30 Ekim 2011 Pazar

nature morte -4-

             Parmakla sayılan ağaçlardan biri daha gidiyor...
             İstanbul - Bahçeşehir mevkii-2005


Türkiye’nin Avrupa’ya açılan penceresi İstanbul’da çarpık yapılaşma ve artan betonlaşmanın geldiği nokta: Ağaçlar artık parmakla sayılabiliyor. Çevre uzmanlarına göre kişi başına düşen aktif yeşil alan 1 metrekarenin altında...

22 Haziran 2009 -Milliyet

29 Ekim 2011 Cumartesi

nature morte -3-

Cenova'da bir sokak-İtalya-2009


"Otopsi" yapılsa; ölüm nedeni ya "zehirli bir maddenin  sindirim sisteminine girmesi "...ya da yoldaki artık bir yiyeceği yerken "bir arabanın çarpması sonucu oluşan iç kanama" çıkar!... bu martı yaşam alanlarının daralmasından, biliçsiz ve aşırı avlanma, deniz kirliliği ile denizlerde balık popülasyonlarının azalması sonucu şehirde, evsel atıkların arasından beslenmeye çalışan bir çok hayvan türünden biriydi...

nature morte -2-

                                Cenova'da bir sokak-İtalya-2009


Ekosistem; kendisine yeter ortam oluşturan canlı ve cansız varlıkların oluşturduğu bütündür.
Ekosistem içindeki çeşitli canlı popülasyonları, hem birbirleriyle hem de içinde yaşadıkları ekolojik şartlara ve iklime bağlı olarak artarlar, azalırlar. Bu milyonlarca yıl içinde yerine oturmuş bir dengedir…insanoğlu bu dengeyi ; canlıları, kendini ve geleceği düşünmeden bozdu, bozmaya devam ediyor…

… bir çok kişi tarafından zararlı olarak görülen  "şehirli" tek bir farenin bile ölümü  ne yazık ki dengelerin değişmesinde etkili…

28 Ekim 2011 Cuma

nature morte -1-

                                Zonguldak Limanı-2006 Kışı...

nature morte-ölü( ölmüş)doğa, still-life, stilleben, natura morta…
Natürmort, resim ve fotoğraf sanatında;  konularını canlı varlıklar dışında kalan nesneler, hareketsiz doğa öğeleri, çiçekler, meyveler, küçük hayvanlar gibi vs. vb.den alarak işleyen türdür. Bu tür kompozisyonlarda kullanılan nesneler simgesel bağlantılar açısından da önemlidir…


Denizlerde görülen kirliliğin neredeyse yarısı insanoğlunun  karadaki faaliyetlerinin  sonucudur… Endüstriyel deşarj (petrol, boya, deterjan, ağır metaller, kanalizasyon...), pet şişe, poşet gibi plastik-polimer maddeler; doğada çözünmeyen katı atıklar (plastik suda ancak bin yıl içinde çözünür), madencilik ve denizlere dökülen genel evsel atıkların yarattığı sorunlar… insanoğlu tarafından ortama bırakılan petrol hidrokarbonları deniz canlılarının besin zincirinde önemli etkiler yaratmaktadır. deniz dibinde yaşayanlar hareketsiz veya sınırlı hareket edebilen midye, istiridye, karides ve bazı dip balığı türleri, aşağı doğru çöken petrolden etkilenerek kitle halinde ölmektedirler. Plastik maddeler kuşların, balıkların, deniz memelilerinin derilerine ya da midelerine yapışır kendilerinin ve besledikleri yavrularının ölümlerine sebep olur, petrol ise denizle atmosfer arasındaki oksijen alışverişini engellediği için deniz eko-sisteminde toksin özelliğinden dolayı toplu balık ölümlerine sebep olmaktadır. Yüksek miktarda petrol sindiren balıklar, besin zincirindeki bir üst canlı-deniz memelileri, deniz kuşları ve insanlar tarafından yenildiğinde zehirlenmeye hatta ölüme neden olurlar.

27 Ekim 2011 Perşembe

...deniz yolculuğu

            Zonguldak - 2009... Düğün pastasının üst tarafı



...bazı yolculuklara birlikte çıkılır yalnız dönülür...değişen zamanla, değişen şartlarla dalgalanıp  gider hayat...Heraklitos’un dediği gibi “değişmeyen tek şey değişimdir”...
deniz her zaman sakin değildir...doğasında vardır hırçınlık...köpürür coşar dalgalarla sakin olduğundan daha fazla... zaman zaman dalgalanmalara uyum sağlarsın, esnemeye çalışırsın... ama bazıları kırılgandır esneyemez fazla ... Paylaşılamayan heyecanlar, erozyona ( aşınıma) uğrayan duygular, yıllar geçtikçe yeni başlangıç hayalleri, tükenip giden umutlar...bütün bunlar olurken içten içe dışardan bakıldığında “birlikte”dir insanlar görüntüde... iyi niyetli düşünüp evlilik danışmanlarının, falcıların, yaşça büyük ve tecrübeli yakınların kapılarını aşındırıp, başlarını şişirip çare arayanlar, hayatlarına farklılık katabilenler, renklendiren ve “rutin”i bir nebze olsun kırabilenler için yolculuk bir süre daha devam eder birlikte...belkide “ömür boyu” dedikleri şekilde.
Daha başında “çocuk yapıp” aileyi sağlamlaştırmayı düşünenler, sonraları kalabalıklaştıkça kendini daha yalnız hissedenler, eşlerine abartılı bir şekilde tapanlar, tutkuyla yaklaşanlar, gerçekten aşık olanlar, saygı gösterenler, kazaklar, kılıbıklar, mıymıylar, ataerkil düzenin tornasından çıkmışlar, etliye sütlüye karışmayanlar, birbilerini serbest bırakanlar, sadece kendini düşünenler, hala annelerinin güdümünde olanlar...doğrular, yanlışlar... istisnalar da yok değil... ama istisnalar kaideyi bozmaz, davul dengi dengine vuruduğu, tencere kapağını bulduğu sürece sorun yok!...tanıdığını zannedersin “tamamdır artık” dersin farklı  “flört”, “nişanlılık”, “çıkma” sürelerinden sonra... evlilik öncesidir bütün bunlar ama...ya evlendikten sonra... deniz tutarsa inemezsin yolculuğun-okyanusun ortasında...evlilikle birlikte buz dağının görünmeyen kısmı çıkmaya başlar yavaş yavaş yukarıya...hem kadın için...hem erkek için yanlış anlaşılmasın sakın haaa... unutmamak lazım; hiçbirşey olmaz dedikleri “o”devasa gemi “Titanic” te batmıştı... hem de bir buz dağı yüzünden! istediğiniz kadar yolculuğa çıkmadan önce önlem alıp, hava tahminlerine baksanız da “doğa” ve “insanın doğası”değişkendir ... herkese iyi yolculuklar diliyorum!...fırtınada güvenli limanlara demir atın, şarkıdaki gibi”yalnızlığa” değil...

Yalnız hisseden içinden yalnızdır...içinde yalnız...
Birlikte olabilen, birlikte hareket edebilen, birlikte hisseden yalnız hissetmeyendir.
Tek başınalık yalnızlık değildir..ve kimse yalnızlığını paylaşmak istemez...paylaşılırsa yalnızlık olmaz ... tek başınalığını paylaşmak ister aslında...

26 Ekim 2011 Çarşamba

ÖZNE-NESNE VE ÖLÜM


                      Fotoğraf : Cüneyt Gök- 2008

Gerçekliğin bütünü, özne ve nesne arasındaki bütün ilişkilerin toplamıdır.Yalnız olayların değil, bireysel yaşantıların, düşlerin, sezgilerin, heyecanların, hayallerin toplamıdır...
“O” zamanda, bulduğumuz, keşfettiğimiz, öğrendiğimiz, tanıdığımız, sevdiğimiz, ilişki kurduğumuz, benimsediğimiz, bilinç alanımıza aldığımız ve oldukları gibi kabul ettiğimiz şeyleri, varlıkları  hep “öyle” görmek, yıllar sonra bir gün bıraktığımız yerde, bıraktığımız gibi, hatırladığımız biçimde bulmak isteriz.Yani zamana karşı koyabilmiş ve değişmemiş olarak….Bunun altında yatan  yaşam alışkanlığımızda bildik bir şeyin verdiği güvendir aslında. Sadece görüntüler değil; sesler, tadlar, kokular için de bu böyledir…
Ama bu denli hızlı aktığını düşündüğümüz “zaman”ın peşinden koşup yakalamak mümkün değil; değişimin içinden çekip çıkarmak “o” bildik, tanıdık ve sevdiğimiz şeyleri, o şeylerin görüntülerini…Yaşanmakta olan hayat sürecinden alınmış bir görsel anı olan herhangi bir fotoğrafa baktığınızda “hareketsizlik” ve “sessizlik” gibi  ölümün iki nesnel boyutunu görebilirsiniz. “O” fotoğraf, her bakıldığında, ona  konu olan kişi hayatta olsa da, fotografin çekildiği zaman'ın geride bırakılarak; öldüğüne,  görüntüye konu olanın da bakışın “nesnesi” olarak "vurulmuş"olduğuna işaret edecektir.
Canlı bir varlığın içinde  hücreler yaşar ve ölürler. Şeyler kendi karşıtlıklarına dönüşürler ve çelişki kendi içlerinde vardır.. Yalnızca %100 yaşam olsaydı ölüm hiçbir zaman olmazdı. Birinin ötekine dönüşmesi olanaklı olmazdı...Yaşam içinde ölüm, ölüm içinde yaşam hep vardır. Bu büyük yasa herşeyi bağlıyor...
“Rahatça dal, ölüm  sonu gelmez bir uykudur” dedim ona başucunda. Anneannemin gömülmesi için açılan çukurda, aynı parseldeki diğer akrabalarımın kemiklerini (kol ve bacaklardaki uzun kemikler, omurganın kısa kemikleri, el ve ayak bileklerininkiler,  göğüs, kafatası, kürek ve kaburganın yassı kemikleri ) gördüğümde tarif edilemez bir his doldurdu içimi sonra…hayatı sorgulamaktan çok ölümün o kekremsi tadını damağında hissetmek ve bunun ne zaman olacağını bilememek... “Her canlı ölümü tadacaktır” yazılı tabutun örtüsü o kaçınılmaz  sorgulamayı başlattı... “Daha doğar doğmaz başlıyoruz”  dedim ölmeye. Çok sevdiğiniz bir canlının ölümü çok üzebilir ama bir insanın ölümü allak bullak eder sizi. Ölüm yaşam kadar anlaşılmazdı ve o yüz yaşına kadar yaşamayı başarmıştı... başarmıştı da ne olmuştu. Bir sabah zayıf bedeni buz gibi, bembeyaz olmuştu; sekiz yıldır yatıpta kalkamadığı kanepede...
Ölüm nedir, nasıl gelir...kiminle, neyle...neden!?
Ölüm savaştan habersiz  bebeğin hayatını alıverir uykusunda evinin üstüne düşen bir bombayla, ölüm 20’ lik bir kızın kollarında alabilir canını kalp spazmıyla... bir akşam evine elinde  ekmekle dönerken frenleri kopmuş bir kamyonla ya da Orhan Veli misali Belediyenin bir çukurunda...ölüm  hayatla yarışıp sınırlarını , hız göstergesini zorladığında, macera peşinde yüksek bir zirvede,  20. kattaki iskelede camı silerkenken de...trafikte can çekişen bir ambulansta, aidsli olduğunu bilmediğin biriyle kaçamak bir ilişikiden belki on sene sonra...  Ölüm bulur seni uzaklara kaçsan da...Sobalı bir evde gece yarısı  lodostadır belki,  belki  sert esen poyrazda evsiz ihtiyarın koynunda, depremle akordeona dönen bir apartmanın enkazı altında, hiç sigara içmemiş birinin  akciğerinde kanserli bir hücredir , ayağının altında belki bir mayın, dava uğruna meydanlarda adalet arayanların karakol kabuslarındadır ölüm...Bulur seni ölüm, etine saplanır sımsıcak kurşunla, damarlarında dolaşır uyuşturucuyla, çoğu zaman nefretle gelir bazen de tutkuyla...
Ölümün karşısında ve bir gün öleceğini bile bile yaşarken, insan kendini oyalayıp kandırırken, inanmak da istedi ölümsüzlüğe mitolojilerle...denedi arkasında bir “şeyler” bırakarak bir biçimde hatırlanarak ölümsüz olabilmeyi... türlü yollar denedi ömrünü uzatmak için…ruh göçüne, cennete inandı. Ölülerin mumyalanması da, eski toplumların birçoğunda, insanın ölümden sonraki yaşamını güvence altına alıp kolaylaştırmanın bir yöntemi olarak kullanılmıştı. Ruhun öteki dünyada yaşamını sürdürebilmesi için, bedenin korunması düşüncesi Yalnızca Mısırlılar da değil, eski ve Ortaçağ boyunca pek çok ulus için  geçerliydi...Lotus çiçeği, Yaşam ağacı, Batıda, Doğuda, Uzak Doğuda simyacıların keşfettiklerine inanılan İksir, Felsefe taşı, efsaneler, hurafeler, yazılan, anlatılanlar...hepsi boşuna... İlk çağlarda İnsanlar avladıkları hayvanları etlerini yer, kemiklerinden  silah yapar , postlarını giysi olarak kullanırdı. Sonra doğadaki oluşumlar dışında farklı amamaçlar için  ürettiği nesnelerle daha yakın bir ilişki kurmaya başladı, sahiplenme duygusu gelişti... Zamanla avladığı hayvanların büyüklüğünü göstermek ve o günün anısını saklı tutmak için onların kafalarıını duvarlarına astı...içlerini doldurdu... tahnitçilik( taxidermy) yaparak onları yaşatmaya çalıştı, tarihi bir hatırayı sonsuzlaştırmak için diktiği taşlar gibi...
Varılan  nokta: “ölüm”;doğanın kültür üzerindeki nihai zaferini temsil ediyor sonunda.! Zaman dopdolu yaşam süreçlerini taşır; insansal, hayvansal, bitkisel ve nesnel... doğada bir canlının ölüsü besin ve gübre, bir başka canlı için yaşam kaynağı olur, dönüşür...Bu ölü bir insanın, bir başka insanın hayatını devam ettirmesi için organlarını bağışlamasına benzer.
Özne-Nesne birlikteliği:
İnsanın "özne"yi yaratma süreci içinde gerçeği tanıma yetileri bir yandan maddi dünyanın, tekniğin gelişimi, öte yandan bilinç, dünyaya bakış, duygu ve sezginin gelişimiyle yapısal değişikliğe uğrar. Gerçeklik olgusu da tarihsel, toplumsal, kültürel, siyasal, ekonomik, teknolojik yapının değişim, dönüşüm ve gelişimiyle paralel bir özellik gösterir.
Özne: Yüklemde bildirilen işi, oluşu, hareketi, durumu, kılışı yerine getiren; hakkında bilgi ve haber verilen öğedir. Yani yapanı veya olanı karşılayan unsurdur. Özne, ruhbilim ve bilgi kuramı açısından "ben" anlamını alır: kendini ben-olmayanın, nesnenin (object'in) karşısında bulan, karşısına koyan; ya da karşısına konduğu, kendini karşısında bulduğu nesneye “bilme” ve “yapma” amacı ile yönelen bireydir.
Materyalizm’e göre varolan ya da hakikat olan yalnızca “madde”dir. Nesne, evrenin esas kurucu unsurudur. Materyalizm herşeyin kesin sebebinin nesne olduğunu; zihni ve tabiatüstü hiçbir şeyin olmadığını; her şeyin devinim halindeki maddeyle ya da nesne ve güç  ile birlikte açıklanabileceğini  kabul eder. Maddenin dışında hiçbir gerçeklik tanımamaktadır. Karl Marks, “Das Kapital”de maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir."der.
Nesne : Belli bir ağırlığı ve hacmi, rengi olan her türlü cansız varlık, şey, obje.
Nesne - (felsefe) Öznenin dışında kalan her konu.

Herkes yaşamı boyunca  işlevselliği, taşıdığı maddi- manevi değerlerle sürekli bir ilişki içindedir nesneyle… Arzulanır, elde edilmek, sahip olunmak istenir ama başka arzuların nesnesi olduğu için ...Sahip olunur ama değerini kaybeder çarçabuk...Kimisi iş gücünü olumlandırır, kimisi hayatını kolaylaştırır...kimisi zevklerini temsil eder...kimisi gücünü simgeler insanın, varlık ve yokluk kavramları onun üzerinden şekillenir.
Her “şey”in bir var olma sebebi ve amacı varken ; bir yaşanmışlığı, bir hikayesi olmaması söz konusu olamaz. Çünkü somut olarak vardır…“Şey”ler var oldukları ortamı ve mekanı da duyumsatır ya da birliktelikleri bir mekan oluşturur. “Şey” bazen mekanla özdeşleşir…bazen  kişiyle…ait olduğu kişiden bir şeyler taşır…kullanıldıkça o kişiden ve var olduğu süre içinde geçmişinden izleri…hepsi kendi dilinde anlatır hikayelerini...şehirde başka, taşrada başka dilde…Nesne mekan kadar zamanı da duyumsatır bize. Kullandıkça eskiyen , yıpranan eşyalarınıza bakın zamanı göreceksiniz…Atıklarımız, çöplerimize baktığımızda da zamanın ne kadar hızlı aktığını ve tüketimin çirkin yüzünü ...Şeylerin koku ve tadları olabilir…sesleri…Ve imgeleri... bütün bunları içinde, özünde barındırırken insana hafızasında saklı tutmak, algılamak ve ilişkilendirmek ya da ayırmak kalır sadece. “Şey”lerin gerek doğal bir oluşum, gerek insan üretimi olsun bir değer taşıdığı yadsınamaz…ama herkes için aynı değer ve anlamı taşıdığını söyleyemeyiz bu “şey”lerin… Geçmiş paylaşımımızda bilinç alanımıza aldığımız bir nesneyle ki bu bir fındık kırıcı, bir bigudi, bir kurşun asker, bir siyah- beyaz tv de olabilir ; olmadık bir anda karşılaşınca bir çok duyguyu birlikte yaşarız…kimi zamanda sırf bu duygular için o şeyleri yanımızda taşır , bazılarının batıl itikatlarla uğur getirdiğine, ya da uğursuz olduğuna inanırız, onlara anlamlar yükleriz., isimler takar, kişilik verir, kişiselleştiririz.. 30-40 yıl önce çarpık tekerlekleri ve mavi boyasıyla  Rızadede’nin Skoda kamyonetini hatırlıyorum. Ona “deli Sıdıka”adını takmıştı. O zamanlar saf zeytin yağından yapılma, doğal sabunları, yine doğal kendir çuvallarda o kamyonetle taşırdı. Bu adlandırmayı anlamlı bulduğum halde başka bir insanın ahşap bir sopaya “Haydar” adını takmasını hiç anlıyamadım...Neyse! o şeyleri saklar, kaybedip yitirdiysek kimi zaman üzülür, yeniden aynısını–benzerini arar, bulur, belkide  koleksiyonunu yaparız…o mekanlara, yerlere gideriz.; her baktığımızda o günü, anı veya duyguyu tekrar yaşamak, yaşatmak için… 

Sonunda kullanılan bir gün biter, eşya yıpranır, eskir, bozulur, kırılır, delinir, yırtılır, yamulur…vs.vb.  Büyük parçalar halinde kırılmış bir vazo yapıştırılıp kullanılabilir ama tuzla buz olmuşu artık ölmüş kabul edilir. İşlevselliği devam ettikçe eşya, nesne yaşar. Nesne için ölüm işlevselliğinin bitmesiyle olur ama çoğu zaman işlevsellik devam etse de “demode” olma ve unutulma söz konusu!. Sonuçta formatsal, görünümsel, fonsiyonel yenilikler ve trendlerle yeni üretimler eskilerinin hayatını bitiriyor. Günümüzde seri üretim nesnelerinin ucuz malzeme ve kötü işçilikle üretilmenleri çabuk bozulmalarına neden oluyor..Tam anlamıyla bozulmasa da küçük bir arıza vermesi de hemen atılma sebebi. Özellikle de son yıllarda çin mallarının  insan ile birlikteliğini kısa sürüyor. “Ucuz”olmasından dolayı tamir etmek ya da ettirmek yerine yenisi alınıyor. Kimileri atıyor, kimileri topluyor. Birinin atığı başkası için hala bir ihtiyacı giderebiliyor.
“Geri dönüşüm”  nesnenin reenkarnasyonudur; başka bir form ve bedende yeniden hayat bulması…naylon, pet, plastik, aluminyum teneke kutular, cam, kağıt, demir, çelik, bakır, kurşun,  kauçuk vs.vb. Daha binlerce farklı üretim nesnesi çöplerden ayrıştırılarak ve işlemlerden geçirilerek yeni üretimler için hammadde oluyor. Sağlıklı bir geri dönüşüm sistemi bu malzemelerin kaynağında ayırılarak toplanmasıyla başlıyor...
Doğal kaynaklardan uzun vadede, maksimum bir şekilde yararlanabilmek adına katı atık miktarlarının azalmasını ve dolayısıyla çevre kirliliğinin önemli ölçüde önlenmesini geri dönüşümle sağlayabiliriz.
Çöpten toplananlar, eskiciye yada ikinci el eşya satıcılarına verilenler aslında inanılmaz miktarlar oluşturuyor. Ev eşyaları ve kıyafetler için bir genelleme yaparsak ; elden ele, evden eve yolculukları bir süre devam ediyor. Ama bazen yepyeni bir koltuk takımını çöp  konteynırlarının yanında görüyorum...kimse de vah vah! diyerek alıp kullanmıyor. Ya da eski ama çalışan bir buzdolabını ihtiyacı olduğunu bildiğiniz birine öneriyorsunuz” no frost değil” diyor, burun kıvırıyor. Tüketim toplumunu tam anlamıyla tatmin etmek mümkün değil. Yaşam standartlarımızı yükseltmek için canla başla çalışan bankalar kredi kartları ile insanlara sahip olamıyacaklarını sunup onları ömür boyu borçlandırıyor! Yapılan istatistiklere ve araştırmalara  bakacak olursanız yeni türk insanı modeli: borçlu ama daha mutlu , daha asosyal ama daha teknolojikmiş...!
Teknolojide gelinen nokta gerçeğin sonsuz sayıda yeniden üretilmesini sağlamaktadır. Gerçek işlemsel bir şeye ve orijinal çoktan kaybolup sonsuz yansımalara dönüşmüştür. Ve tüketim ideolojisi bizi bu yansımaların içinde “tutsak” almıştır. Bu içiçe geçmiş yeni yaşam biçimimizde teknolojik gelişmelerin derinden “özgürleştirdiği” bireyler, hem kendi sanal dünyalarını hem de bu yeni düzenin sistemini yaratmaktadırlar. Sürekli daha da yabancılaşan ve asosyal hale gelen nesil -kaçış edebiyatında ve fantastik filmlerde olduğu gibi- düşlerini sanal, postmodern kahramanlar yoluyla gerçekleştirmekte, yeni mitlere ihtiyaç duymaya devam etmektedir. Dengelerin alt üst olduğu, toplum ve aile düzeninin yıkıldığı bu dönemde bazıları geçmişte, güvende, bildik bir ortamın anıları, objeleri ile günümüz gerçekliğinden kopuk bir biçimde yaşamayı tercih etmektedir. Hiç bir şeyi atmaya kıyamayıp evlerini”çöp ev”e dönüştürenler de var! Kimileri ise ikisi arasında gelip giderken eskiye özlemi eskinin, nesneleri, ya da retro üretimlerinde aramaktadır. Bu tarz retro üretimler, geçmiş deneyimlerini yeniden yaşamak isteyen orta yaş ve üzeri tüketicileri ve geçmişle bağ kurmak isteyen post modern bireyleri hedeflenmektedir. Sonuçta bir genelleme yapacak olursak ; yeni nesilin sanal gerçeklik ile onu sağlayan araçlar-gereçler ve hızla çiğneyip tükürdükleri trendler dışında bu dünyanın diğer gerçeklerine, estetik ve manevi değerlere sahip çıkmasını beklemek hayal perestlik olur.
Kaynaklarını sürekli öğüten, düşünmeden kirleten ve sömüren , çılgınca büyük bir hızda üreten ve tüketen, kazandığını düşünürken kaybeden, geliştiğini düşürken gerileyen insan... bir başka değişle her deliğe çomak sokan canlıların en akıllısı olan insan aynı zamanda bir anlamda kendi sonunu da hazırlıyor. Dünyada diğer canlılardan daha fazla hakkı olduğunu iddia ederken en az onlar kadar doğa kanunlarına bağımlı olduğunu unutuyor... Engels, gerçekliğin, yalnızca bakılacak, gözlenecek bir nesne olmadığını, aynı zamanda insanın yeryüzündeki etkinliği, pratiği olduğunu ifade ederken “insan düşüncesinin en esaslı, en doğrudan temelinin yalnızca, olduğu haliyle doğa değil de; doğanın insan tarafından değiştirilmesi olduğu su götürmez bir gerçektir" der.
Uzun zaman önce National Geographic Channel’da yayınlanan bir spotta ; görevli açıkarttırmaya konulan bir masanın fiyatını arttırmak için ne kadar değerli olduğunu şu cümlelerle ifade ediyordu“yağmur ormanlarında kalan son ağaçtan yapılmıştır”!..
Nedir bir şeyi ; canlı ya da cansız...değerli kılan, değerini arttıran?
Biricik; tek olmasının, nadide olmasının ötesinde; benim için ilk başta saf, el değmemiş, var olduğu gibi kalmış ya da doğal yollarla gelişmiş olandır”değerli olan… Kömürdeki başkalaşım  elmasa giden yine özüyle alakalı  doğal bir yoldur ama daha da değerli sayılması için işlenmesi gerekir! Tüm üretimler için emek gerekir; bir karat pırlanta için 250 ton kaya, kum ve çakılın çıkartılması gerekir; bu işlemler onun değerini arttırır. Kullanılıp atılmış ve doğada yüzyıllarca yok olmayacak pet şişelerden; yüzlercesinden yapılmış bir heykel düşünün… bu heykelin malzemesi değerli olmayabilir ama heykel bir sanat eseri olarak özgün ve atık malzemeyle bir dönüşümdür -  sanat eserlerinin yeni ve original olduğu kadar subjektif;öznel(nesnelerin gerçeğine değil bireyin düşünce ve duygularına dayanan)olması gerekir; eseri sanatsal anlamda değerli kılan farklı değer yargılarıyla ortaya konan subjektif yapıdır…eskiden elsanatlarını kullanarak, elyapımı, ve doğal malzemeyle üretilen nesneler artık üretilmemeye ya da seri üretime geçilmesiyle de çizgisini, ruhunu kaybetmeye başladı. Önceleri doğayı  taklit etmek, onun gizine ulaşmak  temel etkinliğiyken; tüketim mallarına, içinde yaşadığımız dünyayı şekillendiren mimari tasarımlar ve teknolojinin geldiği noktaya baktığımızda insanın yeryüzünde yaşamını sürdürebilmesi için doğaya uymayı ve saygı duymayı unuttuğunu görüyoruz....

Aşağıdaki milattan 2000 yıl once yazılmış olan Hitit duvar yazısını Hitit insanının, günümüz insanın kaotik yaşamından ve değerlerinden uzak; olabildiğince saf bir yaşam formu olarak tanrıdan naif dileklerini içeriyor …bu masum istekler hiçbir şey için tehdit ve tehlike içermiyor…sadece değişmeye başladığının farkına varıp bu değişimin ve zamanın hızlandığını düşünerek, bu hızlanmanın sonunda henüz yeni kafa yormaya başladığı, hayatı anlamlandıran bu şeylerin derinlerine inemeden başka bir yöne ötelenme kaygısını taşıyor Aslında bir iç sorgulama. Tarihsel ve otantik bir belge olmasının ötesinde içerdiği manevi değerler açısındanda”değerli ve biricik”bir eser.

TANRIM BENİ YAVAŞLAT
Tanrım beni yavaşlat
Aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir..
Zamanın sonsuzluğunu göstererek bu telaşlı hızımı dengele
Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükunetini ver
Sinirlerim ve kaslarımdaki gerginliği, belleğimde yaşayan akarsuların melodisiyle yıka, götür.
Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol..
Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret; bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı, güzel bir köpek yada kediyi okşamak için durmayı, güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı, balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeye öğret…
Her gün bana kaplumbağa ve tavşanın masalını hatırlat. Hatırlat ki yarışı her zaman hızlı koşanın bitirmediğini, yaşamda hızı artırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim..
heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla. Bakıp göreyim ki. Onun böle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi büyümesine bağlıdır..
Beni yavaşlat Tanrım ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı değerlerine doğru göndermeme yardım et…yardım et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha sağlıklı olarak yükseleyim..
Ve hepsinden önemlisi…
Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirebilmek için CESARET,
Değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için SABIR,
İkisi arasındaki farkı bilmek için AKIL ve aşkın körlüğünden ve yalanlardan koruyacak DOSTLAR ver..
Sonuçta günümüze kadar bir çok düşünürün kafayı yorduğu bu konuya ; özne-nesne ilişkisinin gelebileceği son evreye bir örnek vererek toparlamak istiyorum. Böylelikle konu daha net anlaşılacak.
Matrix filminde kendini özne zanneden insanların makineler için birer nesne olduğu ve bu makinelerin insanların özleri sayesinde kendileri besleyip enerji üreterek geliştiklerini, aslında gerçek sandığımız her şeyin bir çeşit illüzyon olduğunu, makineler tarafından yaratılmış bir sanal dünya olduğunu görüyor ve anlıyoruz. Filmde kendi benliğini sorgulama ve kendini buluş aşamasında Matrix bir nesneye dönüşmeye başlıyor.
Günümüz dijital dünyasında da  insan (özne) kendisi için ürettiği bir nesne karşısında, bir nesneye dönüşme sorunuyla karşı karşıya değil mi?! Gerçekte yaşanması gereken bir çok duygunun eksikliğinde İnternet, bilgisayar oyunları, sosyal paylaşım siteleri…
Baudrillard'a göre, sorun “nesnel olma sorunu değil, nesne haline gelme” sorunu!. Aynı şekilde "l’Etre et le neant" (varlık ve hiçlik) adlı kitabında J. P. Sartre da  "nesneye dönüşmenin utancı"olarak buna benzer bir sorgulama yapar.

...belediye bahçesinde, kestane ağaçlarının uzandığı yoldan, ortasında bir heykelin yükseldiği yeşil bir çimenliği seyretmekteyim. Sanki bunların tümü benim için var... ama bakıyorum, başka biri gelip orada duruyor ve beni de içine alan bir görünümü göz altına alıyor. benim için gerçek dünya olan tasarımım hemen çözülüp dağılıyor ve bu çözülmeden doğan öğeler, yeni gelenin çevresinde dolanıp birleşiyor... şimdi artık ne varsa, hepsi onun için de var, bu nesnelerin tümü, benim görmeme olanak bulunmayan yüzlerini bir başkasına göstermekte: bir başkasının malı olmak için dünya beni tepip gidiyor...ne var ki, o yeni gelen "başka insan", dünyayı benden ayırıp götürmekle de kalmaz, benim gerçek benliğimi, yani olmayı aklımdan geçirdiğim varlığı da rüzgara katıp götürür...üstelik eğer kendimi savunmaya geçmezsem, o ne olmamı isterse o olurum... bakışı beni sarar sarmalar ve özne olan benden bir nesne, bir araç yaratır, kendisine bakan herkesi taşa çevirme gücünü taşıyan gorgone gibi...(gorgon'lar - yunan mitolojisinde saçları yılandan, korkunç bakışlı üç ifrite verilen addır.. Ethèno, Euryale ve Medusa efsaneye göre gözlerine bakanı taşa çevirirler. İçlerinden ölümlü olan Medusa   Perseus tarafından öldürülür.)
Benimle aynı şeye bakan o "başkası"nın çevresinde, tasarılarının gereçleri ya da engelleri gibi dizilip örülen, sadece çimenlik, heykel, bank ya da duvar değildir. Ben de kendimi nesneler arasında yerini almış, başkalarının ereklerini gerçekleştirmek yolunda bir araç ya da bir engel olarak görürüm:
işte buradan bir utanç doğar. Bir nesne olmanın, yani başkası için bağlanmış ve katılaşmış, değerini yitirmiş bir varlıkta kendimi tanımanın duygusudur bu... bu utanç, şu ya da bu yanılgıya düşmüş olma durumunun ve olduğum şeyi olabilmek için başkasının düşüncesine gereksinme duymamın verdiği, kendine özgü bir düşüş duygusudur.
  
                                                                                                                  Jean Paul Sartre

İnsan nesneler üzerinden de olduğu gibi, kendini başkalarının aracılığıyla ifade edip, değerli kılabiliyor. Hep başkalarıyla karşılaştırarak , başkalarına göre bir değer ortaya koyabiliyor. Sonuçta nesneye dönüşme ölümün bir başka şekli insan için. Bitkisel hayata girmiş biri gibi düşünme, hayal kurma, hissetme, algılama vb. duyguların yokluğunda insan nesneden farksızlaşıyor. İstemediği bir işte çalışmak, sevmediği biriyle evlenmek, kendi insiyatifini kullanamamak, özgürlüğünü yaşayamamak gibi... isteksizlik ve mutsuzluk unsurları insanı nesneye yaklaştırıyor.
Merleau Ponty, “bir insanın kendisini çevrelediği nesnelerden, yeğlediği renklerden, dolaşmaya gittiği yerlerden, o insanın zevki, kişiliği, dünyaya ve dışarıdaki varlıklara karşı tutumu okunur” diyor. Ponty’nin “Algılanan Dünya”sı insan deneyimlerine algılarımız üzerinden bakmayı amaçlıyor. Kesin yargılardan kurtulup hayatı deneyimlerimiz üzerinden değerlendirmemiz gerektiğini vurguluyor. Nesneleri, onların fiziki durumlarına göre değil özlerine göre algıladığımızı savunuyor...
İnsanı, dışsal objeyi içselleştirerek kendisine getiren arzudur: Bir varlığın bilinçli arzusu neyi ‘ben’ olarak seçtiği ve ortaya koyduğudur. Bununla birlikte, insan arzusu hayvan arzusundan farklı olarak, tamamen bir nesneden ziyade başka bir arzuya yöneldiğinde gerçekten insani olur. ( “ doğal bir nesneye yöneltilen arzu, başka birinin aynı nesneye yönelttiği arzusunun ‘araya girmesi’yle insani olur; başkalarının arzu ettiğini arzulamak, onlar arzuladığı için insanidir. Nitekim, biyolojik bakış açısından tamamen işlevsiz bir nesne -bir madalya ya da düşman bayrağı- başka arzuların nesnesi olduğu için arzu edilir. Böyle bir arzu, hayvan gerçekliğinden ayrılarak sadece insan arzusu ve gerçekliği olabilir, bu tür arzuları sadece hareket tatmin eder: İnsanlık tarihi arzulanan arzuların tarihidir”)-Alexandre Kojève

Canlı bir varlığın içinde  hücreler yaşar ve ölürler. Şeyler kendi karşıtlıklarına dönüşürler ve çelişki kendi içlerinde vardır...




25 Ekim 2011 Salı

...bir basamak daha inmek için...


Marmara Üniv.Haydarpaşa Kampüsü-2009

                                                                                                
Akıyorum
Durmadan
Habire
Biteviye
Tam doldurduğumu zannederken
Bir boşluğu
Zaman yalanlıyor beni yollarda...
Otobüsü evim kadar
Sevmeliyim...
Avucumda havayı ne kadar hapsedebilirim diye
Düşünmemeliyim
Kabullenip bir sonu
Tabutumu yatağım
Kadar sevmeyi öğrenmeliyim belkide
Ama...
Değişiyorum
ama
Dönüşüyorum
Durmadan
Habire
Biteviye
Tam oldum derken
Çürütüyor zaman
Hep birlikteyiz ;
Öncem, sonram ve şimdiki “ben”
Küflü bir duvar kağıdının solgun desenlerinde
Yorgun bir koltuğun tırmık izlerinde...
Tirbüşonu bulan
Şu şişelerin ağzını mantarlayan adam mıydı!?
Hayır hayır düşünmemem lazım...
 “okyanusu geçerken deniz tutarsa inemezsin”
demişlerdi ya gemiden
olsun yolun ortasına varmışsak eğer
her iki kıyıya da yakınım  diyorum o zaman
ama her ikisi de uzak
yine de
değişiyorum
dönüşüyorum
düşünmemek için
aynı koltukta
öyle bir çekiyorum ki sigarayı
ciğerlerimin içini sıvıyorum
nefesimi tutup hapsediyorum odalarında
buğusunda birleştirip damlaları
camdan kaydırıyorum
güneşi avucuma alıp
dişlerimi sıkıyorum
soğuk trabzanlara tutunup
çıkıyorum merdivenleri
bir basamak daha
inmek için...

"Body and pain"

    
2007 “Body and Pain” Dijital Fotoğraf Baskı ve Konsept Tasarımı –“ New Media Semposium”-Digital Art Exibition-Yedi Tepe Üniversitesi
                  
                             

Özne olmak mekanda ve zamanda var olmayı gerektirir. Öznenin bir gövdesi olmalıdır. Gövdesinin parçalarıyla birlikte fiilleri…Cansız gövde var olur, boşluğu doldurur kütlesiyle, zamanın içinde eskir, yıpranır, bozulur, kırılır kendince ses verir; kendi gövdesince…


Canlı gövdesiyle yaşar, hastalanır, onunla yaşlanır; gövdesi yaşlanır. Öleceğini bilir bir gün. Bilerek, öğrenerek, hissederek yaşar ve ölür. Mekanda ve zaman karşısında hem bilinç hem de istenç sahibi olmak işte böyledir.

Bir başı “kafası” vardır gövdenin; eğer canlıysa… ve başının bir yüzü… yüzünün gözleri ve gözlerin bakışları… Her şeyi anlatabilir bakışlar …

Acı çeken bir beden de kendini ele verir mutlu olan bir beden gibi. Acı çeken gerçekte canlı değilse acı da mı gerçek değildir, gerçek sayılmaz?

Bazı kelimeler anlamlarını işlevlerinden alır, bazı kavramlar anlamlarını karşıtlarından…O zaman “canlı”, cansız olmadan tam olarak ifade edilebilir mi? Ya “ölüm”, “yaşam” olmadan?



Dış görünüşü, proporsiyon ve estetik olarak insana benzetilen bir “yapay beden” den insanla aynı ifadeleri vermesi beklenebilir mi hiç yaşamadıkları ya da asla yaşayamayacakları karşısında?



Yapay olan aslının yerini tutar; bazen estetik benzerlik, bazen işlevsellik ön plandadır gerçeğinin bulunamadığı ya da gerçeğinin üstlenemeyeceği görev ve durumlarda… Öyleyse türlü zorluklar altında sıkılıp, sıkışıp ezilmek istemeyen bazı gerçeklerinin yerine acı çekenler, kullanılanlar; başkaları, diğerleri ve onların “yapay”larıdır. Onlarda yaşarlar gerçekleri kadar.





Ve tüm duygular gerçektir eğer hissetmenin ötesinde hissettirilebiliyorsa…
Being a subject requires existence in both space and time. A subject must have a body and the body and its parts must have actions… A lifeless body exists, filling emptiness with its mass; and in the course of time it grows old, worn-out, deteriorated, fragmented, making utterances of its own, of its own body…

A living thing lives with its body, becomes sick with it, grows old with it: Its body ages. It knows it’s going to die. Someday. It lives and it dies: knowing, learning, feeling. That’s how it is to have awareness and volition in the confrontation with space and time.

A body also should have a head a “mind”–if it’s alive... And the head, a face… And the face, eyes; and the eyes, looks… Looks that are capable of saying everything…

Just like a body that’s happy, a body that suffering pain gives itself away. If the one suffering is not alive, is the pain also not real? Can’t it be considered real?

There are words that take their meanings from their functions and there are concepts that take their meanings from their opposites… That being so, can “living” be fully expressed without their being “lifeless” as well? Or “death” without there being “life”?

Can an “artificial body” whose external appearance has been made to resemble a human being proportionately and aesthetically be expected to express the same things as a human being when confronted by things they have never experienced or will never experience?

That which is artificial stands in for that which is genuine. In functions and circumstances from which reality is absent or which reality is incapable of undertaking, sometimes an aesthetic, sometimes a functional, resemblance is the main concern… That being so, those who suffer pain rather than certain realities and who are unwilling to be oppressed or to be caught and crushed under sundry difficulties–those who are used–are others, the others, and their “imitations”. They are as much alive as the real ones.
And all these feelings are real if they can be felt beyond feeling…


24 Ekim 2011 Pazartesi

"Şehir Hayatı" ve "Asit Yağmurları" üzerine...

                                Galatasaray-2011


Dün bir dostumu kaybettim Kırık çatal lokantasında
Çorbamdan yine saç çıktı
Vakit geç miydi
Erken mi
Yine aynı saatti
Afyon dolu hücrelerin ruhu
Kaşındıran
Ve anlamsızlığı en üst boyuta taşıyan
Bir sancı vardı
Trafik ahtapot gibi
Sekiz kollu…
Bugün tafikte bir arkadaşımı kaybettim
Biraz önce yürüyorduk yan yana
Kalabalığın içinde kayboldu
Bir at devrildi trafiğin içinde
Can çekişti
Kimse dönüp bakmadı
Sahibi bile leşini orada bıraktı
Dolunaya bir var
Şimdiden başladı sancısı
Kanallarda yine anlamsız diziler
Oynayacak
Trafikte onca egzozu yedikten sonra
Eve gidince bir şey yemek istemiyor insan
…korna ve klaksonlar
bir notada çalıyor “do”
bir “muz” yesem diyorum da
“domuzu” hiç sevmem
hiç...
ışığın yitip gittiği
bittiği yer
karanlık mıdır
yoksa herkesin hayatının ta kendisi midir
karanlık...
asit yağmurlarından tamamen zarar gördüm
renovasyon ne zaman!?

23 Ekim 2011 Pazar

Zamanın Tüm Çatlakları...







































Çıplak kollarında
Ayva tüylerini parıldatıp
Bebesi sütten kesilmiş bir annenin
Yokuş aşağı iniyordu
Günle güneş kolkola
sesler azalıyordu
artan yalancı
sarı sıcak ışıklarla...
havuzlu köşkün bahçesine
kazlardı artık bekçi
geçen Salıydı
sizlere ömür bizim Bobi...
kıvrılan yolar
daralan sokakların
kasvetinden nasibini almış
sağır duvarların gölgeleri
aynı vakit
aynı şekilde kalmış
hemen dışında
sık çalılıkların
bir ardıçkuşu
tünediği dala hayran
şarkısını yineliyordu
saçıp rüzgara tanelerini
birbir kumsalın
çocuk
topuğunda bir dikenle
yürüyordu
...
hayatın tüm boşluklarını
zamanın tüm çatlaklarını doldurdu düşünceler
işte o an
yanan göçebe ateşlerle
fareler, kediler,
itler, iblisler
kekeme hikayeler...
yıllar önce henüz seni görmeden
işte o an karar verdim çıkartmaya Eylül’ü
takvimlerden


Işığın büyüsü...2008-Yalova

22 Ekim 2011 Cumartesi

Havada yağmur sıkıntısı


    Komşunun bahçesinde unutulmuş bir tabak...Ayazağa-2009
                              




Havada yağmur sıkıntısı
Düşen tek tük birkaç damla
Sıvanmış paçanın altından yere doğru uzanan ayakları ne kadar serinletir
Denize gitmelisin
Tuzlu su gibisi yok
Evde zaten sular kesik
Salyangozun yaldızlı izini izleyerek ancak küçük bir su birikintisi bulabilirsin ki o da ancak ona yeter
Deli olma saat daha erken eve falan sakın ha gitme
Çöpler birikmiştir şimdi atılmayı bekler
Bulaşıklar yığılmıştır şimdi
Kesif kokusu gözlerini yaşartır
Buzdolabında ne bulacaksın
Ya da sofrada önüne birşeyler koyarlar mı zannediyorsun
Boşveerr...
Sen en iyisi mi gir komşunun iğde kokan bahçesine başın döne döne
Sakın ha ses etme zira köpeğin ipi bağlı olmayabilir
Usulca dut ağacına doğru ilerle
Gömleğini  çıkarıp ağacın atındaki çalılara gerilmiş bir çarşaf gibi bağla
Sonra kararlı ama usulca salla
Narin dalları
Pıt pıt düşen dutları afiyetle ye bir güzel ama bahçede değil
Hemen uzaklaş oradan...
Dut yerken şapırtılara engel olamazsın mazallah
Kursağında kalır dutlar ve de üç kuruşluk keyfin…

Açlık herkesin tatması gereken
Dut sadece sen yesen...