmıyordu gözüm. Gözleri kapalıyken görebilenleri, gözleri açıkken içindeki ışığından ayırt edebilirsiniz. Kulaklarımız işitmeye uygun tüm sesleri işitir, gözlerimiz ise ne göreceğini seçer. Aslında her şey çizgilerde; çizgileri çizgi yapan noktalarda gizli. O noktalar bir gün masumca konuldukları yerde eğik çizgilere dönüşmüş durumda. Eğik çizgileri değişen, dönüşen ve yabancılaşan insan hayatlarına benzetiyorum. Sanırım her insanın özgün bir yapıt olduğu düşüncem bu ‘fotokopi’ görüntülerle hızla tükeniyor. Sadece tüketim üzerine kurulu yaşam anlayışları bir duyarsızlık üniforması gibi üzerlerinde… Kimse düzeltmediği gibi çizgiler daha da eğiliyor… o ilk konan noktalar hatırlanmaktan uzak… çizgiler eğiliyorlar, eğiliyorlar … 

kalabalıkla beraber akıp gideriz kirli bir nehir gibi sokaklardan caddelere
belli belirsiz silik yüzlerimizle oradan oraya
özgürlük düşlerimiz umutlarımızla yitip gideriz kirli bir nehir gibi… 
açık gözlerle ama derin bir uykuda… yitip gideriz en karanlık saatindeymiş gibi gecenin. 
ısırgan otlarına ,savaşlara, mezarlara, 
ayaklarımız altındaki karıncalara aldırmadan yaşarız çoğumuz, 
gökyüzü örter kaplar herkesi her şeyi 
zaman kokular ve gölgeler taşır 
mevsimi gelince çiçek tozları yine uçuşur
bir döngüdür yaşam
ama bil ki
hiç bir şey eskisi gibi olmayacak...
… bulutlar hiçbir göğe ait değildir. Sen bulutlara bakarsın bulutlar sana …Sonra seni bırakıp, unutup giderler orada. Gökyüzü senin için iki gözün açıkken baktığın aralık kadardır; bulutlar içinse kat edilecek daha çok yol vardır. Her gün küçük listeler yaparım cebime koyarım yada koyduğumu zannederim… Mutlaka bir yerlerde unuturum! Sonra, tesadüfen unuttuğum listelerden birini bulduğumda ekmek, plastik kova, domates, yeşil salata, limon, sigara ve mezgitle alakasız bir şekil ve zamanda karşılaşmış olurum Lavabo aç alıp mutfak lavabosunu aç, sabah uyanıp kalkınca yüzüne bir avuç güneş çarp!.. 
Pasiflora, sudafet, miyorel, kulak temizleme çubuğu gibi notlar ve listeler.. Aynalarla pek barışık olduğum söylenemez; aynalar gerçeği çoğaltır çünkü. Gerçek çoğalıp büyüdükçe biz küçülürüz; o yüzden nasıl göründüğümü pek bilmem ama fotoğraflardaki ‘ben’i gözümde daha iyi canlandırabiliyorum. Tüm fotoğrafları önüme döktüm, pek çok fotoğrafta yaşayanlar ve yaşananları… Fotoğraflarla akıp giden zamanı ve değişimi görebiliriz. Yalova’da çekilmiş bir fotoğrafımda benim 20-25 yıl önceki halim …elimde tutuğum lüferler -hemen o akşam afiyetle yediğimiz, ısınan havayla göğe yükselen, belki saatler sonra buluta dönüşecek su partikülleri bile hapsedilmiş kadraja …kırık dökük küçük iskele- 17 Ağustos sonrası denize doğru 50 metrelik dolgunun altında kalan- ve o iskelenin ilersindeki,  canlıları sürekli azalan deniz… arkada 1. ve 2.mendreğin  beyaz boyalı beton fenerleri- şimdilerde metal profilden çirkinlik abidesi… 
Şimdi aynı yerden, aynı açıyla böyle bir fotoğraf çekmeye kalksak, fotoğrafta geçmiştekine en yakın görüntü ancak gökyüzü ve varsa birkaç bulut olabilir. Geçmişte çekilen bir fotoğrafta bulunan, bu gün gerçekte varlığını sürdürebilenler bu fotoğraf örneğinde olduğu gibi tamamen farklı olacaktır.Fotoğraf içinde ölümü saklasa da bakıldıkça  yaşananları yeniden diriltir. Bir zamanlar en sevdiğim spor ayakkabılarım, paçaları sıvanmış kotum, mavi çizgili t-shirtüm, geçmişte balıklarla dolmuş taşmış; daha sonra da dolacak turuncu kovam!... Paralaks hatası yapan sabit objektifli fotoğraf makinesi, film, banyo eczası, baskısı kartı, o günün o saatinin o ışığı… Bir daha bir araya gelemeyecek koşullar birleşip o biricik fotoğrafı oluşturmuş.
Gülümseyişim, coşkum, boyum, kilom( en zayıf halim), saçımın taranmamış, özgür hali vs.vb. Her ne kadar o fotoğrafta görünmese de dişimde o zaman tek bir çürük bile yoktu. Bulutlar bulutlar… Kar kristalleri gibi birbirinden farklıdır. Çocukken gökyüzüne bakmaktan boynum ağrırdı ama ağrıdığına da değerdi; tunçtan heykeller, yumuşacık peluştan hayvancıklar… Büyüdükçe sırtüstü yatmayı keşfettim. 
“Hiçbir konu, hakkında hiçbir şey söylenmeyecek kadar eski olamaz.” (Dostoyevski) Evet, hayatın başlangıcı ne kadar eski olsa da hayat hakkında söylenecek o kadar çok şey var! Farkında olduklarımı söylemeliyim bir bir..Şimdiye kadar rüzgarı gören olmadı; ama tenime,yüzüme, yapraklara, otlara, beton duvarlara değip geçiyor; benden önce okuyup bitiriyor masadaki kitabı; benden önce öpüyor sevgilimi.. Kuzey ve batı rüzgarları düşüncelerin arındırılması üzerinde etkilidir; güneyden ve doğudan gelen rüzgarlar ise yeni doğuşlara ve gelişmelere açar bizi… Mavi, yaşamdaki amacımızı ve özlemlerimizi gerçekleştirmemiz yolunda bizi destekler,anlayış gücümüzü arttırır. Barışçıl yüksek nitelikleriyle deneyimlerimize yeni boyutlar kazandırır. Maviyle kararlı ve huzurlu oluruz. Deniz ve gökyüzü insana huzur verir, sakinleştirir. Sonsuzluğu ve özgürlüğü çağrıştırır. Öyle bir gökyüzü ki her şey onda… Şehrin içinde yaşamaya çalışırken, sokaklarında küçülüp silikleşerek kaybolurken bütün güzellikleri ve özgürlüğü onda bulabilirsin sadece ; başını biraz yukarı kaldırman yeterli. O, hep üstünde yukarda olacak; hiç ihanet etmeyen bir gökyüzü...
Yaşam üçboyutludur ;uzunluk genişlik ve derinlik.Birinci boyut bitkisel yaşama denk düşer; ikinci boyut hayvansal yaşama, üçüncü boyut ise insansal yaşama uygundur (Borges “sonsuzluğun tarihi”). Yaşamın ya da gerçeğin biçiminin geçmiş ve gelecekte değil şimdiki zaman olduğunu açıkça görmeliyiz. Geçmişte kimse yaşamadı; gelecekte de kimse yaşamayacak. Aksine şimdiki yaşam sadece tüm yaşam biçimidir (Schopenhaur).Şimdide yaşamak her an yeniden doğmaya benzer; hiçbir şey, bize olabilecek en kötü şey değildir, gibi cümleleri düşünerek kendimi iyi hissetmeye çalışıyorum; ama şurası bir gerçek ki hepimiz birilerine göre başkalarıyız. Ve hiçbir zaman başkasını tümüyle anlayamayız. O zaman ben de birilerine göre başkası isem benim de tam olarak anlaşılmam beklenemez. Yabancılaşma burada başlıyor; değişimden dönüşümden başkalaşımdan nokta olarak başladığımız serüvende çizgiye dönüşmekten ve çizgilerin yamulmasından…
Birbirinden farksız çirkin yüzleri, sessizliği bozan her şeyi, gri kıpırtısız ölgün denize tüm gücüyle çağlayan kanalizasyonu unutabilmeyi isterdim!! Tüm ölümleri, tüm eksik yaşamları unutabilmeyi… Sis dağıldı, büyü bozuldu ve şehir görüntülerin keskinliği somutluğuyla eski haline döndü.Martılar şehir çöplüğünde yiyecek bir şeyler ararken dumanlar içinde boğulan kent suskun bekliyor sanki …dışardan bakıldığında…

şehir gibiydi adam geçmişi arka cebinde
o kadar kalabalık bir o kadar da yalnız
boşa nefes tüketip boşa hayal kurdu 
yürekli olmanın aptallık sayıldığını bilebile…
şehir gibiydi adam
tek yöneydi yaşam
o yönü bulamadı…

18 Aralık 2011 Pazar

Kokular



Fotoğraflar: Cüneyt Gök
Kimyasal duyu dilimizde kokular tadlarla birleşir, yenilebilecek şeylerde bütünleşir...

Kokusunu sevemeyeceğim bir şeyin tadını sevebileceğimi düşünemem ama yiyecek olarak görüntüsünü beğenmediğim bir şeyi pek ala yiyebilirim; hatta tadını beğenebilirim. Zeytinyağlı pırasa bunlardan biri... ama çok tercih ettiğim söylenemez! 
Kokular ve tatlar geçmişle birlikte benliğimize yerleşir ve çağrışımlarla bizi geçmişe götürebilir...
Kapuska yemeği kokusu Saint Benoit Lisesi’ndeki öğrencilik günlerime götürür, şekerli “parfüm” kokuları daha da eskilere; ilkokul dönemimde yeni çıkan kokulu silgilere… Benzin kokusu dört sene öncesine kadar kullandığım Gaziantep’ten bir eskiciden alınan yılların 4’lük (dört beygir gücü) içten takma Koehler motoruyla teknemi hatırlatır.Yeni dökülen asfalt geçmişteki yaz günlerini …yaz günlerinde aşırı sıcaktan eriyen asfaltın her dem taze kokusuyla koca bir yaz yada geçen yazların bütünleşmiş tatları, imgeleri, gölgeleri…
Lodoslu günlerde mazgallardan, giderlerden geri tepen hava ve rüzgarla sokaklara, evlere yayılan kanalizasyonun kokusu denizi getirir ruhumun kıyısına…Yanlışlıkla tersten yakılan sigaranın filtresi henüz kızarmamış turşuluk yeşil; “gök” domatesi çağrıştırır. 



Ne zaman bir mum söndürsem çocukluğuma giderim… doğum günleri kutlamalarına ve sıklıkla geceler boyunca süren elektrik kesintili günlere… söndürülen mumun fitilinden kısa bir sürelik yükselen dumanla karışık o koku… Gaz lambalarının isli kokusu ise çok uzaklarda. 
“Öyle bir günü” hatırlamakla,zincirleme bir reaksiyon başlıyor. O duygu veya duygular başka bir olayın görüntü ve duygusunu tetikliyor.
Mekanların özdeşleştiği kendine has kokuları vardır. Meyhanelerden dışarılara taşan meze, balık ve rakının kararında harmanlanmış kokusu, umumi tuvaletlerin burun direğimizi sızlatan amonyağın temizlikte kullanılan çamaşır suyuyla yarışan göz yaşartıcı etkisi...
Her semt farklı kokar; Gayrettepe ve Beykoz daha da bir başka; Tekel’in likör ve rakı fabrikaları semti kendine özgü o saf, damıtılmış kokusuyla yıkar…
Boğaz semtleri denizle ilişkisinden hep iyotlu ve nemlidir.Varoşlar ve çukur semtler kış aylarında yanık lastik ve is kokar, küçük sanayi işletmelerinin küçük kimyasal karışımları, Dil Ovası’nın insanın beynini döndüren büyük karışımı… 
Her evin kendine özgü kokusu vardır; yenileni, içileniyle,eşyalarıyla. Sahafların kokusu eski ahşap evlerin, tavan arasının,bodrum katların kokusuna benzer: yaşanmışlığın, geçmişin nemli yorgun kokusu...
Sokaklarda mutfaklardan dışarı sızan; kavrulan soğan, patlıcan biber kızartması kokusuyla “aile” kavramı şekillenir birdenbire gözümde …en olmadık saatte tok bile olsanız baştan çıkartıp sizi o evde “tanrı misafiri” bile yapabilir. Bir yemek kokusu deyip geçmeyin, o koku evin içini,divan ve çekyatları ,onların yerlerini,ailenin annesinin karakteristik özelliklerini ve duvarda asılı olan resimleri bile “tahayyül etmeye” yöneltir beni…
Fırından yeni çıkmış “pişkin” yada kızarmış ekmek, sıcak bir simit, demli bir bardak çayın kokusuyla başlayan sabahlar her zaman daha güzel gelişir ve devam eder. İnsanın sağlığı genelde yine kendi psikolojik sağlığına bağlıdır. Moral kazandıracak,motive edecek o kadar çok koku var ki!.. Yağlı boya badana kokusu bile… boya kokusu yeni bir ev yada yenilenen bir evi düşündürür, hayatınızda sizin kontrolünüz ve isteğiniz doğrultusundaki bir değişikliği ifade eder, yeni biçilmiş çimler karpuz kokusuyla özdeşleşmiştir;her ikisi de tazelik getirir içinize...
Şebboylar, sarmaşık gülleri eski bahçeleri anımsatır; tüm ailenin bir arada olduğu güneş ılığı günleri. Çiçek kokuları ruhumuzu dinginleştirir…ama bazıları baştan çıkartıcıdır. İğde,ıhlamur gibi bazıları baş döndürücü…Nane ve kekiği de unutmamalı!
Orhan Veli’nin şiirindeki gibi denizden yeni çıkmış ağların kokusunu da unutmamak lazım! hele içlerinde birde hamsi, sardalye varsa....
Taze olan her şeyin görünüşü kadar kokusu da mutlu eder beni. Yaşam ibrem yukarı doğru yükselir. Tertemiz, yeni yıkanmış çarşaf ve nevresimlerle yatmak serin ve taze bir duygu verir.
Yağmur sonrası toprağın, yakınlarda toprak yoksa tozun ıslak, eğer çiselemişse nemli kokusu başka mekanlardaki başka zamanlara götürür beni ; dalgalarla kıyıya vurmuş yosunların kokusunu duyduğumdaki uyarılmaya eşdeğer bir yoğunlukta…
Tarhana çorbası ile kırmızı soğan birlikteliği ne kadar mükemmel ise, iskender ve tereyağı o kadar ağır ve itici gelir. Koku ve tad uyumu işte bana göre böyledir.
Katı yumurta, kükürt, sirke…
Dalından yeni kopmuş domatesin, kabak mücverinin, çocuğunuzun saçlarının kokusu…
Sakızlı muhallebi pişerken, çilek reçeli kaynatılırken bir çocuk heyecanıyla ocağın başından; mutfaktan ayrılamam.
25-04-2007/ “bizimavrupa.com web gazetesi”nde  yayınlandı…




...geçen pazar günü...

Geçen Pazar günü, uzun zamandan sonra eski eşyalarla dolu o odada yine kayboldum. Arkasındaki duvarın görüntüsünü içinden geçiren bomboş kafes, tel parmaklıklarının arasında takılı kalmış didiklenmiş kalamar kemiği, muhabbet kuşlarımın geçmişten gelen geveze ötüşleri bildiğim bir hikayeyi bana yeniden anlattılar:

1995 Ağustos’unda Akkuyu termik santralini protesto etmek ve yurdun dört bir yanından gelip ‘zincir’ oluşturacak insanları görüntülemek için Mersin’e doğru yola çıkıyoruz. Oradan da Silifke’nin Taşucu beldesine geçeceğiz. Mersin’e doğru yaklaştıkça Taşucu’nun hatırladığım son görüntüleri geliyor gözümün önüne denizkızı, ağaç olmuş kauçuklar, kaktüsler, yeşil sarı limonlar, muzlar … Akgöl’e giden yolu hatırlıyorum; mantar gibi bitmiş kaçak evleri, yaşam alanları daraldıkça Kummahallesi’nden içerilere, sazlıklara çekilmiş yüzlerini göstermeyen kuşları. Arada bir kaç ürkek ötüş, bir iki ördek, saz horozu, turaç, yağmurcunlar kaçışıyorlar. Cılıbıtlar yüssüz, toygarlar korkusuz, böcekler, kertenkeleler, kumullar ve “Paradeniz”.

Yeniden buluşmanın sabırsızlığı ile kilometreleri tüketip Mersin’e ulaşıyoruz. Yine bir Pazar günü curcunasında, Mersin sahilindeyim, kanalizasyon ve yüzen atıklar, bulamaçın içinde yüzen çocuklar, kıyısında insan seli, limonata, şerbet, tartıcı çocuklar ‘tartayım ağabey iki kişi bin lira’, o kadar kalabalığın içinde satıcılar hiçbir şey satamıyor yeni umutlar için yarına… 

Uzun ve zevkli bir tekne yolculuğundan sonra yürüyüşün başlayacağı kamp alanına varıyoruz. Karışıp kaynaşıyor insanlar;şehirlisi ‘hayır…HAAYIRR!...’diye bağırıyor, köylüsü-çocuğu sırtında - ‘‘hormonlu domates gibi çocuklarımız olmasını istemiyoruz’’ insanlar elele yürüyorlar… zincire bir halka da ben oluyorum…

Akkuyu’da pankartlar, sloganlar, şarkılar, kornalı protestolar, sazlı aşıklar, polisler, izciler, dernekler, şortlu bermudalı çevreciler, şalvarlı köylüler. Zincir ilerliyor kopmadan, kilometrelerce…

Santralin yapılacağı yerde jandarma durduruyor; ‘özel arazi’, ‘yasak bölge’. Oyun havaları, ‘Silifke’nin yoğurdu’…ayaklarımızın altında kekikler; onlar da kokularıyla seslerini yükseltiyorlar…’sessiz kalınamaz, kalınmamalı’,‘sessizlik sonumuz olur’… 

Denizkızı hala Taşucu’nda; uzaklara bakıyor ama kimseyi beklemiyor aslında… O, umutları saklı tutuyor koynunda; eylemsiz belki ama belki de ‘oturma eylemi’ yapıyor !Bizden daha kararlı terk etmemek için orayı.

Yolda içilen alelacele demlenmiş bir bardak çayın elden ele koparılan ekmeğin iyot ve kekikle karışmış kokusunu, domatesi, biberi, tekneye eşlik eden uçan balıkların yüzgeç seslerini;beş kiloluk ‘Ağzısarı”nın yediği yosun ve vurgunu…her yanımızı sarıp sarmalayan o süzme, o ‘mis’ havayı…bu yolculukla yaşanan, paylaşılan ne varsa… anlatacak kuşlarıma her şeyi o sularda yüzmüş kalamarın kemiği…dönünce İstanbul’a cebimden çıkarıp takıyorum kafesin kenarına …Ve dolduruyorum sayfaları on yıl öncesinin coşkusuyla…

Şimdiki zamana dönüveriyorum. Kafes bomboş; arkasındaki duvarın soğukluğunu içinden geçiriyor. Oda eski sessizliğine bürünüyor; içim üşüyor. Dışarıdan çekiveriyorum kapısını kendi yalnızlığının üstüne…


Bu yazıyı 6 yıl önce yazmışım ve şöyle bir geriye dönüp bakınca neredeyse 16 yıl olmuş o günlerden bu güne!...


Yazı, 26-12-2005 de “bizimavrupa.com web gazetesi”nde  yayınlandı…



                                       Ne güzel günlermiş..."Tadı vardı geçmişimde" videosu!

16 Aralık 2011 Cuma

...ya ayaklar olmasa...


Fotoğraflar: Cüneyt Gök

ayaklar olmasa ne yol
ne de basamaklar
olmayan ayağın
ne nasırı ne de kokusu...
ayaklar  olmasa ne adım, ne de koşmalar
ne  ayakkabı
ne de yamalı çoraplar
ne tekme, ne de çalımlar...
ayaklar olmasa...

...eller olmasa...



Fotoğraflar: Cüneyt Gök

...eller olmasa ne sanat,
ne de iş...
eller olmasa  ne bir okşama, ne bir  dokunuş
ne bir kavrama, ne de tutuş...
eller olmasa
ne eldiven,  ne cep
ne avuç, ne de avuç içinde bir  umut...
ne parmak, ne tırnak, ne yüzük, ne de oje
eller olmasa ne silah, ne savaş
ne zafer,
ne de  medeniyet...

14 Aralık 2011 Çarşamba

...sana dönmek istiyorum yüzümü...



Sana dönmek istiyorum yüzümü
Suskunluk içinde...
Kör bir kuyunun
Dibine çarpıp
yankılanıyor nefesim...
suskunluğum çaresizlikten değil
yönünü bilememekten görünümlerinin...
gövdeli bir şarabın dibindeki tortular
zamanın güçlü
yorgun savaşçıları
adını öğreniyor
bundan sonraki savaşların
zafer masalarında...
bakışlarımı hiç ayırmadan
sana dönmek istiyorum
ölen korkularımın uzağına
kapanan yaralar adına
diliyorum henüz dilenmemiş ne varsa...


Eski Rüyalar...

                       Fotoğraf: Cüneyt Gök-Silivrikapı-2010

Doğmadan silinen buluttu
Yüzlerimiz
Dev bir çengeli iğnenin tuttuğu
Eski rüyaların kayıptı uykusu
Tarlanın tam orta yerinde
Korkuluğun olağan bir gününde
Didiklerken mısırları kargalarla birlikte
Sormadığım sorunun cevabı
Yamanmış pantalonumun dizine

12 Aralık 2011 Pazartesi

Victoria Dönemi-1-


63 yıl, 7 ay süren kabusun kaynağı ve toplum üzerindeki  etkilerinden biri (utanç)!?...(kimin utancı?)

 “Vampirler, kurtadamlar, canavarlar, mumyalar.vs.vb...reel-toplumdaki insanın öz parçası sayılan kötülük ve günah potansiyelinin kişileşmiş görünümleridir”diye yazmış “Çağdaş Fantazya”da Ünsal Hocam. İçimdeki potansiyel “ben”leri düşündüğümde kendimi ne kadar tanıdığımı da sorguluyorum... biz kendimizi çözemezken (bir eksiklik- yetersizlik mi dir..?) evreni ve paralel evrenleri nasıl çözeriz....beynimizin ne kadarını kullanıyoruz....IQ ve beyin işleyiş ilişkisi vs vb...cevapları arıyorum  ama unutulmaması gereken bazen bulduğumuz cevapların bizi tatmin edemeyeceği, mutlu edemeyeceği...ama yine de körü körüne bize verilen ya da dayatılanları  da kabul edemeyeceğim. Sorgulama ve düşünmeye devam...

Ucubeler ve canavarlar psikanalize göre alt benliğin (alt-ben, id: Temel ve en ilkel benliktir; zevk temelli bir istekler ve aşırı ısrarcı temel enerjinin çıkış noktasıdır. Ana kaynağı cinsellik, açlık gibi ihtiyaçların bencilce doyurulmasıdır) iç yüzünün dışa vurumlarıdır.
Dışardan bakıldığında XIX. yüzyıl sanayi devriminin yükselişi ve Britanya İmparatorluğun zirvesi olarak kabul edildiği bir dönem Victoria dönemi.  Ama çelişkileri  kavramsal çatışmaları içinde barındıran bir dönem...
Mina Urgan, dönemin toplum yapısını şöyle özetliyor:
Ailevi değerlerle saygıdeğer olma merakı ve bunun getirdiği ikiyüzlülük, toplumsal durumlardan ve bireysel koşullardan aptalcasına memnunluk, cinsel konularda yapay çekingenlik ve sevgisiz evliliklerin kutsal bulunması, dar kafalılık ve dinsel yobazlığa karşın Hristiyanlığın dibini oyan bilimsel araştırma ve gelişmeler, para ve madde severlik ve alt sınıfların ve parasızların saygın bulunmaması, plansız gelişen sanayileşme ve haksızlıklarla dolu çalışma şartları ve adaletsiz ekonomik düzen, sanata duyulan düşmanlık ve edebiyatın salt eğlence aracı olarak algılanması...
Gelenekçi bir toplumun değerlerini yitirmelerinden kaynaklanan olumsuz düşünce tutumu, korkular, karşı çıkışlar, başkaldırmalar, 63 yıl 7 ay süren bu dönem nasıl bir dönemmiş tanrım! ... Kilise-bilim, inanç-akılcılık, refah-yoksulluk, insani ve ahlaki değerler, fuhuş, gibi konuların çatıştığı, çelişkilerin en yoğun yaşandığı  muhafazakar bir dönem...cinsellik baskı altında tutulmuş ve kadın, baştan çıkarıcı şeytan veya azize gibi uç noktalarda yorumlanmıştır.

Sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan varoşlar, şehirlerde baş gösteren fakirlik, dönemin yazarlarının dikkatini insanların yaşadığı zorluklara çekmiş. Böyle bir dönemde çöküntü durumundaki sınıflardan; yazarlar, sisteme direnmek, toplumu düzeltmek  isteyen yitik insan tipleri ve korku hikayeleriyle karşımıza çıkarlar.  İşte onlardan biri  "Dr. Jekyll ve Mr. Hyde"dır. İnsan ruhundaki iki farklı kişiliğin; iyinin ve kötünün çatışmasını alegorik (alegori:içindeki karakter ve olayların gerçek hayattan bir takım karakterleri ve olayları temsil ettiği hikaye, film, resim, vs. türü) biçimde ele alan "Dr. Jekyll ve Mr. Hyde" romanı nazik ve saygın bir insan olan Dr. Henry Jekyll'in zaman zaman şehvet düşkünü bir canavara:  Mr. Edward Hyde'a dönüşmesi anlatılmaktadır. Kişilik bölünmesi psikiatride “splittig of personality” ya da “dissociation of personality” diye adlandırılır. Dr. Jekyll laboratuvarında  yaptığı çalışmayla bir iksir bulur. Bunu içtiğinde ilk kişiliğiyle hiç ilgisi olmayan Mr. Hyde’de dönüşür. Ama bu durum kalıcı değildir. Beyinde  oluşan bazı kimyasal değişimlerle bu gelgitleri yaşar. "Dr. Jekyll ve Mr. Hyde" Stevenson'un modern topluma ilişkin karamsar bir yorumudur. Goethe'nin 'Faust'u, Aydınlanma Çağının getirilerine duyulan hayranlığın, bilimsel devrimlerin insanoğluna sağladığı faydaların, “modern öznenin yaratıcılık tutkusu”nun dile getirilişiydi. Shelley'nin 'Frankenstein'ında ise bu ilerlemeler nedeniyle cennetini yitiren “modern öznenin trajedisi”anlatılmıştı. Stevenson’un "Dr. Jekyll ve Mr. Hyde"ı ise “modern öznenin parçalanmışlığı”nı yansıtır.
İskoç yazar Stevenson'un romanı,1908 yılından başlayarak da yaklaşık 123 kez sinema ve televizyona uyarlanmış.

Frankenstein (Modern Prometheus), Mary Shelley’nin 1818’ de yayımladığı ürpertici romanda toplum dışına itilen, kendi savaşını veren ve bu savaşta yenilen farklı insanların acıklı öyküsü anlatılmakta. Romanın kahramanı tıp öğrencisi Victor Frankenstein; hastalıklara son verebilmek için insanı yeniden yapmayı, böylelikle de ölümsüzlüğe ulaşmayı istemektedir. Deneyleri sonucunda bir ucube yaratır. Ama sonuçtan memnun kalmaz ve kaçar. Tıpkı onu gören insanların ondan korkup kaçtıkları gibi.... Babasını (Dr. Frankenstein'ı) bulup, ondan hesap sormak ister. Zararsız ve yufka yürekli olmasına rağmen korku uyandırdığı için toplumdan tecrit edilir. Duyguları önemsenmeyen ve yalnızlığı arttıkça acımasızlaşır ve  kendisini yaratandan korkunç bir şekilde öç almaya girişir.Yaratıcısı Dr. Frankenstein, bilimsel kibrinin, Tanrı'nın yerine geçmeye arzusunun, kadının rolüne soyunmak ve canlı bir varlık "doğurmak" istemesinin bedelini ödeyecektir...  Roman ilk kez 1910 yılında Thomas Edison tarafından sinemaya uyarlanmış...

Bu dönemde, Tanrıya inanan , dini her şeyden üstün tutan bir toplumda, tanrının isteği dışında davrandığı halde yaşamları diğerlerinden daha iyi süren insanlar nedeniyle tanrı da sorgulanmaya başlanmış,  Darwin: Canlıların çok uzun bir süreç içinde doğada kendiliğinden değişime uğradığını öne süren Evrim teorisiyle “İnsan bir hayvandır; tüm diğer hayvanlar gibi evrim sürecinin ürünüdür.” diyerek kutsal kitapların bilinen öğretileriyle açıktan açığa çatışmaya girmiş, sadece din çevrelerinin değil,  tanrısal imge düşüncesine koşullanmış herkese karşı çıkmıştır. Jeologlar, dünyanın yaşının kutsal kitaplarda belirtilenden çok daha yaşlı olduğuna dair bulgularını yayınlamaya başlamışlardı... 
Matthew Arnold, içinde yaşadıkları “modern yaşam”la ilgili şüphelerini dile getirdiği şiir dönemi açıkça anlatır.
Ey sevgili,
Birbirimize içten olalım.
Çünkü; dünya hayaller ülkesi gibi önünde uzanır.
Öyle çeşitli, öyle güzel, öyle yeni...
Ama ne neşesi, ne sevgisi, ne ışığı gerçek
Ne bir huzur, ne bir kesinlik, ne acıya çare var
Büyüyen bir karanlık içinde
Karanlık bir ovadayız.
Savunma ve kaçışın şaşkın aralıklarında sürüklenen
Geceleyin çarpışan cahil ordular gibiyiz.
Dover Beach (1867) / Matthew Arnold
             "Lady of Shalot”, Henry Peach Robinson(1861)

                                       John Everet Millais”Ophella”(1852)

High-Art (1850-1870)  akımında Viktorya döneminde fotoğrafçılar setler kurarak, stüdyo içi tablo yaratmakta model, kıyafet ve aksesuvar hazırlamakta ustalaştılar. Multiple Printing (çoklu baskı) yöntemi yaygın biçimde kullanıldı kompozit (birleşik) fotoğraflar üretildi . Sık sık şiir ( Shakespare’den sahneler), efsane ve İncil’den faydalanıldı. Bilgi ve ahlaksal mesajlar veren, simgesel (alegorik) ve arkasında bir öykü taşıyan (anecdotal) resimler yapan sanatçıları izlediler. Ölüm teması, dini ve romantik konular işlendi, Rafael öncesi dönemin konularından ilham alındı . Bu dönemin ressamları fotoğrafla elde edilebilen ayrıntıdan etkilenirken , fotoğrafçılarda resimlerin içeriğinden etkilendiler. High-Art, pictorialist akımın içinde gelişti. Piktorializm (1890-1910) Söz konusu dönemde fotoğraf henüz kendine ait bir dil oluşturamamıştır.Yapılmak istenen, fotoğrafı dönemin geçerli diğer sanatları (resim, heykel vs.) ile aynı statüye çıkarmaktı.
Charles Dickens da, orta sınıfı iğneli bir dille eleştirdi. Fabrika sahipleri ile işçiler arasındaki çekişmeleri, sıradan insanların yaşamlarındaki acıklı olayları işledi.

Thomas Hardy, koyu bir agnostik yazar olarak yaşamın anlamının ya da amacın bulunmadığına ve kocaman bir hiçlik olduğuna inanan Schopenhauer’den etkilenmiş ve   Nietzsche’nin “Tanrı Öldü!” söyleminin acısını ve şiddetini çok güçlü bir şekilde yansıtmıştır.
Bu dönemin sonlarına gelindiğinde İrlandalı eşcinsel yazar  Oscar Wilde  Paris'te bir otel odasında, duvar kağıdına ''birimiz gitmeli'' yazarak intihar eder.
 Kulak verin sözlerime iyice
 Herkes öldürebilir sevdiğini
 Kimi bir bakışıyla yapar bunu
 Kimileri dalkavukça sözlerle;
 Korkaklar öpücük ile öldürür
 Yürekliler kılıç darbeleriyle / Oscar Wilde

Artık İngiliz Edebiyatı; pesimist dünya görüşünün, ateist ve nihilist görüşlerin hayli güçlendirdiği bir edebiyattır...
  
 -2-BÖLÜM  Victoria Döneminin  Yansıması  / Sinema